Enflasyon ve Philips Eğrisi
Philips’e
göre eksik istihdam oranıyla ücret oranının artışı
arasında doğrusal olmayan nispeten istikrarlı bir
ilişki vardır. Buna göre ekonomide enflasyon ya da
ücret oranları yükseldikçe işsizlik oranı
gerilemekte ya da enflasyon veya ücret oranı
düştüğünde işsizlik oranı artmaktadır. (Parasız,
1995: 356)
Yüksek
enflasyon sorunu önemini kaybettikçe veya ikinci
plana düştükçe asıl mücadele edilmesi gereken sorun
olarak işsizlik ön plana çıkmaktadır. Bu noktada
Phılıps Eğrisine değinmekte fayda vardır. 1958
yılında A.W. Phılıps tarafından, enflasyon ve
işsizlik arasındaki ilişkiyi açıklamak üzere
belirlenen fonksiyondur. Phılıps uzun dönem verileri
üzerinde yaptığı çalışmalar sonucunda işsizlik ve
enflasyon arasında negatif ilişki olduğu sonucuna
varmıştır, işsizlik düşerken enflasyon artmakta,
işsizlik artarken enflasyon düşmektedir. Phılıps
Eğrisi yıllık fiyat artışlarındaki azalmanın ancak
işsizlik oranının büyümesi karşılığında
gerçekleşeceğini göstermektedir. Ekonomi
politikaları belirlenirken enflasyon ya da işsizlik
hedeflerinden birine öncelik vermek ya da bu iki
değişkenin tolere edilebilir bir dengesini
hedeflemek gerekmektedir. İyi bir ekonomik programa
girmiş ülkede hem enflasyonu düşürüp hem de
işsizliği kısa vadede mümkün gözükmemektedir.
Phılıps Eğrisi ile belirlenen işsizlik, friksiyonel
işsizlik dışında kalan işsizliktir. Eğrinin eğimi
farklı ülkelerdeki emek piyasasının esnekliğine göre
değişmekle birlikte, negatif ilişki
doğrulanmaktadır.
Türkiye’de
makroekonomik istikrarın tesis edilememiş olması ve
halen AB ülkelerine göre çok yüksek düzeyde seyreden
kronik enflasyon, iktisadi büyüme sürecinde aşırı
dalgalanmalara neden olmuştur. Bu kaynak kullanımını
ve gelir dağılımını olumsuz yönde etkilemiştir.
(TÜRK-İŞ, 2010)
Fiyat seviyesindeki istikrarsızlık,
hem fiyat seviyesinin düşmesi, hem de yükselmesi
şeklinde ortaya çıkabilir. Uzun bir süre enflasyon
ile işsizlik arasında bir çelişki olduğu teorik
olarak savunulmuş ve pratikte de bu iddia
geçerliliğini büyük ölçüde korumuştur. Ancak
1970’lerden itibaren enflasyon ile işsizlik
arasındaki bu ilişki bozulmuş ve yüksek oranlı
işsizlik ile enflasyonun bir arada bulunduğu
stagflasyon olgusu ön plana çıkmıştır.
Son yıllara
kadar Türk ekonomisinin en büyük sorunlarından bir
tanesi de yüksek enflasyondur. Ekonomide kişiler ve
üniteler ekonominin belli bir zaman içinde
sağlayabileceğinden çok mal, hizmet veya kaynak
talep ederlerse enflasyon oluşur. Enflasyon süreci
içinde ekonomik sınıfların nisbi güçleri farklı ise
fiyat artışları güçlü sınıfın reel gelirini
artıracak, zayıf olanınkini de azaltacaktır. Türkiye
ekonomisinde enflasyonun mutlaka kendine has
özellikleri ve ekonominin bünyesinden doğan
farklılıkları vardır. (Kılıçbay, 1992: 319-320)
Enflasyonun bozduğu
tasarruf yatırım dengesini düzeltmek, harcama
eğilimini azaltmak, yatırımları teşvik etmek, reel
sermaye birikimini ve büyümeyi enflasyon ortamında
hızlandırmak için bir dizi düzenleyici tedbire gerek
vardır. Çünkü enflasyon sadece gelir dağılımını
bozarak sosyal adalete aykırı düşen bir sonuç
yaratmakla kalmamış, ulusal sermaye birikimini,
sağlıklı köklü sanayileşmeyi, dışa açılmayı,
ihracatın sağlam temellere oturtulmasını kısmen
aksatmış kısmen de önlenmiştir. (Kılıçbay, 1992:
341)
1980 sonrasında
enflasyonla mücadelede sıkı para ve iç borçlanma
politikaları, gerçekçi veya pozitif faiz
politikaları, gerçekçi ve değişken kur politikaları,
KİT’lerde gerçekçi veya karaborsaya yol açmayan
fiyat politikası, özel sektörde fiyat kontrollerinin
kaldırılması ve sübvansiyonları sınırlı tutma
politikası, ithalat liberalizasyonu yoluyla iç
fiyatların kontrol altında tutulması uygulamaları
sürekli olarak gündemde kalmıştır. Bu politikalar
sadece enflasyonla mücadele açısından değil, arz
talep dengesinin sürekliliğinin sağlanması ve
piyasalarda yokluk ve kıtlıklara yol açılmaması
açısından da yönlendirilmiştir. Bu nedenle, faiz ve
döviz kuru dahil tüm fiyatların gerçek kıtlıkları
yansıtması ve mücadele olmadan piyasalarda
kendiliğinden oluşması amaçlanmıştır. Enflasyonla
mücadele için kamu gelirlerini arttırmak amacıyla
bazı vergi düzenlemeleri yapılmış özellikle KDV
uygulamaları başlatılmıştır. (Türkkan, 1992: 54)
Enflasyonun yarattığı
belirsizlikler; sanayide riskliliği arttırarak
yatırım eğiliminin azalmasına, uzun vadeli büyük
girişimlerin ertelenmesine ve çok kısa vadeli ve
geri dönüşü kolay olan alanlara öncelik verilmesine
neden olmuştur. Yüksek kaynak maliyeti ve kaynak
darboğazı sanayide yatırım eğiliminin azalmasına
neden olduğu gibi kaynak israfına da yol açmıştır. (Türkkan,
1992: 56)
Türkiye’de
üretimin yapısı, üretim ve arzın hemen
artırılabilmesindeki güçlükler, yerli ve ithal
edilmiş ham madde ve ara malının elde edilmesindeki
zorluklar, gecikmeler, aksamalar, sık sık beliren
ufak dar boğazlar, maliyet-fiyat ilişkilerinde
fiyatları yükselten tutumlar, kar hadlerinin
yüksekliği, arz talep ve maliyetlerin durumu
gerektirse bile fiyatların düşmemesi yani aşağı
yönde katılığı, yeni müteşebbislerin, rakiplerin
piyasaya girmelerindeki engeller, zorluklar, tekel
benzeri uygulamalar, genellikle talebin, özellikle
tüketici talebinin amatör karakteri arz-talep-fiyat
üçlüsünün serbest rekabet piyasasında olması
gerektiği biçimde işlemesini önlemektedir. Ayrıca
özel finansman alanındaki zorluklar, üretim ve
yatırım
faaliyetlerinin finansmanında öz sermayeye aşırı
bağlılık, ekonomik yapıyı oluşturan özelliklerin
başlıcalarıdır. Bu yapısal özellik enflasyonun
gelişmesinde ve hızlanmasında pay ve rol sahibidir.
(Kılıçbay, 1992: 342)
1980 ve 1990 yılları
arasında önemli sayılabilecek bazı değişmelerin
meydana geldiği kuşkusuzdur. Fakat aynı dönemin en
büyük sorunu da ekonominin yapısı, sistemi,
mekanizması ve işleyişi ile iktisadi hedefler ve
iktisat politikaları arasında zorunlu uzlaşmanın ve
gerekli ahengin kurulamamış olmasıdır. 1980 yılının
başlarında fiyatları serbest bırakarak arz ve talep
dengelerinin kurulacağı, bir süre sonra fiyat
artışlarının duracağı ve böylece ekonomik istikrara
kavuşulacağı umulmuş, fakat devamlı fiyat artışı,
yüksek enflasyon ve ekonomik dengesizlikler bir norm
halini almıştır. Çünkü ekonomide arz talep ve fiyat
ilişkilerinin oluşturduğu mekanizma gerekli olduğu
biçimde çalışmamıştır. Eğer piyasa düzeni ana model
olarak kabul edilip iktisat politikaları bu modelin
işlediğini varsayan bir biçimde hazırlanıyorsa
evvela bu 3 parçalı mekanizmanın çalışması için
gerekli koşulların yaratılması gerekirdi. (Kılıçbay,
1992: 404)
Enflasyonun hızla
yükselmesinin beklenmediği dönemlerde üretim ve
istihdam düzeyi artmaktadır. (Parasız, 1995: 375)
Bir ekonominin bir dönemdeki
başarısının ölçülmesinde üç temel öğe vardır.
Enflasyon oranı, büyüme hızı ve işsizlik oranı.
Enflasyon döneminde
halkın satın aldığı mal ve hizmetlerin fiyatları
yükselir. Böyle bir ortamda herkesin gelirini
enflasyonla aynı oranda artırması mümkün
olmadığından gelir dağılımında da bozulmalar ortaya
çıkar. Ayrıca enflasyon gelecek hakkındaki
belirsizliği artırarak piyasa mekanizmasının
etkinliğini bozmaktadır.
Enflasyon dönemlerinde,
döviz fiyatları da yükselir ve yatırım malları
ithali güçleşir. Ayrıca, yatırımların gerektirdiği
verim ve maliyet hesapları kesinlikle yapılamaz. Bu
da tahminleri alt üst eder ve dolayısıyla firmaların
yatırım cesaretini kırar. Böyle olunca, yatırımlar
en verimli değil, kısa dönemde en fazla kar bırakan
inşaat faaliyetlerine, döviz ve altın alım-satımı
gibi alanlara yönelir. Diğer bir ifade ile
yatırımlar kalkınma için faydalı ve zaruri olan
alanlardan, spekülasyonlara elverişli alanlara
kayar. (Özgüven, 1991: 394)
Küresel
Ekonomik krizle birlikte ülkemizde dış ve iç talepte
yaşanan daralma, petrol ve diğer temel mal
fiyatlarında yaşanan düşüşler enflasyon oranını da
aşağıya çekmiştir.
|