Türkiye Ekonomisi

Dünya Ekonomisi

Osmanlı Ekonomisi

Finansal Ekonomi

İşletme Ekonomisi

Hizmet Ekonomisi

Kalkınma Ekonomisi

Tarım Ekonomisi

Borsa ve Yatırım

Ekonomi Sözlüğü

Ekonomi Ders Notları

Ekonomi Düşünürleri

Genel Ekonomi Soruları

Özel İstatistik Arşivi

Özel İktisat Konuları

Açık Öğretim İktisat

Ekonomi Kurumları

Kamu Yönetimi

Kamu (Devlet) Maliyesi

Sigortacılık Konuları

Türkiye İktisat Tarihi

Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

Forex Piyasaları

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

2008 Dünya Ekonomik Krizi ve Türkiye Ekonomisi 

Dünya ekonomileri 1929 yılından bu yana en büyük ekonomik krizle sarsılmıştır. ABD’de birçok kişi işsiz kalmış, FED faizleri 0,25 seviyesine çekmiş

birçok banka iflas etmiştir. Almanya’da banka mevduatları devlet güvencesine alınmıştır. İzlanda ekonomisi çökmüş, devlet dış borçlarını ödeyemeyeceğini açıklamıştır. Macaristan’da banka mevduatları güvence altına alınmış, krediler durdurulmuştur. Yunanistan ve İrlanda’nın kredi notları düşürülmüş ve acilen nakdi krediye ihtiyaçlarının olduğu duyurulmuştur. Kemer sıkma politikalarının uygulanması gerektiği belirtilmiştir. 

ABD’de mortgage piyasasında ortaya çıkan kredi krizi, önce finans piyasalarını sonra da mali piyasaları etkisi altına alarak küresel ekonominin tamamına yayılmıştır. Kriz her ne kadar başlangıçta bir mortgage krizi olarak ortaya çıksa da, takip eden süreçte bir likidite krizine dönüşmüş, başta ABD olmak üzere dünyanın birçok gelişmiş ekonomisinde başta bankacılık sistemi olmak üzere birçok büyük firma büyük zararlar etmiş ve faaliyetlerine son vermişler, çalışanları da işsiz kalmışlardır. (Kobal, 2009: 1) 

Küresel krizin olumsuz etkileri her geçen gün çeşitlenmektedir. İmalat sanayinde önde gelen ülkelerde belirgin hale gelen üretim düşüşü ile birlikte istihdam olanaklarının daraldığı görülmektedir. Üretim azalışının kaçınılmaz sonucu işsizliktir. Bunu yaratan önemli bir neden talep yetersizliğidir. İşsizliğin neden olacağı en önemli sorun üretimin azalmasıdır. Düşük üretim talep azalmasına azalan talep ise iş yerlerinin kapanmasına neden olacaktır. Üretim dışı kalan firma sayısı arttıkça ülkelerin gelir kaybı yükselecektir. Üretimi artırmak için iç ve dış talebin artırılması gerekir. Çalışılabilir durumda olup ta istihdam olanaklarının yetersiz olması nedeniyle ortaya çıkan işsizlik ülkelerin fakirleşmesine neden olmaktadır. 

Yatırımcıların risk almadan kazanç elde etmeye çalışmaları, düşük maliyetli kolay kredi imkânlarının ortada dolaşması, aşırı tüketimi körükleyen politikalar ve tüketicilerin kazandıklarından fazlasını tüketmeye teşviki finans sisteminin en azından ülkemizde iyi karlar elde etmesini sağlamıştır. (Kobal, 2009: 1)(Tablo) 

Tablo: Finans-İmalat Sanayi Sektörü Karşılaştırması (2009-9 Ay)

 

 

GSYH İÇİNDEKİ PAYI-%

BÜYÜME ORANI %

BANKACILIK SEKTÖRÜ

14.1

8.7

İMALAT SANAYİ

23.4

-12.4

Kaynak: Korkmaz, 2010: 9

Çoğu ülkelerde şirketler küresel krizle mücadele etmek ve krizden az kayıpla kurtulmak için operasyon maliyetlerini azaltmaya çalışmakta, harcamalarını kısmakta, yatırımlarını ertelemekte ve çalıştırdığı işçi sayısını azaltma yoluna gitmektedir. Diğer taraftan çalışanların işlerini kaybetme korkusu, çalışma koşullarında ve ücretlerde oluşan zayıflama, alternatif iş imkânlarının azalması gibi sebeplerle tüketim harcamalarını düşürmüştür. (Kobal, 2009: 2) 

C. Steindel’e göre, günümüzde globalleşmenin en yoğun olduğu alan finans piyasalarıdır. Globalleşme ile birlikte finans piyasalarının liberalleşmesi uluslar arası sermayeye büyük bir ivme kazandırmıştır. Sermayenin bu niteliği özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler açısından bir takım fırsat ve riskleri beraberinde getirmektedir. (Aktaran: Arslan, 2006: 5) 

Türkiye’deki bankacılık sisteminin mevcut yapısal özelliği ve piyasadaki aktörlerin kriz sırasındaki davranış biçimleri Türkiye’nin bu krizi göreli az hasarla atlatmasına neden olmuştur. Buna göre özellikle 2001 krizinden sonra atılan adımlar ülkemizdeki bankacılık sistemini sağlamlaştırmış ve bir istikrara kavuşturmuştur. Gerçekten de Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun sıkı bir şekilde bankaları gözetimi, bankaların sermaye yeterliliklerinde bir eksiklik olmaması, döviz varlıklarıyla döviz yükümlülükleri arasında bir denge olması ve ABD’dekinin aksine Türkiye’de konut ipoteğine dayalı tahvil/bono ihracının yapılmaması olumlu birer yapısal özellik olarak tespit edilebilir. Ayrıca, bankaların kendi aralarındaki kredi akışını kesmemeleri ve bir anlamda likiditeyi devam ettirmeleri, birey, firma ya da başka bir finans kuruluşuna kullandırdıkları kredilerini paniğe kapılarak hemen geri çağırmamaları, mudilerin mevduatlarını çekmek için bankalara hücum etmemeleri ve bu anlamda piyasaya olan güvenlerini örtülü olarak açıklamaları da ülkemizin artısı olarak belirlenebilir. Ancak bu noktada krizi hafife almak hiç de gerçekçi bir yaklaşım olmamaktadır. Kriz dönemlerinde en hatalı tutum ise özellikle üretim sektörünü yaşadığı sorunlarla baş başa bırakmaktır. (Seviğ, 2008) 

Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu finansal krizlerden kurtulabilmek için uygulanmış olan 24 Ocak, 5 Nisan 1999 ve Kasım 2001 ekonomik krizlerindeki programları ekonomide bir takım iyileşmeler sağlamakla birlikte, ekonominin içinde bulunduğu finansal ve yapısal sorunların kısa vadeli politikalarla çözümlenemeyeceğini ortaya koymuştur. 1980’den itibaren uygulamaya konulan istikrar programlarında belirtilen bazı hedeflere ulaşılamadığı ortaya çıkmıştır. Bu hedeflerin başında finansal krize neden olan kamu kesimi finansman açıklarının azaltılması ve daha adil bir gelir dağılımının sağlanması gelmektedir. Globalleşen finansal piyasalar, sisteme eklenen yeni finansal araç ve ürünler, kur dalgalanmaları ve yasal düzenlemeler gibi elde olmayan etkileyici faktörler riskin gerçek boyutlarının belirlenmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. (Arslan, 2006: 6)

Little, Scıtovsky ve Scott’a göre, genellikle düşük gelir, geri teknoloji ve küçük piyasa çerçevesi içinde çalışan gelişmekte olan ekonomiler, sosyo ekonomik yapılarını değiştirerek sanayileşmeyi amaçlamaktadır. Hızlı bir ekonomik büyümeyi hedef alan gelişmekte olan ülkelerin amaçlarını gerçekleştirmek için uyguladıkları stratejilerden birisi de finans piyasasının istikrarlı bir yapıya kavuşturulmasıdır. (Aktaran: Arslan, 2006: 7) 

Gerek uluslar arası ticaret hacminin daralması ve işsizliğin artma eğilimine girmesi gibi olumsuz gelişmeler, gerekse krizin ABD kaynaklı olması ve ikinci küreselleşme çağının ardından gelmesi dikkat çekicidir. 1990’dan bugüne kadar yaşanılan ikinci küreselleşme dalgasında dünya çapında artan yatırımlarıyla, genişleyip yetkinleşen üretim ve tedarik, hatta hizmet zincirleriyle çok uluslu şirketler çok önemli bir rol oynamaya başlamıştır. (Öz, 2009: 1)

Global bir ekonomi olarak hem ticari hem de finansal açıdan dünya ekonomisi ile entegre olan Türkiye ekonomisi mal piyasalarından gelen bir kriz yaşamaktadır. Yüksek açık pozisyon taşıyan şirketlerin varlığı dikkat çekmektedir. Küresel daralma dönemlerinde işsizlik artmaktadır. Büyüme hemen hemen bütün ülkelerde yavaşlamış 2000’li yılların başlarında yakalanan hızlı büyüme dönemi kaybolmuştur. Finans sektörü ile reel ekonomi arasında olumsuz etkileşim hat safhaya çıkmıştır. Küresel ticaret ve sermaye akımları daralmıştır. Bu noktada sürdürülebilir ve genişletici politikaların uygulanması gerekmektedir. 

Küresel likidite bolluğundan kaynaklanan sıcak paraya dayalı büyüyen Türkiye ekonomisi yüksek cari işlemler açığını bu şekilde sürdürebilmektedir. (ekopolitik, 2009) 

Küresel finansal krizin neden olduğu likiditedeki daralma ve gelişmiş ülkelerle birlikte yaşanan büyüme hızındaki daralma ve düşüş; Türkiye ekonomisi üzerinde etkisini, sermaye çıkışı, likidite sıkışıklığı ile dış ve iç talepteki daralma şeklinde göstermiş ve başta ihracata çalışan sektörler olmak üzere üretimde faaliyet gösteren firmalar olumsuz etkilenmişlerdir. Bankaların kredi vermede daha seçici ve tedbirli davranmaları, şirketleri azalan taleple birlikte üretim düzeylerini düşürmeye ve istihdam hacimlerini daraltmaya mecbur etmiştir. Bütün bu gelişmeler sonunda 2007 yılı Ekim dönemi itibariyle % 9,7 olan işsizlik haddi, 2008 yılı Ekim ayı dönemi itibariyle % 10,9’a yükselmiştir. (TEPAV, 2010: 21) 

Küresel finansal kriz 2008 yılının son çeyreğinden itibaren küresel durgunluğa dönüşürken, dış talepte bu nedenle gözlenen sert düşüş Türkiye gibi büyümeye çalışan ülkelerde üretime önemli darbe vurmuştur. Dış talepteki daralma, bir süredir devam eden iç talepteki daralmanın da etkisiyle birleşince, ekonomi ne zaman sona ereceği şimdiden kestirilemeyen yeni bir küçülme dönemine girmiştir. 2008 yılının son üç aylık döneminde Türkiye’nin toplam sanayi üretimi bir önceki yılın aynı dönemine göre ortalama % 12,5 oranında küçülmüştür. Bu dönemde, toplam ihracat % 13,4, ithalat ise % 20,9 oranında küçülmüştür. Aynı dönemde, işsizlik oranı % 12,3’le rekor kırmıştır. İmalat sanayi sektörünün kapasite kullanım oranı Ocak ayında % 63,8’e kadar gerilemiştir. Küresel krizin Türkiye ekonomisine yansımaya başladığı Ekim-Aralık 2008 döneminde toplam sanayi üretimi önceki yılın aynı dönemine göre ortalama % 12,5 oranında azalma kaydetmiştir. Talep daralması nedeniyle imalat sanayi tam kapasiteyle üretim yapamamaktadır. (Doğan; 2010) 

Küresel finans krizinin yol açtığı durgunluğun en önemli sonucu işsizlik oranlarında yaşan patlama olmuştur. Son bir yılda işgücündeki artış 1 milyon 93 bin kişi iken istihdam elden kişi sayısı 448 bin’dir. Bu arada yüksek oranda kayıt dışı istihdam sorunu da devam etmektedir. (Doğan, 2010)

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü - Gizlilik Politikası

Sağlık Bilgileri