Bir İktisadi Etken Olarak Dolandırıcılık
Dolandırıcılık, adi dolandırıcılık (svvindle)
ve nitelikli dolandırıcılık (fraud) olarak
krizlerde sık rastlansa da yolsuzluk (corruption)
ile birlikte biraz iktisat dışı olarak algılanır ve
krizin önemli unsurları arasında kendine saygıdeğer
bir yer edinemez. Halbuki krizler hakkındaki en
belli başlı kaynaklardan biri olan Kindleberger’ın
Cinnet, Panik ve Çöküş, Mali Krizler Tarihi (Kindleberger,
2007) adlı serinde bir krizin olmazsa olmaz bir
aşaması olarak bütün bir bölüm Dolandırıcılığın
Açığa Çıkması adı altında bu konuya ayrılmıştır (Kindleberger,
2007: 109-131). Aynı şekilde 2007 morgıç krizinin
çıkışı öncesi yaptığı uyarılarla dünya çapında ün
kazanmış Robert Shiller’in George Akerlof ile
birlikte yazdığı Animal Spirit adlı kitap büyük
ölçüde 2007/8 krizini açıklamak amacı taşımaktadır
ve onun da bütün bir bölümü yolsuzluk ve kötü niyete
ayrılmıştır (Akerlof, Shiller, 2009: 26-41).
Gerçekten de daha ilk büyük uluslararası krizlerden,
örneğin Güney Denizi Balonu’ndan 2008 krizi
dönemindeki Madoff olayına kadar tüm krizler ya
büyük dolandırıcılıklarla işaretlenmiş veya sonunda
geri dönüp krizi yeniden şiddetlendirecek ölçüde bu
tür dolandırıcılık ve yolsuzluk dalgasına yol
açmıştır. Bunun 2007/8 krizi için en güzel örneği
Yunanistan hükümetinin mali kayıtlarında yaptığı
usulsüzlüklerle kendini gösteren yolsuzluk
örneğinin Euro Bölgesinde bunalımı yeniden
canlandırmasıdır.
Dolandırıcılık ve yolsuzluklar söz konusu olduğunda
ekonomik teori olayın tarihsel boyutunu da gözden
kaçırma eğilimindedir. Marx’ın bazı dolandırıcıları
‘yarı peygamber, yarı dolandırıcı’ diye nitelemesi
onların gelecekteki bir yeni düzenin vizyonunu
hissederek şimdiki kuralları yıkma pahasına onun
peşine takılmaları arzuları yüzündendir. Örneğin
John Law en azından bir yanıyla böyle biriydi. Bu
bağlamda örneğin 17. yy.a kadar pek çok isimsiz
broşür yazarı, yeni sarraf ve bankacıların
kendilerine emanet edilen paraları başkalarına borç
vererek dolandırıcılık yaptıklarını ihbar eder.
Gerçekten de o dönemin anlayışında bir ahlaksızlık
olan bu davranış bugünün standart uygulamasıdır!
Fakat zaten bizzat dolandırıcılığın bu ‘pozitif
yıkıcılığı’ da eski düzeni yıkıp yenisini inşa
etmeye kalkarken kriz yaratan bir unsur haline
gelir.
Gelir Bölüşümü ve Kriz
Solow’un büyüme teorisine bakacak olursak büyüme
oranı dışsal olarak belirlenen teknolojik
gelişmenin bir fonksiyonudur. Bu durumda herhangi
bir iktisadi politika durağan durum dengesinde olsa
olsa kişi başına gelirin seviyesini belirler ama
onun büyüme hızını belirleyemez. Öte yandan gelir
dağılımının Kuznets’den beri de daha eşitsiz olduğu
takdirde büyümeyi olumlu etkileyeceği doğrultusunda
görüşler mev-cuttur. Roemer’in 1980’ler ve
90’lardaki çalışmaları teknolojik gelişmeyi endojen
olarak hesaplamaya çalıştığında daha farklı sonuçlar
ortaya çıkarmışsa da hala ge-nel kabul eşitsiz bir
gelir bölüşümünün yüksek gelirli kesimlerin daha
büyük tasarruf eysilimine sahip oldukları
gerekçesiyle tasarruf hacmini, dolayısıyla uzun
vadede büyümeyi de artıracağı yönündedir.28
Fakat uzun vadede doğru olsa bile veya öyle olduğunu
kabul edersek tam kriz öncesi yıllarında gelir
bölüşümünde eşitsizliğe önemli bir kayış gözükürse o
takdirde bu durum, ekonominin tüketim hacmine
ihtiyaç duyduğu bir noktada bunun gerçekleşmemesi
ile ekonomiyi durgunluğa sürükleyebi-lir. 2007/8
krizi öncesi yıllarda ise ABD’de ilginç bir başka
gelişme olmuştur. Reagan döneminden 2000’li yıllara
kadar ABD’de özellikle çalışanların reel gelirleri
önce düşmüş sonra da sabit kalmış ve büyüme
ortamında bu gelir dağılımının bozulması anlamına
gelmiştir. Öte yandan bu değişim ABD’nin
tasarruflarının artmasına neden olmamıştır. Üstelik
ABD morgıç kredileriyle ve başka bireysel bankacılık
yöntemle-riyle ilk kez hanehalkının büyük çapta
borçlanmasını sağlamış ve bu borçlanma ile de hem
tüketimi hem de gayrimenkul ve menkul varlıklara
yatırımı finanse etmiştir. Ancak hanehalkının bu
aşırı borçlanması belki de krizin altında yatan en
ciddi yapısal sorunlardan biri olmuştur.
Sonuç olarak gelir dağılımının büyüme ve kriz
üzerine etkisi modern bankacılık ve küreselleşen
sermaye piyasalarının var olduğu bir ortamda çok
daha değişik so-nuçlar ortaya çıkarabilmektedir.
Eğer ABD ve birçok başka ülke neoliberalizmin
eşit-sizlik üzerine yaratılan büyüme patikası yerine
daha başka bir yol seçseydi acaba büyüme gerçekten
tempo mu kaybedecekti –ki aslında 80’lerden sonra
bile hiç bir zaman çok yüksek ortalama büyümelere
erişilememişti- yoksa tam tersine yaratılan kaliteli
insan sermayesi daha büyük ve nitelikli bir büyüme
sağlayarak krizin önünü kesebilir miydi?
|