Deregülasyon, Menkulleştirme, Özelleştirme ve Türevleştirme
Nedir
Son 30-35 senenin, genellikle neoliberalizm başlığı
altında toplanmaya çalışılan gelişmeleri mal ve
sermaye akımlarında serbestleşme, yasal
düzenlemelerde (regü-lasyon) buna paralel bir
değişim ile simgelenir. Çoğu kere bu yasal değişim,
düzen-lemenin azalması olarak nitelenerek ‘deregulation’
adını alır. Menkulleştirme ve Türevleştirmeyi ise
biraz daha kapsamlı incelemek gerekmektedir.
'Regulasyon', yasalar, yönetmelikler vb gibi hukuki
araçlarla kamu otoritesinin bir alanı –burada
örneğin bir ekonomik sektörü, veya alt sektörü-
düzenlemesi olduğuna göre deregülasyon da bu tür
düzenlemelerin kaldırılması anlamına geliyor.
Deregülasyonun mantığı daha az ve daha basit hukuki
düzenlemelerin, daha verimli düzenlemeler olacağı;
sektörlerde ekonomik verimliliği de artıracağı,
hizmet veya ürünün kalitesini artırırken fiyatları
düşüreceği tezinde yatar.
Son 25 yıla damgasını vuran ekonomik liberalizm ve
özelleştirmeyi savunan örneğin Milton Friedman’ın
Chicago Okulu gibi gruplar deregülasyonun da
savunucusu olmuşken, aynı şekilde bu grupların
görüşlerini radikal şekilde uygulayan Thatcher ve
Reagan gibi politikacılar özelleştirme ve
deregülasyon politikalarını da beraber
savunmuşlardır. Böylece tanımı gereği ille de öyle
olmamasına rağmen deregülasyon fiilen neoliberal
akım ve onun ‘serbestleştirme’ (liberalizasyon),
özel-leştirme gibi reçetelerinin bir başka ögesi
olarak algılanmış ve zaten de öyle uygu-lanmıştır.
1989 yılından sonra ünlü Washington Konsensus’u ile
de ‘gelişmekte olan ülkeler’ olarak nitelenen çevre
ülkelere IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar tara-fından
özelleştirme sıklıkla ‘önerilmiş’tir. Aslında
deregülasyon ve özelleştirme birbirinden ayrı
konulardır. Örneğin deregüsyon uygulamalarının
ilklerinden olan ABD elektrik şirketleriyle ilgili
düzenlemeler bunu daha iyi sergiler. Çünkü zaten
ABD’de elektrik üretim ve dağıtımı özel ellerdeydi.
Buna karşılık devlet bu özel şirketlere verdiği
bölgesel tekel hakkı karşılığında onları hem eyalet,
hem de federal düzeyde ağır şekilde denetime tabi
tutuyor, kar oranlarını bile belirliyordu. ABD’de
elektrik piyasası deregülasyonu petrol krizine bir
tepki olarak Kongre’nin 1978 yılında çıkar-dığı bir
yasayla başladı ve 1992 Enerji Politikası Yasası ile
en önemli adım atıldı. (Slocum, 2008)
Her ne kadar 1970’lerde deregülasyon çalışmaları
sürdüyse de asıl uygulama 1980’lerde başlamış,
80’lerin ortasında bir çok sanayileşmiş ülkede
önemli sektörler ya kısmen ya tamamen deregüle
edilmiştir. (Bradburd, Ross, 1991) Deregülasyon
akımının tümüyle etkinlik kazanması için ise
80’lerin sonu 90’ların başını beklemek gerekmiştir.
İlk büyük deregülasyon uygulamaları ABD’de
1970’lerde taşımacılık alanında yapıldı. Taşımacılık
üzerinde özellikle fiyatlandırma alanındaki kimi
kısıtlamalar 1930’larda Franklin Roosevelt
yönetiminin Büyük Bunalım’ın ardından getirdiği New
Deal’ın tamamlayıcı ögelerinden biriydi. Bu tip
ögeler arasında örneğin ban-kacılık sektörü
üzerindeki ağır devlet denetimi, yatırım bankacılığı
ile ticari bankacılığı birbirinden ayıran ünlü
Glass Seagal Yasası, tekeller ve kartellere karşı
çok ağır yaptırımlar getiren antitröst yasaları,
sermaye piyasalarını denetleyen SEC’ı kuran ve
borsalar üzerinde devlet denetimi sağlayan Security
Exchange Yasası gibi yasa-lar sayılabilir. Başka
ülkelerde de 1914 sonrası elektrik, gaz, su,
ulaştırma gibi çok temel mal ve hizmetler, eğer
zaten öyle kurulmamışsa bile sonradan
devletleştiril-miş, bu tür alanların özel sektörün
elinde olanlarına yönelik de yoğun devlet denetimi
getirilmişti. Aynı şekilde dış ticaret alanında
devlet denetimleri çok artmış altın standardı
döneminin göreli serbest ticareti yerine pek çok
kota, tarife vb’nin olduğu yoğun bir gümrük yasal
düzenlemeleri sistemi getirilmişti. Aynı şekilde
yine altın standardı döneminin altına bağlı sabit
kur ama altın giriş çıkışına bağlı olarak ayar-lanabilen
ve sermaye giriş çıkışında da çok daha serbest 1914
öncesi son döneminin kuralları ortadan kalkmıştı.
Onun yerine çoğu zaman yine sabit kurlara dayalı ama
bu sabit kurların devlet yasal düzenlemeleriyle
korunduğu; sermaye giriş çıkışları ve döviz
ticaretinin çoğu kere ya yasak ya da devlet
tarafından ağır biçimde kısıtlandığı bir döneme
girilmişti. İkinci dünya savaşından sonra
bağımsızlığına kavu-şan pek çok eski sömürge de-
bugünün çevre ülkeleri- benzer düzenlemeleri hatta
kalkınmak için karma ekonomi yolunu seçerek daha
ağır devlet yönetim ve denetim-lerini
uygulamışlardı. İşte 1980’lerde ortaya çıkan
deregülasyon, kelimenin sözlük anlamının ifade
ettiği sınırlı ve verimliliğe yönelik kapsamdan çok
aslında 1. Küreselleşme döneminin kurum ve
uygulamalarına ve o zamanın liberalleşmesine doğru
bir dönüş reçetesinin bir ögesi olmuştur.
Bu anlamıyla deregülasyon çoğu kere
özelleştirmelerle yan yana yürümüş ve yukarıda
saydığımız enerji, su, gaz, ulaştırma vb gibi temel
mal ve hizmetlerde özel-leştirme, özelleştirilemeyen
durumlarda özel sektör firmalarına satış ve dağıtım
imti-yazı verme, bu gibi firmaların söz konusu
malları daha serbest fiyatlandırmasını sağlama
anlamına gelmiştir. Aynı şekilde gümrüklerdeki
kısıtlamaların kaldırılmasıyla dış ticarette
serbestleşme; dış sermaye akımlarının kontrolünün
kaldırılması ya da azaltılması ile de bu alanlardaki
liberalizasyonla yan yana yürümüştür. Bankaların
yapabilecekleri işler konusunda devlet
denetimlerinin bazılarının gevşetilmesi, faizlerin
serbest bırakılması; sermaye piyasası ve borsalara
yönelik kimi kısıtlamaların kaldırılması da
deregülasyon uygulamalarının önemli
örneklerindendir.
Böylece 1914 ama özellikle 1929 Büyük Bunalımı
sonrasında bütün dünyada yayılan ve krize sebep
olduğu düşünülen piyasaların aşırı ve kontrolsüz
davranışlarını dizginlemeye; yetersiz olduğu
düşünülen niteliklerini ise planlama ve kontrol ile
düzenlemeye çalışan eğilimin tam karşıtı bir
dönemden bahsedebiliriz. Ancak özel-leştirme ve
deregülasyon uygulamaları yayıldıkça ve
yayılmalarına paralel şekilde, bölgesel, ulusal,
uluslararası her tür ekonomik kriz, sayıları
artarak, birbiri ardına patlak vermiştir. Aynı
şekilde bu uygulamaların ahlaki risk nedeniyle
oluştuğu iddia edilen verimsizlik kaynaklarını
kurutacağı iddia edilmişken tersine çok sayıda
yolsuz-luk olayı yaşanmıştır. İşin daha ilginci ise
deregülasyon bir çok durumda sadece kendi sözlük
anlamını bile gerçekleştirmeyi başaramamıştır. Bunun
en basit örneği örneğin Türkiye’deki sermaye
piyasası mevzuatıdır. Sonunda olan deregülasyon
değil yeni bir tür ve özel kimi çıkarları koruyan
regülasyondan başka bir şey değildir.
Özellikle bankacılık alanında yapılan düzenlemeler,
sermaye akımlarının serbestleştirilmesi ile ilgili
düzenlemelerle birlikte ele alındığında sonuç çevre
ülkelerin daha kuruluşlarından itibaren çok önem
verdikleri ve ekonomik bağımsızlığın önemli bir
ögesi olan yerli bankacılık kurumlarının hemen
tümüyle yabancı sermaye eline geçmesi sonucunu
doğurmuştur.
Liberalizasyon ile birlikte deregülasyonun,
özellikle 1987 Asya, 1998 Rusya ve 2002 Türkiye
Arjantin krizinin önemli bir sebebi olduğu yolunda
ciddi iddialar vardır. En azından 1945-71 yıllarına
göre 1971-2002 yılları arasında örneğin bankacılık
krizlerinin arttığı açık bir olgudur. (Eichengreen,
2002: 4) 2007/8 krizine yol açan kimi uygulamalar da
açıkça deregülasyon sonucu mümkün olmuştur. Bunları
kısaca özetlemek aydınlatıcı olabilir.
En önemli etkenlerden biri uluslararası planda
serbestçe gezinen kısa vadeli sermaye akımları ya da
halk deyimiyle ‘sıcak para’dır. Sıcak paranın doğuşu
değilse bile gelişmesi deregülasyon sayesinde
olmuştur. Bu krizde önemli rol oynayan
‘menkulleştirme’ (securatisation)
uygulamaları ile, ‘credit default swap’ gibi
menkul araçlar yine deregülasyon sayesinde mümkün
olabilmiştir.
Deregülasyon sayesinde ABD özelinde yatırım
bankacılığı ile ticari bankacılık arasına sert
sınırlar koyan 1930’lardan kalma Glass-Seagal
Yasası’nı yumuşatan ve yer yer kaldıran 1999 tarihli
Gramm-Leach-Bliley Yasası’nın 2007 krizinden sorumlu
olduğu iddialarını tartışılır bulsak da bu yasanın
yarattığı etkinin yatırım bankaların daha az
denetlenmesine yol açtığı kesindir. Ve herkes
1990’larda ticari bankalardaki bir krizden
korkarken, 2008 krizi yatırım bankalarından
doğmuştur. Yine ABD özelinde ‘deregülasyon’
çerçevesinde morgıç yasalarında 1930’lardan kalma
sınırlandı-rılmaların kaldırılması bugünkü dünya
ekonomik krizinin ilk aşaması olan morgıç krizini
yaratan sebeplerden biridir. ABD’nin bu krize yol
açan devasa bütçe ve cari açıklarını uzun süre
verebilmesi ancak deregülasyon sayesinde mümkün
olabilmiş kısa vadeli sermaye akımlarıyla bunları
finanse edebilmesi sayesindedir.
Bankaların giderek daha yüksek varlık/sermaye
oranlarına ulaşması krizde çok çabuk yara almalarına
sebep olmuştur. Deregülasyon anlayışı bu oranlar
konusunda 1940’lardaki kadar dikkatli olunmasını
önlemiş, Basel 1-2 vb gibi uluslararası
düzenlemelerin de yetersiz ve yavaş olmasına yol
açmıştır.
Deregülasyon bankaların bilanço dışı (off-balance
sheet) uygulamalarında kamu kurumlarının
yeterince denetleme yapmasını engellemiş; sonunda
bankacılığın dışında adeta resmi bilançolarında
görülmeyen yükümlülüklerle dolu inanılmaz büyüklükte
bir paralel bankacılık ortaya çıkmıştır.
Deregülasyonun önemli bir unsuru da evvelce devletin
yerine getirdiği bazı denetim ve kontrol
işlevlerinin özel sektöre ait ‘bağımsız’ denetim
kuruluşlarına devridir. Denetim ve derecelendirme
kuruluşlarının verdikleri raporların çoğu durumda
gerçeği yansıtmadığı veya spekülasyonun sonuçlarının
kötüleştirdiği görüldü. Ayrıca deregülasyon
modasının getirdiği dolaylı psikolojik etki de
önemlidir. Devletleri yöneten politikacılar
deregülasyon doktrinini etkisi altında mevcut
değişikliklerden sonra bile devlet denetimine tabi
alanlarda devlet kuruluşlarının etkin denetim
yapmasına soğuk bakar olmuşlardı. Bu dolaylı etki
belki doğrudan etkileri kadar kriz yaratıcı, özelde
de 2007/8 küresel krizinin yaratılmasında etkin
olmuştur.
Deregülasyonla ilgili ama ondan bağımsız bir konu da
menkulleştirmedir. Men-kulleştirme ise 2008 krizini
tarihteki diğer krizlerden ayıran önemli bir
farktır. Fakat bu fark yani menkulleştirme aslında
nedir ve nasıl ortaya çıkmıştır?
“Menkulleştirme belli tipteki varlıkların
(aktiflerin) bir havuzda toplanması ve sonra faiz
getirisi sağlayan menkul değerler olarak yeniden
paketlenmesidir. Varlığın sahip olduğu faiz ve
anapara ödemesini elde etme hakkı böylece bu menkul
değeri satın alana geçer” (Jobst, 2008: 48)
Menkulleştirmenin ortaya çıkışı doğrudan doğruya ABD
morgıç piyasasındaki gelişmelerle yakından
ilgilidir. İlk kez 1970’de ABD’nin, morgıç
piyasasının önemli kurumlarından olan hükümet
sponsorlu şirketlerden (GSE) birinin, Ginny Mae’ye
kendisinin verdiği morgıç kredilerini teminat
göstererek menkul değer çıkartmasıyla başladı. Amaç
bu KİT benzeri devlet kuruluşlarının ellerindeki
kamu fonlarını nakde çevirip bu nakitle daha fazla
ipotek kredisi (morgıç kredisi) verebilmeleriydi. Bu
yön-tem daha sonra özel bankalar ve hatta toptan ve
perakende dağıtım şirketlerince de taklit edildi.
Elbette banka dışı şirketlerin hayli karmaşık
mekanizmalar içeren bu yöntemi kullanabilmesi için
de yatırım bankası vb gibi bu işlerde uzmanlaşmış
finan-sal kuruluşlara ihtiyaç vardı. Bir sonraki
bölümde yatırım bankalarının bu ve diğer başka
sebeplerle nasıl yükseldiğini göreceğiz.
Menkulleştirme ABD’de yaygınlaştık-tan sonra
1980’lerin sonunda İngiltere’de uygulanmaya
başlandı. 90’lı yıllarda diğer Avrupa ülkelerine de
yayıldı. Yöntem zaten daha 1980’lerin ortalarında
gayrimenkul dışında başka tür borçlara da
uygulanmıştı. İlk örneği otomobil pazarlama
piyasasında görüldü: adları the Certificate for
Automobile Receivables Trust (CARS) idi. (Akman,
2010: 265)
2004 yılına geldiğinde sadece ABD’de Varlığa Dayalı
Menkul değerler (VDMK) 1,8 trilyon tutarına
ulaşmıştı ki bu 1995-2004 arasında yıllık %19 gibi
bir hızla büyü-düklerini gösteriyor. Toplam şirket
borçlarının % 39’u morgıç borçlarının %33’ü
menkulleştirilmişti ve bu oran daha da
artıyordu.(Akman, 2010: 266)
Menkulleştirmenin yayılmasını kolaylaştıran çeşitli
cazibeleri vardı. İlk cazibe donmuş kaynaklara
hareketlilik kazandırmasıydı. Bir banka veya büyük
şirketin uzun yıllar sonra geriye alacağı türden bir
borç iyi faiz getirisi kazandırsa da banka veya
şirketin kaynaklarını donmuş bir hale getirir.
Kuruluş yeni yatırımlar yapabilmek için sermaye
artırmak veya borç bulmak zorundadır. Halbuki bu
borçları -ki bunlar kuruluş için birer varlıktır
(aktif)- menkule çevirip sermaye/para piyasalarında
satarsa sermayesi yeniden hareket kazanır; sermaye
çevrim hızı artar.
Bankalar için devletlerin uyguladığı muhasebe
kuralları açısından bir başka avantajı daha vardır:
menkullere teminat olan alacaklar için bu
alacakların risklerine göre yüksek sayılabilecek
sermaye ayırmak mecburiyetleri varken
menkulleştirilmiş borçlar için minimum yasal sermaye
mecburiyeti çok daha azdı. (Jobst, 2008: 49) Ve bu
durum 2007/8 krizine yol açacak şekilde bu yöntemin
ve bu yönteme dayalı men-kulleştirme piyasalarının
aşırı büyümesine yol açtı.
Bir başka avantajı ise menkulleşme ile hem ana
şirket ile bu şirketin belli gelir akımları
arasındaki ilişkilerin bir anlamda koparılmasıdır.4
Böylece bir şirketin daha sağlam alacakları bir
başka paket altında toplanabilir ve derecelendirme
şirketlerin-den ana şirketin aldığı nottan daha iyi
bir not alabilirdi. Ayrıca menkulleştirme
‘yapı-sallaştırılmış finans teknikleri’ kullanılarak
tam talebe uygun özel tür menkuller yaratmaya da
yarıyordu.5
Bu talebe uygunluk olanağının menkul değer arz
edenler kadar yatırımcılar açısından da avantajları
vardır. Yapılandırılmış finans teknikleri tıpkı çok
çeşitli beden ölçüleri renk ve kumaştan konfeksiyon
ürünü yapılması gibi klasik menkul değerlere göre
daha fazla çeşide böylece yatırımcıyı ihtiyaçlarına
göre daha çok tercih olanağı kazandırdığı gibi; aynı
tekniklerle isteyen büyük kurumsal yatırımcıların
ihtiyacına özel sipariş menkuller de üretmek mümkün
olabilmektedir.
|