Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Alınmamasında Din Bir Faktör Olabilir Mi? 

Yrd. Doç. Dr. Kemal Çiçek 

Türkiye'nin Avrupa Birliğini (AB) üye­liğini   hararetle   istemesine  rağmen,   üyeliğe alınması konusunda bir tarih bile verilememe­si, içte ve dışta çeşitli yorumlara neden olmak­tadır, Bu yorumların en ilginçlerinden birisi, bizce, Türkiye'de ve Avrupa'da bazı çevrele­rin, Türkiye'nin müslüman bir ülke olması ne­deniyle  topluluğa  alınmadığına  dair görüş­leridir. Son zamanlarda Avrupa'da Avrupa Bir-liği'nin en yetkili kişilerinden birisi olan Jac-que Delors bile samimi bir şekilde AT'nin (ve­ya  1  Kasım  1993'ten sonra anıldığı şekliyle AB) bir "Hıristiyan Klııbü" olduğunu ve do­layısıyla Türkiye'nin üyeliğine soğuk bakıl­masının normal olduğunu ifade etti. Bu sözle­rin Delors'un ağzından duyulması bizi hiç şa­şırtmadı, zira AT'nin uzun süre başkanlığını yapan ve bir Fransız olmasına rağmen kendisi­ni ciaha çok Avrupa vatandaşı olarak gören Delors, topluluk içinde AB'ni en radikal ve  ideal şekliyle kurmak isteyen kişilerden birisi olarak  tanınmaktadır.   Bilindiği  gibi  Delors, AB'ni bir tür "Birleşik Avrupa Devleti" haline getirerek her konuda üye devletlerin üstünde karar verebilen bir konuma getirme gayretle­riyle tanınmaktadır. Delors, tam olarak değilse bile  "Maastricht"  anlaşmasıyla   düşüncelerini önemli  ölçüde  gerçekleştirmeyi   başarmıştır. Gümrük Birliği, Para Birliği ve üye devletlerin bazı mahalli yetkilerini merkeze (Avrupa Par­lamentosu)   devretmeleri   onun   başarılarıdır. (O, bu düşünceleri nedeniyle bir çok Avrupalı devlet adamıyla,  ve özellikle İngiltere Baş­bakanı Thatcher ile, ters düşmüştür. Yalnız bu konular yazımızın içeriği dışındadır.)

İşte idealindeki AB'ni kurma savaşı ve ren Delors'den üyelikte dinin bir ölçü oldu-ğunu duymak, ancak onun samimiyetinin bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. Türkiye'de| de yetkililer son demeçleriyle artık Avrupalı-ların bu sözlerinde samimi ve içten oldukla-rını kabul etmeye başlamışlar, ancak salt laik lik penceresinden konuya baktıkları için bu tür yaklaşımlara bir anlam verememektedirler. Gerçekten de,  Avrupa  gibi  ortaçağın skolastik düşünce anlayışının etkisinden kur-tulmuş devletlerin bulunduğu ve yaklaşık ola rak iki asırdır artık dinin devletlerarası ilişki lerde belirleyici bir unsur olarak kabul edilme diği bir kıtada, hala din devletler arası iiişki lerde belirleyici bir faktör olabilir mi? Bizce bu sorunun cevabı maalesef "evet"dir. Çünkü, Avrupa'da Delors ve onun gibi düşünen, özel likle Hıristiyan Demokrat veya Muhafazakar Parti mensuplarının AB'yi bir Hıristiyan Klubü ve sınırları içinde müslüman bir ülkenin yer al madiği bir birlik olarak görmeleri, aslında, on-ların bilinç altlarındaki ideal Avrupa Birliği imajından kaynaklanmaktadır. Nedir bu De lors'un  başını  çektiği  bazı  Avrupalı  devlet adamlarının ideallerindeki Avrupa Birliği? Bu birlik içinde Hıristiyan olmayan ülkelere yer var mıdır? Bu birliğin sınırlan nelerdir? Bizce, yukarıdaki somlara yanıt bulmak için ortaçağ larda ve özellikle modern Avrupa siyasi dü şüncesinin temellerinin atıldığı  "Aydınlanma çağı" olarak bilinen dönemde, Avrupa birliği düşüncesinin doğuşu  ve gelişmesi ve birlik düşüncesinin hayata geçirilmesi  için  ortaya atılan bazı görüşlerin incelenmesi gerekir. Bu, günümüz Avrupasındaki bazı devlet adamla­rının bilinç altlarındaki ideal AB imajını da da­ha berrak bir şekilde görmemizi sağlayacak­tır. 

Bu yazımızda, AB düşüncesinin felsefi temellerini kuran aydınların görüşlerinden yo­la çıkarak, günümüzde bazı batılı devlet adamları için dinin niçin bir faktör olabile­ceğini göstermeye çalışacağız. Önce Avrupa­lıların kafasındaki "Avrupa" imajını bir kaç ör­nekle göstermeye çalışalım. 

Avrupa Eşittir Hıristiyan Kıta 

Evet, maalesef bugün bazı batılı devlet adamlarının kafasındaki Avrupa imajı budur. Bunun bazı tarihsel nedenleri olabilir : Ünlü tarihçi Heredot'un "Avnıpa" sözcüğünü ilk kez coğrafi bir alanı tanımlamak için kullanmasın­dan sonra, uzun yıllar boyunca, özellikle Av­rupa kıtasındaki "Birlikçilerin (Universalist) dağarcığında bu sözcük Hıristiyanlığın sınırla­rını belirlemek için de kullanır olmuştur. An­cak ortaçağlarda Hıristiyanlığın saldırıya geçe­rek önce Kudüs'ü (1099) ve daha sonra da Bi­zans başkentini (1204) ele geçirmesiyle Avru­pa sözcüğü coğrafi bir terim olarak anlamını yitirmiş ve tarihi metinlerde çok az kullanılır olmuştur, çünkü Avrupa Hıristiyandır ve sınır­larını yani coğrafi alanını aşmıştır. Ne zaman ki Türkler İstanbul'u (Avrupa'yı) tehdit etmiş­ler, o zaman Constance'ın Konsül'ünde bir Pa­paz "şimdi, sadece Avrupa Hıristiyan" demiş­tir. Bu tarihten sonra Avrupa sözcüğünün tek­rar literatüre girdiğini ve sık sık coğrafi bir alan olarak "Hıristiyan Avrupa'mı tanımlamak için kullanıldığını görüyoruz. 13. yüzyılda bir ingiliz Rahibi ve Ansiklopedi derleyicisi olan Bartholomew da sözcüğü bu anlamda kullan­mıştır. Ünlü Dante (1265-1321) ise Monarşi (De monarchia) adlı eserinde Avrupa söz­cüğünü yalnızca bir kıta olarak değil, "Avnıpa Dünyası ve Halkları" anlamında kullanmıştır. Kardinal John Bessarion (1395-1472) da Avru­pa için sınır koyarak, "Hıristiyan Dünyası bü­tün Avrupa'yı kapsar"demiştir. Tasso ise, Avmpa'nın Türklere karşı savaşını Asya'ya karşı bir savaş olarak değerlendirerek adeta bugün medeniyetler çatışmasından söz edenlere ışık tutmuşaır. Türkiye'yi bir çok Avrupalı'nın hala bir Asya ülkesi olarak görme eğilimlerinin ne­deni bu olsa gerektir. Yine geçenlerde Alman­ya'da koalisyon hükümetinin büyük ortağı Hıristiyan birlik partilerinden Meclis Grup Başkanı \Volfgang Schaeııble\n "Birliğin sınır­ları gayet nettir. Bu sınır içinde Türkiye'nin ye­ri yoktur, Türkiye AB'ye tam üye olma haya­linden vazgeçmelidir" şeklindeki sözleri, bize göre, bilinç altındaki AB fikrinin dışavurumu olarak yorumlanmalıdır.d) Bu ve bu anlamda bazı Avrupalı devlet adamlarının sık sık verdi­ği demeçler; onların hala Avrupa'nın Hıristi­yan bir kıta ve AB'nin de Hıristiyan bir "club" olduğuna samimiyetle inandıklarını göstermi­yor mu? Her ne kadar bu düşünce AB üye­liğinde din faktörünün yeri olabileceğini açık­ça göstermekteyse, laik Türkiye'nin AB dışı bı­rakılmasının nedenlerini tam olarak açıkla­maz. En azından, artık teokratik devlet düşün cesinden tamamen kurtulan Avaıpa ve Avru­palı'nın laik Türkiye'ye karşı tavrının nedenle­rini hiç açıklamaz. Bizim kanaatimize göre, Avrupa'nın Türklere karşı kesin ve tavizkar ol­mayan tavrının nedeni de tarihseldir ve Avru­pa Birliği düşüncesinin doğuş sebepleri ile yakından ilgilidir. 

Avrupa Birliği'nin doğuşunu etkileyen filozoflar 

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Türklerin özellikle 11. yüzyıldan sonra Avrupa ve Hıris­tiyan dünyasını tehdit etmeleri Avrupa Birliği1 nin doğuşunda en önemli etkenlerden birisi olarak kabul edilmelidir. Bu yüzyıldan sonra bütün Avrupa Türklere karşı cephe almış, "Kutsal İttifak" Anadolu'ya haçlı seferleri baş­latmıştır. Ancak Papalığın organize ettiği sefer­lerin başarısızlıkla sonuçlanması eleştirilere neden olmuş, Avrupalı düşünürler birliğin hangi çatı altında ve ne şekilde olması gerektiği konusunda farklı görüşler ve birleşme se­naryoları ortaya atmışlardır. Bu düşünürlerin öncülerinden birisi Papalığın otoritesini sorgu­lamakla işe başlayan Dante'dir. Dante'nin Pa­palığın egemenliğine karşı Avrupa Krallığını savunan fikirleri daha sonraları Avnıpa'da ya­şayan insanların bir birlik olması ve bir krallık altında yönetilmesi fikrini savunanlara ışık tut­muştur. Avrupa Birliğini savunanların çoğun­luğunun bir din adamı olması da ayrıca dikkat çekicidir. Mesela, Admontlu bir rahip ve Al­man asilzadesi olan Engelbert 1307 ile 1310 yılları arasında yazdığı "Roma İmparatorluğu' mm Menşei ve Sonu Hakkında" (On the Ori-gin and the End of the Roman Empire) adlı eserinde Avrupa Birliğinin Papalık'tan çok bir krallık altında gerçekleşmesini savunmuştur. "Tek başlı, tek bir İmparatorluk" ("a single em­pire with a single head") fikrini ortaya atan bu rahip eskiden Roma'nın hakimiyeti altında bu­lunan İspanya, Fransa, İngiltere, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan gibi krallıkların tekrar bir krallık altında toplanmasını, özellikle "Hı­ristiyanlık ile Putperest Dünya" arasındaki bir savaşta bunun elzem olduğunu ifade etmiştir. Engelbert'e göre putperestlerle savaşın Avru­pa'nın zaferi ile sonuçlanması Avrupa'da barı­şın korunmasına bağlıdır. Bunun için de birlik şarttır. Bu birlik, 'Yüksek Hakem" konumun­daki bir kral yönetiminde ve bağımsız krallık­lardan oluşacaktır. Engelbert idealindeki birlik için hukuki çatıyı da oluşturmaya çalışmış, do­ğa kanunun bütün insanlar için olduğunu fa­kat pozitif hukukun ülkeden ülkeye gelenek, görenek ve etnik çeşitliliğe göre değişebile­ceğini, dolayısıyla her ülkede bağımsız krallık­lar bulunmasının bir "İmparatorluk" altında birleşmeye engel olamayacağını savunmuştur. 

Avrupa barışının sürmesi için birlik fik­ri, 14. yüzyılda, İngiliz William, Fransız Pierre Dubois gibi ünlü yazarlar tarafından da savu­nulmuştur. Aynı fikir 15. yüzyılda da taraftar  bulmuştur. Örneğin, daha sonra Papa olan Ae-neas Silvius Piccolumini (Papa II. Pius) "Roma   imparatorluğu'mm Otoritesinin Menşei" (The  Origin of the Authority of the Roman Empire/  1445) adlı eserinde Avrupa'daki krallıkları ve prenslikleri geçici olarak görür ve hepsinin Roma İmparatorluğu'na tabi olması gerektiğini savunur. Yine benzeri şekilde, l464'de Bo­hemya Kralı George Podiebrad da Fransız An-toine Marine'den aldığı ilham ile bütün Hıris­tiyan prenslerinin bir araya getirildiği bir mec­lisin Avrupa barışını temin edebileceğini iddia etmiştir. Kral XI. Louis'e sunulan bu plana gö­re, barışa uymayan Avrupalı prenslere karşı "hakem" ve gerekirse "ambargo" gibi vasıta­larla müeyyideler uygulanması önerilmiştir. Bu plan, her ne kadar reddedilmiş de olsa, ilk kez "Prensler Ligi" veya (Milletler Liginden) söz etmesi nedeniyle önem arzetmektedir. 

Sonuç olarak, ortaçağ Avrupa düşünür­leri dönemin özelliklerine uygun olarak Avru­pa birliğini hep Papa veya "Emperor"un baş­kanlığı altında sağlanabilecek bir birlik olarak görmüşlerdir. Bu düşünce iki asır süren müca­delelerde etken olmuş ise de sonuçta, bilindiği gibi,  krallıklar Papalığa  karşı  galip  gelmiş, Kennedy'nin ifade ettiği anlamda, Avrupa'nın merkezileşme süreci durmamış, ancak bir kaç asır daha gecikmiştir.® Bunun doğal sonucu olarak, özellikle batı Avrupa'da, kendisini "İm parator" ilan eden krallar kendi bağımsız kral lıklannı kurarak, sürekli bir idare ile kendi or­du ve vergi sistemlerini oluşturmuşlardır. Bu durumun diğer bir sonucu olarak da Papalığın arzuladığı Magna Civitas Christiana '"büyükÎ Hıristiyan vatandaşları"  sistemi  çökmüştü Bu son siyasi yapılanma, aynı zamanda Batı Avrupa'daki feodal düzenin de adıdır. Başka bir deyişle "res publica Chıistiana'hm yerini Avrupa Devletler Sistemi almıştır/5) Ancak do-ğu Avrupa'ya önce Moğolların daha sonra da Türklerin hakim olması bu gelişmenin sadece batı Avrupa ile sınırlı kalmasına yol açmıştır.

16. yüzyıl ise Avrupa Birliği düşüncesi için bir dönüm noktası kabul edilebilir. Os inanlıların bu yüzyılda Avrupa'ya üstünlükleri ni iyice kabul ettirmeleri, Avrupa Birliği dü­şüncesinin olgunlaşması için yeni bir dayanak teşkil etmiştir. Bu dayanak "Türk tehtidine kar­sı Avrupa" faktörüdür. Ortaçağ Avrupa insanı­nın kafasındaki Türk imajı da bu tehdit ile ala­kalıdır. Avrupalılara göre, Türkler, ürkütücü insanlar, barbarlardır. Ama onaltıncı yüzyılda Türkler karşısında alınan mağlubiyetler, Avru­pa'da Türk'ün gücüne karşı korku ile karışık bir hayranlığın da doğmasına neden olmuştur. Bu hayranlık sonucu, bazı düşünürler Türkler ve teşkilat yapılarının Avrupa için bir model olup olamayacağını tartışmışlardır. Bu ve ben­zeri konular 16. yüzyıldan itibaren ciddi ola­rak tartışılmış, ancak, özellikle papalar bu fi­kre karşı "Haçlı" ruhunu savunmuşlardır. Me­sela Papa II. Pius "Türklerin İstanbul'da olma­sı demek, Avrupa'da hatta evimizin içinde, kendi mülkümüzde" demektir anlamına gelen sözlerle halkı Haçlı seferine katılmaya çağır­mıştı. İtalyan şairi Ludovico Ariosto (1474-1533) "Bitli Türkler'in dünyanın en güzide yeri olan" İstanbul'u işgal etmesini lanetle anmıştır. 

Yine Portekiz'li olan şair Luis de Camoens "Lusiads" adlı şiirinde Avrupa'yı "vahşi Os-manlılar'a karşı savaşan zavallı bir millet" ola­rak tanımlamıştır. Başka bir şair Battista da Mantua ise "Biz hepimiz bir Milletiz, İsa'nın Milleti" diyerek, bütün Avnıpa insanlarını bir birlik altında toplanmaya çağırmıştır. Erasmus da Avrupa'yı Hıristiyanlık ile özdeşleştirmiş ve bir eserinde (De bel/o Turcis inferendo) Hıris­tiyan Avrupa'yı Türklere karşı yapılacak sa­vaşa davet etmiştir. İspanyol bilim adamı ve eğitimci Juan Luis Vives (1492-1540), "Türk Boyunduruğu altında Hıristiyanların Yaşam Şartlan" (De conditione vitae Christianorıtm stıb Turca) adlı kitabında Avrupa Birliğinin Türklere karşı kurulması fikrini kamçılamıştır. Bu bilim adamı yazdığı diğer eserlerinde orta­çağda Avrupa'nın dağınıklığından endişe du­yarak "Avrupa Milletleri" tabirini sık sık kul­lanmış ve belki de başlığında Avrupa sözcüğü yer alan ilk kitabı (De Eııropae stattı ac tıımııl-tibııs /Avrupa'nın Durumu ve Kanunsuzluğu) yazmıştır. 

Juan Luis Vivies'in bir eserinde savun­duğu görüşler de konumuzla ilgili, ve oldukça ilginçtir : "Biz Câdız'dan (İspanya'nın en batı­sı) Tuna'ya kadar iki deniz arasında uzanan bir bölgeyi işgal ediyoruz. Avnıpa güçlü ve ce­surdur. Biz, eğer burada birlik olursa, sadece Türklerle eşit olmaz; fakat bütün Asya'dan da­ha güçlü oluruz. Bunu milletlerin cesareti, ze­kası ve tecrübeleri göstermektedir. Aslında, Avrupa'nın asgari gücüne bile, Asya asla mu­kavemet edemez." 

Ancak, bilindiği gibi gelişmeler Avrupa­lı düşünürleri hayal kırıklığına uğratmış, Türk­lere karşı ortak mücadele bir yana, Kanuni Sultan Süleyman Fransa Kralı I. Francis ile V. Şarl'a karşı ittifak yapmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısında bir çok Hıristiyan, V. Şarl, onun iki halefi Ferdinand (Avusturya Habsburg kralı) ve II. Philip'i Hıristiyanlık için bir ümit olarak görmüşlerdir. Buna karşılık bazı Almanlar da Almanya'yı Avrupa Birliğini sağlayacak devlet olarak görmüşlerdir. 

Doğal olarak Avrupa'nın parçalanma­sına suçlular da aranmıştır. Martin Luther so­rumluluğun Akdeniz'in hastalığı olarak gördü­ğü Papa'ya ait olduğunu iddia etmiştir. Halbu ki olaylar bir katolik olan İspanyol Kralına Türkler'in ilerleyişini durdurma fırsatı verdi. 1559'da V. Şarl Türklerle ateşkes antlaşması yapmak için zemin yoklarken, II. Philip, "Hı­ristiyanlık namına" bu tür bir girişimi reddetti. 1590'da tesis edilen ve öncülüğünü Papa V. Pius'un yaptığı "Kutsal Lig" aslında II. Pius'un bir yüzyıl önce planladığı büyük haçlı seferi­nin sadece zayıf bir yansıması olmalıydı. Çün­kü, 1571'deki İnebahtı yenilgisinden sonra bi­le Osmanlılar bazı başarılar elde etmişlerdi. Halbuki, Hıristiyan güçlerin İnebahtı zaferini ünlü tarihçi Fernand Braudel, "Türklerin sihirli gücünün (en azından denizde) kırıldığı bir dö­nüm noktası" olarak yorumlamaktadır. Ona göre, artık Türkler savunmadadır 

Buna rağmen Avrupa'da birlik yönünde somut adımlar atıldığı söylenemez. Avrupa'da birliğe gönül verenler arasında da "Türk terö­rünün" Avrupa birliği fikrini hala yeterince kamçılayamaması üzüntü ile hatırlanıyordu Ortalığı bir keder ve üzüntü havası kaplamıştı:

Sürekli birbiri ile ters düşen ve ittifak yapmaktan  aciz  olan Avrupalılar için artık   "Eııropa nostra" ideali yerini "ınisera Eııropa"'yani za­vallı Avrupa'ya bırakmıştı. Avrupa'nın bütünü Türk tehditinden şans eseri kurtulmuştu; ama hepsi kurtulamamıştı. James Brown Scott, Hu-go Grotius'un editörü olarak "Avrupa'nın gü-neydoğu'da Osmanlılar ile sınır; kuzeyde Po­lonya'nın batı sınırıyla kuşatılmış, sanki Mos­kova  gibi  dışta  kalmış bir bölge durumuna düştüğünü"   söylüyordu.   Gerçekten   de,   17. yüzyıl başlarında yazmasına rağmen Grotius Avrupa'dan meşhur Uluslararası Hukuk ile il­gili bir kitabında yalnızca bir kez bahseder. Daha önce de kısaca söz ettiğimiz gibi, bu bu­nalım ve ümitsizlik yıllarında artık Türkler'in model olarak alınmasını savunan  "Tıırkoma-nia" veya "Tıırkopbiliaiar artmış ve Osmanlı' ya giden ve gezen seyyahların anlattıkları hay­ranlıkla izlenmiştir^ Ancak  bu üzerinde du­rulacak kadar uzun bir süre devam etmemiş, Osmanlıların bunalıma düşmesi ve gerilemeye başlamasıyla eski akımlar tekrar güç kazan­mıştır. 

Osmanlıların Avrupa karşısında gerile­meye başladığı bir döneme rastlamasına rağ­men, 17. yüzyılın sonlarına doğru Avnıpa ba­rışı için öneriler daha da somutlaşmıştır. Bu dönemin en ünlü simalarından İngiliz William Penn l693'te "Avrupa'nın Bugünkü ve Gele­cekteki Barışma Doğru Bir Çalışma" adıyla yazdığı kitapçıkta Avrupa barışının sağlanması için önerilerini sıralamıştır. Penn'in ilk önerisi Avrupa krallarının bir tür Avrupa Meclisi, Av­nıpa Parlamentosu veya Avrupa Devleti kurul­ması ile ilgilidir. Bu meclis, bir hakem rolü oy-nacak ve bu hakemin kararlarına karşı hareket eden güce karşı diğer bütün Avrupa devletleri­nin askeri güçleri birleşecektir. Savaş halleri dışında, Avrupa Meclisine üye krallar tam ba­ğımsız olabileceklerdir. Penn'in ikinci önerisi silahsızlanma hakkındadır. Penn, bunun başa­rılması halinde tarım, ticaret, bilim ve eğitimin geliştirilmesinin mümkün olacağını söylemek­tedir. Bu sayede Penn de meslektaşı Pierre Dubois'nın kendisinden dört asır önce savun­duğu gibi Hıristiyanlığın itibarının muhafaza edilebileceğini ve Türk tehdidine karşı birleş­menin mümkün olabileceğini iddia etmiştir. 

Penn'in bu çalışması dömemin İngiliz siyasetçileri arasında oldukça kabul görmüş, hatta 1710 yılında John Bellers adlı bir parla­menter Penn'in isteklerine uygun bir teklifi Parlamento'ya sunmuştur. Bu teklif "Bir Avru­pa Devleti için Bazı Sebepler" adını taşımak­taydı. Teklifte, Avrupa güçlerine bir evrensel garanti ve yıllık Kongre önerilmektedir. Bu Kongre, Senato veya Parlamento gibi işlev gö­recektir. Amacı ise prenslerin hak ve hukuk­ları hakkında aralarında ortaya çıkabilecek an­laşmazlıkları  çözümlemektir.  Ancak   Bellers, Penn'den farklı olarak önerilen bu teşkilatın Fransa'ya karşı kurulmasını savunmuştur. Ne­deni de Fransızların o yıllarda neredeyse tüm Avrupa ile çatışma halinde olmasıdır. Elbette, Fransa dize getirildikten sonra bu teşkilat lağ­vedilmeyecek ilerde başka Avnjpa devletleri arasında oluşabilecek anlaşmazlıklara da ba­kacaktır. Zaten teklifte, bundan böyle hiç bir Avrupa devletinin diğerinden toprak talep et­memesi koşulu da vardır. Ayrıca Bellers, Av­rupa'nın 100 eşit eyalete bölünerek, her eyale­tin Senato'yu 1000 asker veya gemi ya da pa­rayla desteklemesini de istemektedir. Böylece, devletler savaşmaksızın varlıklarını koruyabi- ! lecekler ve Parlamento'da temsil edilecekler­dir. 

Ancak bu teklif Avrupa genelinde çok az ses getirdi. Abbe Charles-İrene Castel de Saint-Pierre'in yayınladığı üç ciltlik kitap ise, tam tersine, Avnıpa Birliği düşüncesi için bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Kitabın ilk iki cildi "Avrupa'da Kalıcı Barışın Temini Projesi" (Project to Render Peace Perpetual in Eıırope) başlığını taşıyordu. Ancak üçüncü cil­din başlığı yazarın Avrupa Birliğini ne amaçla istediğini daha açık bir şekilde göstermekte­dir. "Hıristiyan Hükümdarlıklar arasında Kalıcı Barışın Temini Projesi" (Project to Render Pea­ce Perpetual among Christian Sovereigns) adı­nı taşıyan bu ciltte Abbe sadece Avnıpa kıtası ile sınırlı bir konfederasyon öneriyor, böylece, Avusturya ile Fransa'nın rekabetinin de son bulacağına inanıyordu.  Projenin asıl hedefi, konfederasyon çatısı altında kıta Avrapa'sının bir "Avnıpa Toplumu" ortaya  çıkarması  idi. Merkezde ise "Daimi bir Avrupa Kongresi ve­ya Senatosu" bulunacak her ülke buraya "dai­mi temsilciler" gönderecek, bu temsilciler oy çokluluğu esasına göre karar alacaklardı. O-nun bu fikirleri zamanında oldukça ütopik bu­lunmasına rağmen daha sonraki dönemlerde ünlü bazı Avrupalı devlet adamları (Napoleon Bonaparte, Prens Metternich gibi) ve çok son­raları   Milletler  Ligi'nin   kumcuları   üzerinde hayli etkili olmuştur 18. yüzyılın sonlarında üne kavuşan Jean Jacqu.es Rousseau da onun etkisinde kalarak Avrupa Birliği için çaba gös­terenler arasındadır. Rousseau 176l'de kaleme aldığı kısa bir kitapçıkta adeta Abbe'nin fikirle­rini tasdik etmiş ve 1782'de yazdığı "Kalıcı bir barış üzerinde Karar" (Judgement on Perpe­tual Peace) adlı eseriyle düşüncelerini net­leştirmiştir. O, esas olarak öncelikle bir "Prens­likler Federasyonu" kurularak barışın sağlan­masını amaçlamıştır, fakat onun aslında prens­lere hiç güvenmediği ve devletleşmelerini di­lediği, on yıl gecikmeli olarak basılan "Polon­ya   Hükümeti   Hakkında   Düşünceler" adlı meşhur kitabından  kolayca  anlaşılmaktadır. Bu eserinde Rousseau, "bugün, her ne denirse densin, artık Fransız, Alman, İspanyol ve hatta İngiliz yoktur; sadece Avrupalılar vardır. Aynı heyecanı duyarlar, aynı adet, görenek ve arzu­ları vardır" demiştir. Rousseau'ya göre, "Avru­palıların hangi ülkenin kanunlarına tabi ol­duklarının hiç bir önemi yoktur. Yeter ki çala­cak para ve bozacak kadın bulsunlar. Bu şart­larla Avrupalılar her ülkede evlerinde gibidir­ler."  Bilindiği  gibi Rousseau'nun bu  görüş­lerini en çok çağdaşı Voltaire eleştirmiş ve di­ne karşı olma prensibinden hareketle bu ko­nuda  oldukça  farklı  görüşler savunmuştur. Voltaire "Avaıpalılaşma"yı savunurken, Rous­seau tersini savunmuş ve onunla alay etmiştir. Her ne kadar, Voltaire "Felsefe Sözlüğü" adlı ünlü eserinde "Avrupa" terimine yer verme­mişse de, Montesquieu ve Saint Simon gibi, o da daha liberal bir Avrupa Birliği kurulması için ciddi önerilerde bulunmuştur. Onun dine karşı bir kişi olduğu herkesin bildiği bir ger­çek olmakla birlikte, düşündüğü Avnıpa Birliği'nde Hıristiyan Avrupa devletleri dışında­kilere fırsat tanımadığı açıktır. Çünkü bir şii­rinde (Poeme de Fonteney-1745) uzun uzun Avrupa insanının meziyetlerini anlatmıştır. Av­rupa insanlarının dünyanın diğer bölgelerin­deki insanların sahip olmadığı ortak insani de­ğerleri paylaştığı kanısındadır. Ona göre, Av­rupalılar birbirine daha yakın bağlarla bağlıdır ve benzeri  kanunlarla  yönetilmektedir.  Hü­kümdar sülalen akrabadır, vatandaşları sürekli seyahet eder ve birbirleriyle ortaklıklar kurar. Hıristiyan Avrupalılar eski antik Yunanlılar gi­bidirler : Birbirleriyle savaşabilirler, ama buna rağmen birbirlerinin özelliklerini taşırlar. Yani bir Fransız, bir İngiliz, bir Alman ne zaman bu-luşsalar sanki aynı kasabada doğmuş gibi gö­rünürler. Yine 18. yüzyılın ünlü düşünürü Im-manuel Kant'da Avrupa  Birliği düşüncesine katılmış ve "Kalıcı bir Barış için" (Zum eıvigen Frieden) adlı eserinde Abbe gibi, Avrupa dev­letleri arasında bir "Konfederasyon" kurulma­sını önermiştir. Ancak Kant, milliyetçilik akım­larının etkisiyle projesinde kalıcı bir barış için Avrupalı devletlerin Cumhuriyet'le yönetilmesi şartını koymuştur, çünkü bu yönetim tarzında savaş kararını "vatandaş" verecektir. Burada aynı asrın ortalarında Emeric de Vattel'in de ortak çıkarları için birleşen ve üyeleri bağımsız olan bir tür "Avnıpa Cumhuriyeti" kurulması fikrini savunduğu ve Kant'ın ondan etkilenmiş olabileceğini hatırlatalım. Burada Kant'ın bu fi­kirlerinin 1912'de ABD Başkanı seçilen Woo-drow Wilson üzerindeki etkilerini de aydın­lanma çağındaki görüşlerin 20. yüzyılın devlet adamları üzerindeki etkisini göstermek açısın­dan zikretmek gerekir kanaatindeyiz. Wilson gerek savaş öncesindeki barış çabaları ile ge­rekse savaş sonrasında barışı korumak için önerdiği Milletler Cemiyeti fikri ile Kant'ın gö­rüşlerini hayata geçirmeye çalışmıştır.

Sonuç 

Görüldüğü gibi Avnıpa Birliği fikrinin oluşma sürecinde iki temel hedef ön plana çıkmaktadır. Birincisi, Avrupa'da Hıristiyan devletlerin birbirleriyle savaşmalarını önleye­rek kalıcı bir barışın sağlanması; ikincisi, bu sayede Avrupa'nın dış düşmanlarına (çoğun­lukla Türkler) karşı daha güçlü bir konumda karşı konulmasıdır. Elbette olayın ekonomik boyutu da vardır. Avrupa Birliği sayesinde Av­rupa'da ticaret gelişecek ve refah artacaktır. 17. yüzyılın düşünürlerinden Emeric Cruce'ın önerdiği "Avrupa Devletler Birliği"nde ilke olarak gümrüklerin indirilmesi öngörülmüş-tür Ancak Avrupa Birliğinin felsefi temelleri dikkatle incelendiğinde ekonomik nedenlerin ikinci hatta üçüncü derecede önem arzettiği görülür. 

Bununla beraber, Avrupa Birliği dü­şüncesinin doğusundaki nedenlere ister eko­nomik isterse siyasi perspektiften bakılsın, şu gerçek değişmez : Avrupa Birliğinin gerçek­leşmesi en çok Avrupa'da kalıcı bir barışın ka­zanılması için istenmiştir. Düşünürlerin bütün planları da 15. ve 19 yüzyıllar arasında dağıl­mış ve bölünmüş bir hanedanlıklar ve prens­likler mozayiğini andıran Avrupa'yı merkezi bir devlet haline getirme amacına yöneliktir. Bu sayede İstanbul'u ele geçirdikten sonra Av­rupa için ciddi bir tehdit oluşturmaya başlayan Türkler'e karşı ortak bir mücadele başlatıla­bilecektir. Türk tehditinin, bizce, ortadan kalk­tığı yüzyılımızda ortaçağın bu felsefi akımla­rının "Çağdaş Avrupa"lı devlet adamlarının zi­hinlerinde hiç yer etmediğini iddia etmek saf­lıktır. Gerek I. Dünya Savaşından sonra kuru­lan Milliyetler Cemiyetinin, gerekse II. Dünya savaşından sonra kumlan Avrupa Topluluğu1 nun kurulmasında ortaçağ ve aydınlanma ça­ğında olgunlaşan fikirlerin katkısı sanıldığın­dan daha fazladır. Topluluğun kuruluşu, bu nedenle salt ekonomik sebeplerle açıklana­maz. II. Dünya Savaşının galiplerinden Komü­nist Rusya'ya karşı Avrupa'yı bir "siyasi denge" unsuru, bir "güç merkezi" olarak bir araya ge­tirme idealinin temel gaye olduğu dönemlerde bile Konrad Adenauer'in "hıristiyan ve hüma­nist dünya görüşü temelinde" bir Batı Avrupa Birliği tasavvur etmesi oldukça anlamlıdır. Bu görüşle Sovyet tehditi arasında bir ilişki kuru­lamayacağına göre, Adenauer'in bu sözlerinin, onun bilinç altındaki Avrupa Birliği düşüncesi­nin bir dışavurumu olduğundan şüphe etme­meliyiz. Sonuç olarak, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinin soğuk karşılanmasının gerekçeleri ağırlıklı olarak ekonomik, sosyal ve siyasi ne­denler bile olsa, dinsel nedenlerin de en az bunlar kadar önemli olduğu artık kabul edil­mekte ve bu gerçek bazı cesur Avrupalılar ta­rafından açığa vurulmaktadır. Bu konuda dü­şüncelerini çekinmeden açıklayan Delors ve Schaeuble gibi radikal hıristiyan siyaset adam­larının bilinç altlarında hala "Türk tehditine karşı Hıristiyan Devletler Birliği"nin varolduğu anlaşılıyor, Bu yazımızla biz, bu kanaatin oluş­masında ortaçağ felsefi akımların etkisi oldu­ğunu tahmin süzgecinden geçirerek gösterme­ye çalıştık.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005