Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Cumhuriyet Dönemi Öncesi Türkiye İktisat Tarihi 

Türklerin Anadolu'ya gelişi 11'inci yüzyılın ikinci yarısı başlarındadır. Selçuklular, 1040 yılından hemen sonra batıya hareketle İran'ı ele geçirip, o zaman Rey adıyla anılan şimdiki Tahran'ı kendilerine başkent yapmışlar, bir kısmı İran'da kalmış, diğer kısmı 1071 yılında Bizanslılarla yapılan savaşı kazandıktan sonra Anadolu'nun içerlerine yürümüşlerdir. 

Selçuklu Türkleri büyük bir çoğunlukla göçebeydiler. Yavaş yavaş köylere, kasaba ve şehirlere yerleştilerse de şehirlerde sanat ve ticaret uzun süre, Türk ve Müslüman olmayan yerli halkın elinde ve tekelinde kaldı. 

Bu durum böyle sürüp giderken 13'üncü yüzyılın başlarında, Çin'in kuzeyi ile kuzey-batısında ortaya çıkan yepyeni bir güç, on onbeş yıl içinde dünya siyasi haritasını alt üst etti. Bu güç, Cengiz Han (1155-1227) başkanlığındaki Moğollardı. 

Tarih sahnesine birdenbire çıkan Cengiz Han, 1215'de dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olan Çin'e saldırıp başkent Pekin'i ele geçirdi ve Çin İmparatorluğunu ortadan kaldırdı. Koca Çin İmparatorluğu bu selin hızını kesemedi; Cengiz bu defa batıya, o zaman Türkistan ve Horasan böl­gelerine hakim olan bir Türk devletine, Harzemşahlara saldırdı. 1218-1220 arasında, o çağın, Türklerle meskun, uygar ve çok gelişmiş Buhara, Semerkand, Taşkent şehirlerini yerle bir etti, halkı kılıçtan geçirdi. 

Tarihin bu en korkunç insan kırımından kaçış, yani Orta Asya'dan Anadolu'ya göç, bu yüzden başladı. 

Bu insan kırımından kaçanların bir kısmı o zaman Selçuklular hakimiyetinde bulunan İran'da, geçici ya da temelli olarak kalmışlardı; Ama büyük parça Anadolu'ya girdi. Bunların büyük çoğunluğunu, Harzem bölgesi şehir ve kasabalarının esnaf ve sanatkarları oluşturuyordu.

İran ve Anadolu'da sanat ve ticaretin bu göçten sonra canlılık kazan­ması da bu kanıyı desteklemektedir.

 Asya'dan gelme bu sanatkar ve tüccar Türklerin, yerli tüccar ve sanatkarlar karşısında tutunabilmeleri, aralarında teşkilatlanıp dayanışma sağlamaları, bu yolla iyi, sağlam ve standard mal yapıp satmaları ile mümkün olabilirdi. İşte bu zorunluluk, dini-ahlaki kuralları fütüvvet-namelerde zaten mevcut olan bir esnaf ve sanatkar dayanışma ve kontrol kuruluşunun, yani ahiliğin (*) kurulması sonucunu doğurdu. 

Şeyh Nasrüddin Ahi Evran, deri işçiliğinde ve teşkilatçılıkta son derece başarılıydı. Bu alandaki literatür, Anadolu'da ahiliğin kuruluşunda onun başlıca rolü oynadığını yazmaktadır. Zaten batıya göç eden bu Türkler arasında Mevlana Celaleddin Rumi ve Hacı Bektaş Veli gibi bilge kişiler de vardı. 

Prof. Dr. Mikail Bayram'a göre; Ahi Teşkilatının başmimarı, derici esnafının piri, devrinin önde gelen fikir ve aksiyon adamı "Ahi Evren Hace Nasiru'd-din Mahmut" ile ünlü Nasreddin Hoca aynı kişidir. Ahi Evran, Mevlana'nın oğlu olan müridi Alaeddin Çelebi ile birlikte, 1261 yılında Kırşehir emiri Nurettin Caca tarafından öldürülmüşlerdir. Öldürülmesinin nedeninin Türk-Moğol Mücadelesi ve/veya Afakilik-Enfüsilik çekişmesi olduğu ileri sürülmektedir. 

Ahiler Birliği mensuplarına tezgah başında sanat, zaviyelerde edep öğretmenin, Müslümanlara özgü olarak sürüp gelmesi 18'inci yüzyıla kadar devam etmiş, fakat Osmanlı Devletinin, 1683 İkinci Viyana Bozgunundan sonra ardı ardına gelen askeri yenilgilerle zayıflaması karşısında, bu Müslüman ve gayr-i Müslim ayırımı daha fazla sürdürülememiş, esnaf ve sanatkarların mesleki dallarının giderek çeşitlenmesinin doğurduğu ihtiyacın da bir ölçüde dayatmasıyla farklı dindeki kişiler arasında ortak çalışma zorunluluğu doğmuştur. 

Bu, din ayırımı gözetilmeden kurulan, eski niteliğinden fazla bir şey kaybetmeyen yeni organizasyona da "gedik" (**) denmiştir. 

Diğer taraftan Avrupa'da (öncelikle İngiltere'de) 15 ve 16'ıncı yüzyıllarda başlayan, ekonomik, demografik, kültürel ve siyasal değişimler giderek yeni bir üretim biçiminin ortaya çıkıp gelişmesini zor­lamaktaydı. Bu gelişimin sonucu olarak 18'inci yüzyılda önce İngiltere'de, daha sonra da sırasıyla Hollanda, Fransa, Almanya ve öteki Avrupa ülkelerinde çağımızın hakim üretim biçimi olan fabrika sanayi denilen yeni bir sanayi tipi egemen olmaya başladı. 

Fabrika sanayi üretim biçimi, birçok özellikleri ile küçük sanatlar ve küçük sanayi tipinden ayrılmaktadır. Bu üretim biçiminin karakteristik özellikleri şunlardır:

a)      Üretim, işgücünden ve el emeğinden çok sermaye ve makineye dayanmaktadır.

b)      İşletmeler hacim bakımından çok büyüktür.

c)      Üretim, seri ve kitle halinde yapılmaktadır. Ürünler standard ve belirli niteliklerde üretilmekte ve çok sayıda insanın ihtiyaçlarını karşılaya­bilecek ölçülerdedir.

d)      Üretim tekniği ve üretimde kullanılan araçlar bilimin son bulgu­larına göre daima gelişmekte ve ilerlemektedir.

e)      İşletmelerde ekonomik ve teknik işbölümü son derece ilerlemiştir. Bunun sonucu olarak idare edenle üretimi yapan gruplar arasında farklılaşmalar ortaya çıkmıştır.

f)      İşletme içinde üretim ve iş ilişkileri küçük sanatlar ve küçük sanayiden tamamen farklı esaslara göre kurulmuştur.

g)      Üretimin amacı rasyonel ve verimli bir çalışma ile kar elde etmekdir. Kazanç ve karlılık, işletme içindeki bütün faaliyetleri düzenleyen ve belirleyen en önemli motiftir. 

Ana hatları ile yukarıda belirtilen bu özellikler, fabrika sanayinin, küçük sanatlar ve küçük sanayi üretim biçiminden farklı olduğunu göster­mektedir. 

15 ve 16'ncı yüzyıllarda başlayıp 18'inci yüzyıla kadar devam eden oluşumun sonucunda, Birinci Sanayi Devrimi (1760-1840) denilen ve ilk defa İngiltere'de görülen yeni sanayileşme hareketi doğmuştur. Bu sanayinin, eski toplumların üretim sistemleri olan sanatlar ve küçük sanayi üzerinde çok büyük olumsuz etkileri olmuştur. Aslında modern anlamda sanayileşme süreci, geleneksel toplum yapıları için bir çeşit sosyal depremdir. Bu depremden hasar görmeyen, değişikliğe uğramayan sosyal hayat alanı kalmamıştır. Bu cümleden olarak, sanatlar ve küçük sanayi faaliyet alam da büyük değişimler yaşamıştır. 

Küçük sanatlar ve küçük sanayide üretim daha ziyade el emeğine ve becerisine dayanmaktadır ve üretimin kalitesi ve miktarı da bu emeğin imkanları ile sınırlıdır. Buna karşılık fabrikasyon tipi üretiminde esas unsur makinedir. Makinenin üretim kapasitesi insanlar tarafından istenildiği kadar ayarlanabilmektedir. 

İşte bir taraftan standart, yani tek tip ve çok sayıda üretim, diğer taraftan ucuz ve kaliteli ürün yapabilmekle, büyük sanayi bütün sektör­lerde hakim duruma gelmiştir. Fabrika sanayine oranla teknolojik Üstünlüğe ve sermayeye sahip olmayan küçük sanatkar ve sanayicinin büyük işletmelerle rekabetine imkan kalmamıştır. Bunun sonucunda birçok küçük işletme ya tamamen piyasadan çekilmek ya da faaliyet alanlarını sınırlandırmak, mahalli ve kısmi kalmak durumuna düşmüştür.

Fabrika üretim tarzı, mekan bakımından sınırlı bir yerde birçok işgücünü çalıştırmak ve onlara geçim sağlamak gibi bir üstünlüğe sahiptir. Ayrıca gelişiminin ilk aşamalarında çok sayıda insan gücüne ihtiyacı vardır. İşte bu ihtiyaç, ortaçağ Avrupası'nda bir taraftan köylü-çiftçi nüfustan sağlanırken diğer taraftan küçük sanatlar ve küçük sanayi kesiminden karşılanmıştır. Üstelik bu ikinci kaynak birincisine oranla daha üstün kalit­ede insan gücüne sahipti. Bu insan gücü çıraklar ve kalfalardır. Bunlar 14 ve 15'inci yüzyıllarda lonca sisteminin yozlaşmaya başlaması ile sistem içinde huzursuz ve tatmin edilemeyen unsurlar haline gelmişlerdi. Ustalarla olan eski samimi, içten ve duygusal mesleki ilişkileri bozulmuştu. Çıkar çatışmaları işletme içindeki birliği çözmüştü. 

Bu şartlarda gelişen fabrikalar, ihtiyaçları olan insan gücünü sağlamak üzere, küçük işletmelerdeki çözülmüş, sistemden kopmuş, soğumuş çırak ve kalfa gibi yarı kalifiye ve kalifiye unsurları kendine çekmeye başladı.

 Eski kasaba ve şehirlerde esnaf ve sanatkarların toplanıp faaliyet gös­terdiği çarşılar, sokaklar ya da mahalleler, yavaş yavaş azalmaya ve daral­maya, yerlerini fabrikalar ve işçi mahallelerine bırakmaya başlamıştır artık.. 

Avrupa'da bu gelişmeler olurken, Osmanlı Devleti acaba ne durum­daydı ? 

Sanayi Devrimine kadar bütün ülkelerin ekonomik yapıları üç aşağı beş yukarı birbirine benzerdi; çünkü hepsi de tarımdan elde edilen verime bağlı bir sınırlılık içindeydiler. Hatta, XV ve XVI'nci yüzyıllar ile XVII. Yüzyılın ilk yarısına kadar Batı Avrupa ülkeleri henüz makineli üretim dönemine giremediklerinden Osmanlı Sanayi batıya oranla daha üstün sayılabilirdi. Ancak, ulaşım ve haberleşme imkanlarının bugüne nispetle son derece kısıtlı, ağır ve zor olduğu hesaba katılırsa üretilen ticari emtianın, uzun mesafeleri hızla kat ederek yeni katma değerler kazanması istisnai bir olaydı.

Osmanlılarda, çinicilik, dokumacılık ve gemi yapımı çok ileri düzeylere ulaşmış, Türk çuhaları, pamukluları, iplikleri, silahlan, deri ve cam eşyaları, çinileri Avrupalı tacirlerin en çok aradıkları ürünler olmuş, ter­sanelerde başta Venedikliler olmak üzere çeşitli Avrupa ülkeleri için büyük ve kuvvetli harp ve ticaret gemileri seri halinde imal edilmiştir. 

16'ncı yüzyıla kadar batı Avrupa ülkeleri doğunun mallarını Osmanlı ülkesinden geçen ipek yolu aracılığıyla edinmekte ve bu ticaretin transit gelirleri imparatorlukta kalmaktaydı. Buna fetihlerden ve deniz ticaretinden elde edilen gelirler de eklenince, imparatorluk yüzyılın en zen­gin ve en güçlü bir devleti haline gelmiştir. 

Osmanlılar bu dönem içerisinde genel hatları itibariyle üç esastan hareket eden bir iktisat politikası izlemişlerdir. 

İaşecilik prensibi (Provizyonizm) : Buna göre iktisadi faaliyetin gayesi kardan ziyade insanların ihtiyacını karşılamaktır. Üretilen mal ve hizmetler bol, kaliteli ve ucuz olmalı, mal arzı en üst düzeyde tutulmalıdır. Bu iktisadi faaliyete üretici değil tüketici açısından bakan bir yaklaşımdır.

Gelenekçilik : Sosyal ve iktisadi ilişkilerde zamanla oluşan den­geleri (üretim-istihdam) muhafaza etmektir.

 Fiskalizm : Hazine gelirlerini mümkün olduğu kadar yüksek düzeylere çıkarmaktır.

Osmanlıların, modern kapitalist ilişkilere ters, serbest piyasa sistemine aykırı böylesi bir tutucu iktisat politikasını sürdürmeleri ve Ahilik sistem­ine bağlılıklarını sıkı sıkıya muhafaza etmeleri, Avrupa'nın gerisinde kalmalarının nedenlerindendir. Avrupa'da gerçekleştirilen yeni keşifler ve teknolojik ilerlemeler, 16'ncı yüzyıla kadar ekonomik alanda eski çekim ve birikim merkezlerinin alanlarını doğudan, özellikle Osmanlı İmparatorluğu üzerinden batıya çekmiştir. Bir başka anlatımla, doğunun malları ipek yoluyla İstanbul'dan batıya pazarlanmak yerine, Ümit burnundan dolaşarak (Ümit Burnunun keşfi : 1487) deniz yoluyla batı Avrupa ülkelerinde doğrudan doğruya pazarlanma imkanına kavuşmuştur. Böylece ticaretten elde edilen gelirler de artık Osmanlı İmparatorluğunda birikmemektedir. 

Keşifler ve ticaret eski Avrupa küçük sanayinin hızla imalat sanayine dönüşmesine yol açmış, Avrupa bir yandan ham maddelerimize büyük bir müşteri haline gelirken, öte yandan kitle üretimi yapmaya başlayan yeni sanayi ile Osmanlı toplumunu büyük bir tüketici pazarı haline getirmiştir.

Yabancı ülkelerle imzalanan ticari anlaşmalar sonucunda, yabancılara çeşitli hukuki ve mali ayrıcalıklar tanınması da Osmanlı sanayinin çöküşünü hızlandıran etkenlerdendir. 

Bu konuda Abdülbaki Gölpınarlı şunları yazmaktadır : "Teknik ve yeni yaşama biçimi bir çok meslek sahibinin işlerini bozmuş ve bir çok mesleklerde ortadan kalkmaya başlamıştır: Meddahlar, müneccimler, remmaller, cenaze peykleri, tutyacılar, macuncular, aslancılar, ayıcılar, ok ve yay yapanlar, zırhçılar, kum saatçıları, sorguçcular, aynacılar, su yolcuları, arabacılar, sedef işleyenler, kaşıkçılar, hakkak-lar, kalpakçılar, mürekkepçiler, divitçiler, hilalciler..". 

Böylece, yerli zenaat kolları bir yandan ham madde kriziyle, öte yan­dan dış ticaret dengesindeki bozukluk ve batıda ticaretin yapısında mey­dana gelen köklü değişikliklerle temelinden sarsılmıştır. 

Osmanlı devleti işte böylesi bir ortamda, büyük savaşların ve bazı ısla­hat çabalarının içinde 18'inci yüzyıla girmiş, batı uygarlığı benimsenmek istenmiş, Padişahlar ferdi yeteneklerine göre bazı yenilik ve ıslahat den­emelerinde bulunmuş, ancak Osmanlı İmparatorluğunun, köklü ekonomik ve sosyal yapısını değiştirebilme konusunda başarılı olunamamıştır. 

Buna rağmen, bu devrede imparatorluk dahilinde, Batı ülkelerindekilere benzer sanayi kuruluşları da gerçekleştirilmiştir. 

Bunlardan önemli olanları şunlardır : 

İzmit Fabrikası (Kuruluşu 1845), Çuha, askeri elbiseler, istanbul'da Defterdar Feshane Fabrikası (Kuruluşu 1835) Çuha, fes, battaniye, kravat.

Basmane Fabrikası. Fanila, kumaşlar.

Zeytinburnu Fabrikası  (Kuruluşu   1855).  Pamuklu, emprime, pamuk, yün ve çorap.

Hereke Fabrikası (Kuruluşu 1845). Kadife, ipekli kumaş. Seten. Beykoz Teçhizat-ı Askeriye Fabrikası (Kuruluşu 1816). Askeri kunduralar, çizmeler, palaskalar, fişeklikler.

Tophane Fabrikası. Tüfekler, tabancalar.

Beykoz încirköy Fabrikası. Porselen, cam fincan vs. 

Bu kuruluşların çoğu, hem kötü yönetim, hem de kapütülasyonlar nedeniyle kısa bir süre sonra kapanmış ve ancak Bakırköy Bez Fabrikası, Feshane, Hereke Mensucat, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası gibi birkaç tesis ekonomik olmayan kuruluşlar halinde Türkiye Cumhuriyeti'ne intikal etmiştir. 

Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'ya hammadde ve yiye­cek maddeleri satan, oradan da mamul madde alan bir ülke haline dönüşmüştür. 

Yabancı sermaye Osmanlı İmparatorluğu'na 1845 yılında dış borç şeklinde, 1856 yılında da demiryolu yatırımı şeklinde girmiştir. 1877 yılında kamu borçlarının toplamı, faizleriyle birlikte milli gelirin yarısından fazladır.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005