2008 Ekonomik Krizi'ne Götüren Yapısal Değişimler
1980’lerde gerek büyük ülkelerin finansal
piyasalarında gerek ise uluslararası çapta birçok
önemli değişiklik gerçekleşti. Aşağıda bunların en
belli başlıları görülü-yor.Serbestleşme ve
deregülasyon sonucu 1970’lerde geçerli
bankacılıktaki devletin belirlediği faiz tavanları
kalktı. Zaten o dönemdeki yüksek enflasyonla
bunların sür-dürülmesi pratikte çok zorlaşmıştı.
Bankalar faiz maliyetlerinin yükselmesi sonucu
eskisi gibi ucuz fon bulamazken büyük şirketler de
giderek kendi mali ihtiyaçlarını menkul değer
ihracıyla bankaları bypass ederek karşılamaya
başladılar. Üstelik bu eğilim bankaların üçüncü
dünya borçları ve benzeri faaliyetleriyle zayıf
duruma düşmeleriyle daha da arttı. Büyük ve
çokuluslu şirketler aynı zamanda paralarını düşük
faizlerle bankalarda tutmak yerine kendi finansal
bölümlerini adeta bir bankerlik kuruluşu gibi
işleterek para ve sermaye piyasalarında çalıştırmaya
başladılar.
Kolay ve ucuz nakit bulma olanağını ve kaliteli
müşterilerini bir ölçüde kaybeden bankalar zaten
biraz da bu yüzden üçüncü dünya borçlarına fazlaca
girmişlerdi. Bankaların girdiği bir diğer maceracı
iş alanı ‘borç vasıtasıyla şirket ele geçirmeleri’
diyebileceğimiz, LBO’lardı (leveraged buyouts).
Bu gelişmeler dünya çapında bi-rincil piyasayı yani
menkul değer ihraçları piyasasını hızla geliştirdi.
Bankacılık sek-törü içinde yatırım bankacılığının
önemini arttı.
Aynı anda ticari bankalar da faaliyetlerini de
özellikle ATM ve kredi kartı sistem-lerinin
bulunması veya geliştirilmesiyle bireysel
bankacılığa yöneldi. Bu dönemde bankalar para
piyasası fonları ve benzeri yeni kuruluşlara
kaptırdıkları mevduat müşterilerini böyle elde
tutmaya çalıştılar. Eski rahat maliyet dönemine
dayanan aşırı kalabalık ve çok yaygın şube
maliyetlerinden de böylelikle tasarruf etmeye ça-lıştılar.
1970’lerden beri eurodolar vb piyasalarının
devletlerin denetiminden kaçmaya başlaması sonucu
gelişen offshore bankacılık yöntemleri
bankacılığın dışında bütün para ve sermaye
piyasalarına da yayılacak şekilde 1980 ve 90’larda
üssel bir biçimde büyümeye başladı. Bankaların
bireysel bankacılık tekniklerine yönelmesi bireysel
borçlanmanın miktarını artırırken bankaların
varlıklarında araba, ev, sair tüketici kredilerinin
payı arttı.
Aynı dönemde borsalarda türev ürünler ve türevlerin
türevleri diyebileceğimiz yapılandırılmış ürünlerin
örnekleri görülmeye başladı. Türev borsa veya
OTC’lerinde o zamana kadar görülmedik ölçüde
kaldıraçlı (aşırı derecede krediye dayanan)
işlemler yapılması mümkün oldu. Diğer yandan türev
piyasaların gelişmesi, bu piyasa-ların dünyada bir
diğer deregülasyon sonucu gelişen döviz borsalarıyla
iç içe girerek süper hızlı diyebileceğimiz bir
büyüme süreci içine girmesi bu piyasaların o güne
kadar görülmemiş derecede likit bir ortama
kavuşmasına olanak verdi. Ne kadar büyük olursa
olsun herhangi bir alım veya satım işlemi dünya
ölçeğinde işlem gören bu piyasalarda cari fiyattan
neredeyse anında işlem görebiliyordu. Türev
piyasaların çıkması, finansal yenilikler denen bir
dizi yeni ‘yatırım’ aracı veya tekniğini mümkün
kıldı. Bu ‘ürün’ çeşitliliği piyasaları daha da
büyüttü.
Eskiden bankalar verdikleri krediler karşılığı
aldıkları senetleri mecbur kaldıklarında merkez
bankalarına rehin verir veya kırdırır öyle nakit
dengesizliklerini düzeltir-ler veya ABD gibi
ülkelerde açık piyasa işlemlerinde yine FED’e daha
önce aldıkları devlet tahvillerini satarak nakit
elde ederlerdi. Bankalararası piyasalarda
birbirlerine borç verme uygulamaları vardı ama
yetersizdi. Sonraları hem ülke çapında hem
uluslararası çapta bankalararası piyasalar gelişti
bankaların birbirine büyük çaplı kredi ‘line’ları
oluştu. Bankalar daha az nakit rezerv tutabilir hale
geldiler. Yasal asgari sermaye düzenlemelerinin
sürekli gelişmesine karşın bankaların verdikleri
kredilere (varlıklarına) göre asgari sermaye
oranları yıllar içinde sürekli düşebildi. Böylece
daha az sermaye kullanarak daha fazla kredi
verebildiler. Sermayelerinin dönüş hızı arttı.
Bankaların bilançolarında atıl bulunan borç
varlıkları (verdikleri krediler) özellik-le bireysel
bankacılık yüzünden ciddi bir problem oluşturuyordu.
Bunlar merkez ban-kaları tarafından da ticari
senetler kadar kolay işlem göremeyeceği gibi ev ve
araba ipoteği gibi karşılıklar, likit hale
getirilmesi zor karşılıklardı. Öte yandan menkul
değerler piyasasında türev ürünler vasıtasıyla
oluşan yenilikler borçların menkulleştirilmesini
mümkün kılıyordu. Böylece örneğin hisse senedi
türünden bir menkulün gelecekte teslimine ilişkin
bir anlaşmanın yapılmasıyla türevinin oluşturulması
(örn. füçurlar) gibi örneğin bir tahvili teminat
gösteren ve getirisini o tahvilin getirisinden
oluşturan bir başka menkul ‘inşa’ etmek mümkün
olmuştu. Bankalardaki atıl kaynak-ları likit hale
getirerek sermaye dönüş hızını artırma isteği menkul
değer piyasaların-daki bu yeni menkulleştirme
tekniğiyle birleşerek varlığa dayalı menkul
değerlerin (VDMK veya ABS) oluşmasına yol açtı.
İşte bu yöntemle ticari bankalar ellerindeki büyük
miktarda ipotek veya rehinleri, ödeme vaatlerini
menkulleştirerek bilançolarından çıkarma olanağı
elde ederken yatırım bankaları da bu yeni tür menkul
değerlerin ihracına aracılık ederek 1960’ların ve
1980’lerin birleşme ve ele geçirmeleri aracılığından
sonra özellikle 2000’lerin başından itibaren üçüncü
büyük atılımlarını gerçekleştirdiler.
Bu dönemde gözden kaçan bir başka özellik de 2000’li
yıllarda birleşme ve ele geçirmelerde, 1980’lerin ‘mergermania’sından
sonra ikinci büyük dalganın yaşan-makta oluşuydu.
Hem menkulleştirme hem de sermayenin yeni birleşme
ve yoğun-laşma dalgası bunların beraberinde
getirdiği yeni halka arzlar (IPO initial public
offerings) vasıtasıyla birincil pazara çıkan
yeni menkul değerler yatırım bankacılığının belki
de tarihlerinin en iyi dönemini yaşamasına neden
oldu.
Bütün bu piyasaların küreselleşmesi, aşırı
kaldıraçlı çalışabilme yeteneğindeki artış başlı
başına büyük bir likidite artışı anlamına geliyordu.
Bu tür kaldıracın eskisi gibi kısa sürede
çökmemesinin garantisi ise özellikle Uzak Doğu
ülkelerindeki hızlı büyüme idi. Asya ülkelerindeki
büyümenin iki etkisi vardı. Birinci etki arz
yönündeydi. Çin, Hindistan gibi ülkelerdeki her
türlü ölçünün dışındaki ucuz ama nispeten iyi eği-timli
işgücü çok uluslu şirketleri de cezbederek son
derece ucuza mal üretimine ola-nak sağlıyordu. Bunun
1980’lerden özellikle 90’lardan sonra enflasyonun
düşmesine katkısı uygulandıkları her seferinde
ülkeyi, hatta dünyayı bir durgunluğa sürükleyen
parasalcı reçetelerden çok daha etkiliydi. Böylece
buralarda büyüme ile artan ser-maye birikimi ve
ihracatla biriken döviz rezervleri bir zamanlar
70’lerde Japon büyümesinin ABD ve AT para
piyasalarına likidite olarak akması gibi 90’larda
başta ABD olmak üzere pek çok ülkenin cari
açıklarını finanse etmeye yaradı. Bu finansmanlar
menkul değer ihraçlarıyla yapıldığından dünya
çapında borçların menkul değerle karşılanma oranı
arttı. Yukarıda belirttiğimiz borsaların aşırı
kaldıraçla çalışması her çöküş arifesinde yeni
paranın gelmesini söz konusu Asya likiditesiyle
mümkün kıldığında kaldıraç sisteminin yıkılmasını
erteliyordu.
Aynı zamanda geçmişte büyük döviz krizleri yaşamış
veya büyük ihracatçı pek çok ülke (örneğin BRIC
denilen Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) herhangi
bir kriz olasılığına karşı yüksek miktarda döviz
rezervi tutuyordu. Döviz rezervi demek ABD ve Euro
Bölgesi para birimleri ve tahvillerine yeni talep
demekti. Özellikle rezervlerin hala büyük bölümünün
ABD Doları üstünden olması ABD’nin yüksek cari ve
bütçe açıkları verse bile bir çöküş yaşamaması
anlamına geliyordu. Bu para sonunda bir şekilde
Amerikan halkının gelirlerini artırıyor, borçlanma
miktarını da bunla paralel artırabiliyor; sonunda bu
likidite dönüp dolaşıp ABD ve AB’de bankacılık
sistemine akıyor o da yukarıda bahsettiğimiz
mekanizmayı besliyor çöküşünü önlüyordu.
Benzer bir başka mekanizma da Asya büyümesinin artan
petrol ve hammadde talebi vasıtasıyla bu emtianın
fiyatını arttırdı. Petrodolar fonları 1970’lerden
beri ilk kez yeniden yükselmeye başladı ve bu para
da sonunda gelişmiş piyasalardaki veya gelişmekte
olan piyasalardaki (emerging markets)
likidite bolluğuna katkıda bulun-du. Diğer emtia
fiyatları da nispeten yükselince ihracatlarında
bunların önemli rol oynadığı kimi Asya, Latin
Amerika ve Afrika azgelişmiş ülkelerinin dış fon
ihtiyacı da azaldı. Fakat dünya çapında artan
likiditenin ‘sağlam para’ endişelerini yavaşça ar-tırması
bir süre sonra emtia fiyatlarının genel trendiyle de
birleşince altın gibi kıymet-li madenlerin
fiyatlarını da yükseltti. Hem petrol hem de altın
türev piyasalarının sağladığı olanaklarla büyük
çapta bir spekülasyonun konusu oldu ve bunların
fiyatları normal talep artışının gerektirdiği
düzeylerin çok üstüne çıktı.
Bütün bu sistemin sürmesi aynı genişleme miktar
olarak artıp aynı fiyatlarla yü-rüse belki sonsuza
kadar mümkünken likidite bolluğunun varlığı,
piyasaların mantığı açısından hisse senetlerinin,
tahvillerin, ev fiyatlarının, yani her tür varlığın
fiyatlarının sürekli şişmesini gerektiriyordu.
Yükselen fiyatlar bu fiyatları besleyecek daha fazla
likidite ihtiyacı doğuruyordu. Öyle bir an geldi ki
bütün dünya sistemi artık bir cins Ponzi planı gibi
işlemeye başladı. Yinede saydığımız gelişmeler
sonucu ABD ve AB ülkeleri böylelikle büyük devlet
harcamalarını özel kesimi dışlayarak ve sonunda özel
kesim karlarının düşmesine yol açarak yapmak zorunda
kalmadılar. Böylece yaklaşık 20 sene süren düşük
enflasyon ve hızlı büyüme, artan refah dönemi
yaşandı. Bu refah dünyada elbette eşitsiz dağıldı.
Ama hemen hemen her ülke ama az ama çok bundan
faydalandı.
|