|
Ekonomik
Krizlerin Yol Açtığı Sosyal Ve Ekonomik Maliyetler
Akademik
çalışmalarda ağırlıklı olarak krizlerin ortaya çıkış
nedenleri, finans piyasaları ve reel sektör
üzerindeki etkileri, krizden çıkış için gerekli
istikrar ve yapısal uyum politikalarının yanı sıra
kurumsal düzenlemeler üzerinde yoğunlaşıldığı
görülmektedir. Oysaki krizler, genel anlamıyla
sosyoekonomik etkiler olarak nitelenebilecek çok
geniş bir alanı kapsayan sonuçlar ortaya
koymaktadırlar. Bu anlamda ekonomik yaşamda meydana
gelen krizlerin, bir savaşın yarattığı ekonomik ve
sosyal yıkıntılarına yakın düzeyde etkileri söz
konusu olabilmektedir298. Ekonomik
krizler beraberinde; likidite buharlaşması, üretimde
hızlı bir daralma, fiyatlarda dengesizliğin
oluşması, çok sayıda iflasın meydana gelmesi, reel
sektörün küçülmesi, ücretlerde gerileme, gelir
daralması/satın alma gücünün azalması/talep
daralması, işsizlik, gelir dağılımının bozulması,
beyin göçü, aile içi ve genel olarak beşeri
ilişkilerin bozulması, krizlerin derinliğine bağlı
olarak suç oranında gözlenen artış,
hırsızlık/kapkaççılık, intihar, boşanma gibi sosyal
sorunlar, vergi tahsilatının düşmesi, borçların
artması, dolarizasyon, kayıt dışı ekonomi,
ülkenin anîden artan dış kaynak ihtiyacı
sonucunda uluslararası finans kuruluşlarının ülke
ekonomi politikalarının belirlenmesinde artan rolü
ve bunun yarattığı bağımlılık duygusu, dolayısıyla
ülkenin kendi sorunlarını çözme istek ve
yeteneklerinin aşınması, devlete/siyasal sisteme
güvensizlik, Vandalizm, vb. şeklinde sıralanması
muhtemel ekonomik ve sosyal sorunları ya doğurmakta
ya da mevcut halinin daha da derinleşmesine neden
olmaktadır. Krizlerin etkileri, daha sonra işgücü
piyasalarında, sağlık, eğitim ve sosyal yardım
kalemlerinde kısıntılara gidilmesiyle bütçe
harcamalarının miktar ve bileşimini ve giderek
yoksulluk ve gelir dağılımına ilişkin göstergeleri
olumsuz yönde etkilemektedir. Sayılan maliyetlerin
birçoğu genelde tartışmaların dışında
bırakılmaktadır. Bu durum, ilgili sorunların önemsiz
görülmelerinden ziyade nicelleştirilememelerinden
kaynaklanmaktadır. Oysa bu tür etkilerin kapsanması
ile ancak krizin sosyoekonomik etkilerinin tam
anlamıyla anlaşılmasının mümkün olabileceği
gerçeğini göz ardı etmemek gerekmektedir.
Yaşamsal
ihtiyaçların karşılanması piyasa mekanizmasının
insafına bırakılması durumunda insanların
yaşamlarını sürdürebilmek adına suç işlemeleri
yadırganacak bir durum gibi görünmemektedir. Zira
Arjantin'de 2001 yılındaki ekonomik kriz sonrası
gerçekleşen yağma olayları böyle bir duruma örnek
teşkü edebilecek niteliktedir. Yine aynı şekilde,
Kasım 2001 ve Şubat 2001'de Türkiye'de yaşanan derin
ekonomik kriz, emekçi sınıflarda çok ciddi bir
hoşnutsuzluğa neden olmuştur. Gerçi solun dağınık ve
güçsüz durumu, bu hoşnutsuzlukların emek eksenli
muhalif bir harekete yönelmesini engellemekteydi
lakin yine de benzer bir kriz yaşayan Arjantin'de
oluşan kaos ve sosyal patlama ortamının bir
benzerinin Türkiye'de meydana gelmesinden de
korkulmuyor değildir.
Ekonomik
krizlerle birlikte artan işsizlik, bir taraftan
çalışma isteği ve gücünde olan kişileri işsiz
kaldıkları sürece gelir kaybına uğratırken, bir
taraftan da işe yaramayan biri olma psikolojisine
girmelerine neden olarak onların değer yargılarını
etkilemek suretiyle toplumsal erozyona uğramalarına
neden olmaktadır. İşsizliğin insan psikolojisi
üzerine neden olduğu baskı sonucu stresle ilgili
hastalıkları çoğaltmakta, işsiz insan
topluluklarının değer yargılarındaki bozukluklar
beraberinde cinayet benzeri olayları arttırmaktadır.
Ayrıca, işsizlik ekonomide potansiyel büyümenin
altında büyümeye neden olduğundan kaynakların israf
edilmesiyle karşı karşıya kalınmaktadır. İnsanları
sadece bir işim olsun diye aldığı eğitimle uyumlu
olmayan işlerde ve ücrette çalışmak zorunda
bırakması, işsizliğin neden olduğu kaynak israfına
örnek gösterilebilecektir. Bireyler işsiz
kaldıklarında, ömürleri boyunca biriktirdikleri
tasarruftan erimekte, evleri ve diğer taşınmaz
mallan ellerinden çıkarmak durumunda kalmakta,
toplum içindeki sosyal konumlarını ve öz güvenlerini
yitirmekte, fiziki ve akli sağhklan bozulmaktadır.
Anlaşıldığı üzere işsizliğin bireyler üzerindeki
olumsuz etkilerini tam olarak ölçmek çok zor bir
durumdur. Bu yönde ABD kongresi için işsizlikle
ilgili olarak yapılmış olan bir araştırmada ürkütücü
sonuçlara ulaşıldığı görülmektedir. Şöyle ki;
İşsizlik oranı %1 arttığında, örnek olarak %5 den %6
ya çıkması halinde, toplumda ortalama olarak 920
intiharın, 648 cinayetin, 20240 kalp krizinin, 495
karaciğer sirozu ölümü vakasının ortaya çıktığını,
4227 kişinin akü hastanesine, 3340 kişinin de
hapishaneye düştüğünü ortaya koymuştur. İşsizliğin
boyutunu izah amacıyla Harvard Üniversitesi Tıp
Fakültesi öğretim üyelerinden Thomas Cottle,
işsizliğin Amerikan toplumundaki en öldürücü
hastalık olduğu, eşler arasındaki geçimsizlik ve
dayak olaylarının, kısırlık ve diş çürümelerinin
başlıca nedeni olduğunu ifade etmektedir. Yine aynı
şeküde Alman psikologlar da işsizliği insan sağlığı
için ölümcül bir tehlike olarak gördüklerini
açıklamaktadırlar. Onlara göre, bir yıl işsizlik
insan ömrünü 5 yıl kısaltmaktadır. Tüm bu
açıklamaların sonucunda, yukanda sayılan sosyal ve
ekonomik maliyetlerin ortaya çıkmasında ve
hızlanarak derinleşmesinde etkin rol oynadığı
anlaşılan işsizlik sorununu lokomotif sorun
olarak tanımlamamız mümkün olabilecektir.
Gerçekten de incelendiğinde bir ekonomik krizin
ortaya koyduğu hem sosyal hem de ekonomik yıkımın
ardında işsizlik sorununun yattığı görülebilecektir.
Nitekim Keynes, işsizliği en önemli sorun olarak
görmüş ve bu sorunların ortadan kaldırılmasına
yönelik çözüm önerilerinde bulunmuştur. İlgili
döneme bakıldığında da Keynes'i Genel Teori'yi
yazmaya iten sebeplerin başında o dönemde sadece
İngiltere'de değil genel olarak tüm dünyada 1929
Büyük Depresyonu ve savaşın kaçınılmaz bir sonucu
olarak ortaya çıkan işsizlik ve sefaletin varlığının
geldiği görülebilecektir. Bu bağlamda Keynes'in,
eserinde çözüm için tam istihdam kavramına
odaklanıldığı bilinmektedir.
Ekonomik
kriz ile birlikte varlık bulan ve/veya derinleşen
bir diğer temel sorun gelir dağılımı
dengesizliğidir. Bu dengenin, toplumun ortak özlemi
olan barış, huzur, güvenlik, adalet ve refahın
oluşup gelişmesinde bir araç olarak görülmesi
gerçeği göz önüne alındığında önemi daha iyi
anlaşılmakta, düşük gelirli kesimlerin nispi payının
kötüleşmesi durumunda da çok ciddi sakıncalara neden
olabileceği ortaya çıkmaktadır. Eğer bir ekonomide
gizli ve açık işsiz sayısı %15'in üzerinde ise gelir
dağılımını o ekonomide düzeltmenin mümkün olmadığı
kanaati hâkimken bu durumda meselenin muhakkak bu
boyutunu da dikkate almak gerekliliği ortaya
çıkmaktadır. Aynı doğrultuda firsat eşitliğinin söz
konusu olmadığı bir ekonomide de gelir dağılımının
bozulması kaçınılmaz olacaktır. Gelir dağılımını ve
servet dağılımını bozan önemli bir başka etken de
bankacılık sistemidir. Sübvansiyonların ve
teşviklerin yüksek gelirlilere aktarılması söz
konusu ise bu durumda gelir dağılımı olumsuz yönde
etkilenecektir. Diğer taraftan ekonomik krizlerin
beraberinde kimilerine firsat doğurduğu kimilerine
ise acı kayıplara neden olduğu bilinmektedir. Bu
açıdan krizlerin bireyler arasındaki gelir dağılımı
dengesizliğini artırıcı bir etken olarak karşımıza
çıktığı görülmektedir.
Ekonomik
kriz dönemleri kayıt dışılığa uygun bir zemin
hazırlamaktadır. Bu gibi dönemlerde işsizler,
kayıtlı ekonomide bulamadığı istihdam imkânlarını
kayıt dışı faaliyetlerde aramaktadırlar.
İşverenlerin kayıt dışına yönelmesi ise, işçi
maliyetlerini düşürmek, istihdam ve üretim açısından
esnek davranabilme olanağına kavuşmak beklentisinden
kaynaklanmaktadır. Kayıt dışı istihdam edüen işçiler
açısından başlıca gerekçe, kayıtlı faaliyette
bulunma imkânlarının sınırlı olması şeklinde ortaya
çıkmaktadır. Çalışanların büyük bir bölümü iş tercih
edecek konumda olmadığından, yoğun işsizlik
ortamında, çalışma koşullan nedenli kötü de olsa,
bulabileceği bir işte çalışmak zorunda
kalmaktadırlar. Kayıt dışı çalışmak zorunda
kalanlar, sendikasız olma ve sosyal güvenlik kapsamı
dışında kalma, sağlıksız ortamlarda, işyeri ve iş
güvenliği olmadan, pazarlık gücünden yoksun ve
korumasız, istismara açık ve sigortasız olarak
çalışmak zorunda bırakılmaktadırlar. Bu da ekonomik
krizin çalışanlara olumsuz yansımasının bir boyutunu
göstermektedir.
Ekonomik
krizlerde sosyal ve ekonomik maliyetlerin bir başka
açıdan değerlendirilmesi, hükümetleri ve ilgili
uluslararası kuruluşları harekete geçirme noktasında
kamuoyu tepkisinin bu bağlamda ortaya konması ve bu
yönünün izah edilmesi faydalı olacaktır. Bu noktada
krizlerin olumsuz sonuçlan karşısında meydana gelen
kamuoyu tepkisinin ulaştığı boyutlar ve sürekliliği
hükümetlerin ve uluslararası finans kuruluşlarının
sosyoekonomik etkilere karşı duyarlılığını
belirleyen önemli unsurlar arasında yer almaktadır.
Krizlerin olumsuz sonuçlan karşısında meydana gelen
toplumsal tepkiler hükümetleri harekete geçirmekte,
hükümetlerin artan duyarlılığı ise, IMF başta olmak
üzere Bretton Woods kuruluşlarının (BWK)
tutumlarına yansıyarak sosyoekonomik
olumsuzlukları gidermeye yönelik sosyal
politikaların uygulanmasına olanak tanımaktadır.
|