Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

5 Nisan Anatomisi 

5 Nisan kararları üzerinden beş ay geçti. Resmi çevreler ül­kenin çeşitli yörelerini dolaşarak, alınmış olan kararların olumlu sonuçlarının alınmakta olduğunu anlatmaya çalışmaktadırlar. Bu kişiler dış ticaret açığının kapanmakta olduğunu, bütçe açığının kapandığını, hatta fazlaya dönüştüğünü, fiyatların denetlendiğini ve faizlerin inişe geçtiğini halka müjdelemekteler. 

Siyasilerin bu davranışı birçok bakımdan hatalıdır. Ne var ki, zaten bu hataları görebilme güç ve etiğine sahip olan bir siyasal kadro, böyle bir yola girmezdi ve dolayısıyla böyle bir karara da sürüklenmedi. Zira, açıkça görülen odur ki, Türkiye bu aşamaya 3-5 günde yada 1-2 yılda gelmediği gibi, bu ortamdan çıkması da böyle yüzeysel önlemlerle ve bu kadar kısa sürede olamaz. Tüm bu oluşumları anlayabilmek ve olayları yerli yerine oturtabilmek için, sosyo-ekonomik oluşumları, hem kendi iç dengeleri, hem de içinde yüzdüğü ilişkiler ortamındaki dengeler ve çelişkiler bağ­lamında ele almak gerekmektedir. 

Ekonomi, 1970'lerin sonuna doğru iki önemli darboğaza giri­yordu. Bunlardan biri ödemeler dengesi sorunu idi. Korumacı politikaları ülke yararı doğrultusunda değil de, ekonomik çıkar çevrelerinin yaran doğrultusunda uygulayan ve iç rekabeti ya­ratmadan, verimsiz üretim üniteleri kuran tüm ekonomiler so­nunda döviz darboğazına sürüklenmiştir. İşte Türkiye'de bu sonuçla baş başa kalmıştır. Döviz darboğazı ihracatla aşılaca­ğından dolayı, ekonomiyi dışa açmak kaçınılmazdı. 

Ne var ki, bu aşamada ikinci darboğaz ile karşılaşıldı. Bir de­fa, 1970'lerin ikinci yarısında görülen ücret artışları, verimsiz sanayinin dışa açılımı önünde ciddi bir engel oluşturuyordu. Bunu da yenmenin yolu olarak, ücretleri bastırma gündeme gel­di. Değerlendirilmiş döviz kuru ile bastırılmış ücretler, ciddi bir verimlilik artışı yaratmadan ihracata yönelmenin fitilini oluştur­du. Yoğun devlet desteği ile de takviyeli olarak başlatılan, temel­siz ihracat politikası, biraz da olumsuz dünya konjonktüründen etkilenerek, 1980'lerin ikinci yarısında hızını kaybetmeye mah­kûmdu. Nitekim öyle de oldu. 

1980 politikaları ile kamu bütçesi üzerinde ciddi yük oluştu­ran gruplar, bir yandan yasal ve yasa dışı yollarla vergi verme­yen, diğer yandan da yoğun teşvik alan sermaye kesimidir. Böy­lece, devlet erirken, kamu açıkları da bir tümör gibi büyümeye başladı. Bu sonuç, enflasyon ve faiz haddi üzerinde yoğun bi­çimde artırıcı etki yaptı. 1980 başında artan döviz kurunu telafi eden düşük ücret ve vergi avantajı, yükselen finans maliyeti ile törpülenirken, 1980'lerin sonuna doğru yükselmeye başlayan ücretler nedeni ile yok olmaya yüz tuttu. Avantajlar cennetinde ciddi, akılcı ve uzun-dönemli atılımlar gerçekleştirmemiş olan sermaye, böylece kendi bindiği dalı kesmiş oldu. Maddi sermaye tekrar krize sürükleniyordu. 

Bu olumsuz tabloyu perdeleyen ve oluşumları kamuoyu gö­zünde gizleyen gelişme, dünya finans aleminin Türkiye'yi yörün­gesine alması olmuştur. Aslında 1980 politikası ile temelleri atılmış, 1987 ve 1989, para programı ve konvertibilite kararları ile koruma duvarları da oluşturulmuş olan temel gelişme çizgisi­nin niteliği, Türkiye'nin güçlü uluslararası finans merkezlerinin yörüngesine oturtulmasıdır. Yükselen iç faizler, ülkeye sıcak para girişini sağlarken, ithalat ve girdi fiyatları ile iç fiyatlar, bir derece de olsa denetlenebiliyor, ülkenin refah düzeyinin yüksek olduğu görüntüsü oluşturuluyordu. Ekonomiyi içten içe kemiren bu oluşum büyük halk kitleleri tarafından algılanamadığı gibi, siyasilere pirim de yaptırıyordu. Bu nedenle, hiçbir siyasi kadro bu gidişe dur diyemezdi ve demedi de. Peki bu gidişi anlayabilen kadrolar nerede idi? Bir kere, finans çevreleri bu oluşumdan yarar sağlıyordu. Maddi sermaye ise, bir yandan günlük avan­tajlar oluştururken, diğer yandan da yavaşça finans alanına kayı­yordu. Ya akademik çevre ne yapıyordu? Bu kadro ise, üniversite-sermaye işbirliğine katkı yapıyordu. 

İşte Türkiye bu acıya yaşadı. Hem sıkışan Batı'nın malını al­dı, hem de o malı almak için borçlandı ve onun üzerine faiz öde­di. Bu gidiş uluslararası finans çevrelerine önemli kaynak aktarı­nı gerçekleştirdi. Fakat Türkiye'nin risk faktörü yükseldi ve borç ödemede hiçbir aksama olmadığı halde, kredibilite puanı düşü­rüldü. Bunun anlamı, dış kaynak akımının zayıflaması, dolayı­sıyla faizin yükselmesidir. Diğer bir deyişle, ilave borç bulabil­mek için dışarıya daha fazla kaynak aktarmak gerekmektedir. Kısacası son 5-7 yılın hovardalığı, dış kaynaklarla finanse edil­diği için, Türkiye bir yandan bu birikmiş faturayı ödemek, diğer yandan da bu gidişi, biraz da olsa düzeltmek zorunda kaldı. 5 Nisan kararları, bu amaca yönelik bastırma ve satıp-kurtulma kararıdır. 

5 Nisan kararlarının kısa anatomisine geçmeden, bu karalarda dış ve bazı iç çevrelerin nasıl bir çıkar birliği içinde olduğuna da değin­mek gerekmektedir. Bir defa, dış finans çevreleri, bu sarhoş gidişi tam olarak durdurmak istemedi, ama risk yükselince bâzı garantiler sağlamaya çalıştı. Bunun en güvenilir yolu, tekneyi IMF iskelesine itmek idi. Bu yapıldı. İç çevreler de aynı amaç da birleşiyordu. Sıkı­şan maddi-sermaye ücret yükünü hafifletmek istiyordu. Finans-sermaye ise, hem daha yüksek pay hem de garanti istiyordu. Kâr ve rant dışı kesimler baskı altına alınmalı, devletin kökü kazınmalı, bazı varlıklar satılmalı idi. İşte karar, anatomik görüntüsünü, bu çıkar çevrelerinin baskısı ile kazanıyordu. 

Kararın özü baskı ve satış olduğu halde, bunun kamuoyuna satışı, tasarruf ve yapısal değişim şeklinde olmalı idi. Şimdi bu unsurlara bakalım. Bir kere tasarruf, sermayeden yiyilerek yapılmaz. Sermayeden yiyilerek yapılan masraf azaltmasının adı tasarruf değil, erime ya da erozyondur. Yatırımları durdurma, maddi sermayeyi eritirken, ücret ve maaşları dondurma beşeri sermayeyi eritir. Peki niçin gerçek anlamda tasarruf yapılmıyor da, sermaye erozyonuna gidiliyor? Çünkü, tasarruf yapması gereken kesimin gelirleri ve harcamaları denetlenemiyor. Siyasal güç, harcamaları denetleyemeyince yatırım ve ücretleri bastırı­yor. Burada sorun, sadece bir adaletsiz gelir dağılımı meselesi olmayıp ekonominin eritilmesi ve ileride çok daha zor günlere doğru anlamsız bir gidiştir. 

Özelleştirme işine gelince, tüm ideolojik ve doktriner görüş­lerden sıyrılsak bile (ki iktisatta böyle birşey olamaz!) şunu gör­memiz gerekiyor. Batı üretim merkezleri, bir yandan kapitalist sistemin genel krizi ile, diğer yandan da yoğun borçlu ülkelerin ihracat seferberliği ile ciddi olarak zor durumda kalmıştır. Ba­tı'da üretici sermayenin kâr oranları düşerken, fınans sermayenin kâr oranları yüksek seyretmektedir. İşte buna karşılık olarak Batı bir yandan teknoloji üretip satmaya, diğer yandan da bizim gibi ülkelerin parlak kuruluşlarını ele geçirmeye çalışmaktadır. Ünlü Dornbusch bunları yazarken, şunu da belirmeden geçmemekte­dir: Yoğun borçlu ülkeler, borç faizlerinden kurtulmak için üreti­ci kuruluşlarını yabancılara devrederken fazla avantajlı sayıl­mazlar, zira bu halde de yoğun kâr transferi sorunları ile karşıla­şacaklardır. Hatta belki de IMF gibi kuruluşlarla anlaşabilecek­leri halde, güçlü uluslararası holdinglerin baskısına karşı koya­mayacaklardır. Harvard profesörü, Latin Amerika ülkelerini incelerken, bizzat kendi ülkesi aleyhinde olan böyle bir hükmü nasıl açıklayabiliyor? Çünkü, o kişi herhangi bir holdingin yöne­tim kurulunda ya da holding medyasında sırıtmıyor! 

5 Nisan kararlarından sermaye fevkalade kârlı çıktı. Bir defa, iş alemi sermaye bileşimini, istediği biçimde değiştirdi. Etrafa bir kriz korkusu yayarak, çalışanları atomize hale getirdi ve ciddi eleman tasfiyesi yaptı. Ücretler üzerinde ciddi baskı oluşturdu. Hükümetle vergi ve gümrük birliği konularında, muhtemelen, görüşmeler yaptı. Sendikalar zayıflatıldı ve toplumsal tepkiler baskı altına alındı. Bir defalık vergiler abartılmamalıdır. Bunla­rın uzun zaman dilimine yayılmış olmaları, yansıtılabilmeleri, zaman içinde enflâsyonla eritilmeleri ve nihayet topluma imaj vermeleri, hep görüntüsel yükümlülerin avantajınadır. Bu kriz, kapasite daraltılması, kamu açıklarının daraltılması, tüketici taleplerinin daraltılması nedenlerine bağlı olarak, fınans yükünü de görece hafifletmiştir. 

Önlemlerin sonucunun değerlendirilmesine gelince, ücretler ve maaşlar bastırıldıktan, ekonomi neredeyse durma noktasına ge­tirildikten, işsizlik boyutu büyütüldükten, hele de bir ayda % 33 fiyat artışı yaşandıktan sonra, ödemeler açığının azalması, bütçe açığının daralması, fiyat artış hızının denetlenmiş olduğu görün­tüsü ve faiz düşüşü anormal değildi. Anormal olan, tüm bu reel olumsuzluklar karşısında alınmış olan bu sonuçları kalıcı gibi görmek ve abartmaktır. 

Hükümet ciddi bir üretim plânlaması ve vergi reformu yap­madan, ekonomide genel verimliliği yükseltici maddi ve özellikle de beşeri sermaye alt-yapılarını geliştirmeye çalışmadan, göreli fiyatlarla oynayarak, bazı dengeleri oluşturmaya çalışmaktadır. Oysa bu politikalar belki ancak günü kurtarır. Ama yarını tü­ketmektedir. Ekonomide bu ücret sistemi ile beşeri sermaye eri­tilmektedir. Beşeri sermayenin bu kanaması, kısmen maddi, fakat büyük bölümü itibariyle, fınans-sermayesi lehine gerçekleşmek­tedir. Böylece uzun dönemde, üretim kapasitesi frenlenirken, kaynaklar tüketim ya da israf alanına pompalanmaktadır. Ve bu koşullarda enflasyonun önlenebileceği düşünülmektedir. 

Kaynak: İzzettin Önder – İstanbul Üniversitesi Maliye Bölümü

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005