Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Aykırı Bir Görüş 

Metin Eriş 

Türkiye'mizde 1980'li yıllarla başlatılan moda deyimler arasında "yerel yönetimlerin güçlendirilmesi", "yerel yönetim reformu", "ye­rel yönetimlere özerklik" ifadeleri sıkça kul­lanılır olmuştur. Bu yıllar içersinde ve özellikle T. Özal dönemindeki teşebbüslerle "yerel yönetimlere" başta malî alanda olmak üzere bir çok hususda özerklik ve kaynak aktarımına dayalı güç sağlanmıştır. Fakat buna rağmen son yıllarda başta politikacılar olmak üzere he­men her kesimden "yerel yönetimler" konu­sunda, özellikle seçim dönemlerinde "daha fazla, daha fazla" anlamına gelen serbestlik ve­ya kaynak aktarım vaadlerinde bulunulmaktan geri kalınmamaktadır. Oysa elde edilen so­nuçlar ve içinde bulunulan durum ele alınma­dan yerel yönetimler hakkında yeni yaadlerde bulunmak ne kadar doğrudur veya doğru mu­dur herhalde önce bunu değerlendirmek ge­rekmektedir. Soruyu belki şöyle ortaya atmak doğru olacaktır: "Yerel yönetimlerimiz bugün­kü durumları ile gerçekten ellerinde bulundur­dukları kaynak ve imkânlarla halka hitab ede­cek yetki ve sorumluluğa sahib bulunmamak­ta mıdırlar?"

Esas itibariyle yerel yönetimlerin sadece idarî yapıdaki şekillenme bakımından, 80'li yıllar öncesi ile Özal döneminde büyük farklı-lıklar gösterdiği söylenemez. Zira değişme ve kazanılan dinamizm görüntüsüne rağmen Özal döneminde Türk siyasî hayatının genel yapısındaki tablo değişmediğinden yerel yö­netim anlayışında da pek farklı bir gelişme or­taya çıkmamıştır. Zira temelde Türk demokra­sisinin gerek Fransa örneklemesinden kay­naklanan yapısı, gerekse sivil toplum anla­yışının gelişmesi itibariyle siyasî yapıdaki ge­nel hastalığı iyileştirmediğinden yerel yöne­timlerde durum, güçlenen malî kaynaklarla daha da şekilsiz bir siyasi yapılanmaya yol aç-mıştır. Ancak buna rağmen 1980'li yıllardan itibaren yerel yönetimlerin Merkezi idareler karşısında, siyasî anlayış olarak değil, eldeki kaynaklar açısından oldukça güçlendiklerini söylemek mümkündür. Temel yapıdaki hasta­lık Tanzimat'la birlikte Fransa'dan esinlenerek gerçekleştirilmiş idarî yapı anlayışının Cumhu­riyet dönemine aynen aktarılmasıyla devamlı­lık kazanmıştır. Ayrıca seçim sistemlerinin ço­ğunluğun değil, giderek neredeyse % 20'li azınlıkların yönetim biçimine dünüşmesi ve Belediye başkanlarının halkın çoğunluğu ta­rafından kabule şayan kişilik taşımaktan uzak hale gelmeleri, bir yanlışlığın boyutlannı daha da büyütmüştür. Bu arada yerel yönetimleri ellerine geçiren bazı güçlerin, tepeden başla­yan bir örnekleme içinde, ne yazık tam bir so­rumluluk şuuru taşıdıkları ve bunu değerlen­dirdiklerini söyleyebilmek de mümkün değil­dir. Hattâ yerel yönetimlerin bakanlıklardan daha güçlü kullanılabilen "siyasi iktidar odak­lan" haline getirildiği son dönemlerde kentle­rimizin içine sürüklendikleri açmazlarda açık­ça ortaya çıkmıştır. Bu noktada doğan yerel güç, yerel yönetimlerin merkezlerce engellen­dikleri iddialarına rağmen, sanıldığından veya iddia edildiğinden daha kuvvetlidir. Özellikle yapabildikleri şeyler dikkatlice düşünülürse, görülecektir ki bugünkü yerel yönetimler elle­rindeki kaynaklarla siyasî hükümetler üzerin­de siyasî baskı uygulamasında bulunabilmek­tedirler. Ayrıca Merkezi otorite tarafından ak­tarılmış veya yerel yönetimlerin kullanımları­na bırakılmış kaynaklar, devlet garantili dış borç alabilme imkânına sahip oluşları, kadro alımlarında neredeyse sonsuz yetkileri, proje­lerin uygulanmasında, meselâ imar planlarının tadili, tatbiki ve özellikle şuulandırma gibi ko nularda, merkezi otoritenin onayının gerek­memesi ve nihayet ortaya konulan usulsüzlük­lerin geniş bir tepki ve/veya siyasî cezalandır­ma doğurmaması, hattâ konuların hafife alınışı yerel yönetimleri şuursuz bir uygulama yetki­sine ulaştırmış ve nitecede Türk siyasî hayatın­da inanılmaz bir yeni güç odağının oluşmasına yol açmıştır. 

Bu noktada bir hususun altını çizmekte yarar bulunmaktadır. Ülkemizde yerel yöne­timler, bugün ellerindeki kaynaklarla ne idarî bakımdan, ne de malî açıdan güçsüz değiller­dir. Ancak bu kaynakların göz göre göre ço­ğunlukla israf edilerek kullanıldığı ise bilinen bir gerçektir. Ayrıca bu güçleri tamamlayan odak "parti yerel yönetim - merkezi yönetim" bütünleşmesindeki çarpıklıkta şekillenmekte­dir. Burada ortaya çıkansa yerel yönetimlerin oluşmasını ve güçlenmesini doğuran asıl kay­nağın "millet" veya "sivil toplum" anlayışından doğmayışıdır. Burada odaklık eden, devletten veya merkezden alman güçle azınlık ve parti iktidarlarının yerleşmesidir. Kısaca bugün ye­rel yönetimlerin güçsüzlüğünden veya özerk olmayışlarından çok, daha doğru olanı Fran­sa'dan esinlenerek doğmuş idari yapı şekillen­mesi içinde "Merkezi yönetim - Yerel Yöne-tim-Parti" üçlemesinin hâkim olduğu bir yapı­nın eline geçirdiği "siyasî ve iktisadî iktidar" imkânlarını kullanma ortamını sahiplenmiş ye­rel yönetim anlayışının varlığından söz etmek olmalıdır. 

Bugünkü yerel yönetimlerin ellerinde bulundurdukları önemli kaynaklar arasında ne yazık ki, hazine arazilerinin yağmalanmasına dayanan "Gecekondulaşma" ve bunun doğur­duğu "Rant paylaşımı" ile bütünleşen "Çirkin ve şekilsiz Kentleşme" ortamıdır. Bu şekil­lenmeyi şehirleşme gibi tabii bir olayın parçası gibi ve sadece "gelecek seçimlere" bir yatırım aracı olarak bakan anlayış, hiç şüphe yok ki bugünün Türkiye'sinin "yerel yönetim çirkin­liklerinin" sonucuna ulaşmıştır. Gerçek olan ve şahsî yapıdan sosyo - kültürel anlayışa ka­dar uzanan tam bir seviye kaybı görüntüsü ve­ren bugünü teşhis etmeden, sadece bir dahaki seçimde iktidar ve iktidara bağlı "iktisadî iktidar" kaynaklarının ele geçirilme metodu, yerel yönetimlerin iyileştirilmesine bir de "demokra­tikleşme kılıfı" giydiren partizan anlayışla için­den çıkılmaz hale sokulmaktadır. Çünkü ve ne yazık ülkemizdeki siyasî parti geleneği, C.H.P.'den başlayarak ve çok az istisnaları ile bugünkü yerel yönetimlerin içine düştüğü "üleşme ve paylaşma iktidarının simgesi" hali­ne dönüşmesine yol açmıştır. Bu noktadan bakıldığında bazı siyasî partilerin "merkezi idarenin yetkilerini yerel yönetimlere devret­mek" tarzındaki anlayışlarını, siyasî yapılan­mada yeni bir şekillenme ve seviye ortaya çık­maması halinde, sadece bir parçalanma ve/ veya küçük yeni merkezleşmiş devletçiklerin doğmasına sebep olma gibi gördüğümüzü söylememiz gerekecektir. Tabii bu, önemli bir endişe noktasıdır. 

O halde yerel yönetimlerin özerkleş­tirilmesi, güçlendirilmesi ve demokratikleşme başlığı altında konulara yaklaşırken öncelikle Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş de­mokratik yapısındaki durum ele alınmalıdır. Buradaki ilk yapılanma "sivil toplum" anlayı­şının doğmasını sağlayan "toplumun devletin dışında kalarak devletini düzenlediği" bir an­layışa ulaşması ile mümkündür. İlk basamak bize göre "seçim sistemidir". Bugün "devlet-siyasî parti" ikileminin "liderde" otoriteleşen ve liderin yönetiminin parti disiplini adı altın­da "şahsîleştiği" ve kişilikleri törpüleyen yapı­sından kurtulması gerekli şartların başında gelmektedir. Konu için siyasî yapılanmamızın yeniden gözden geçirilmesi gerekiyorsa bun­dan kaçınmamak gereklidir... Bu noktada "Yan Başkanlık Sistemi" yeni bir siyasî yapı­lanma şekli olarak düşünülebilir. Yine buna göre "Bakanların parlemento dışından atan­ması", merkezi yönetim-yerel yönetim-siyasî parti, üçlemesini bozacağı gibi yerel yönetim­lerin gerçek işlevlerine dönmelerini de sağ­layabilir. Ve tabii sadece merkezi yönetimin değil özellikle yerel yönetimlerin başına getiri­lecek kimselerin "çoğunluk oyları ile" iş başı­na gelmelerini sağlamak açısından "İki derece­li seçim .sistemi" mutlak şekilde kaçınılmaz bir tarz olarak benimsenmelidir. Böylece dağınık oylamadan yüzde ellibiri bulma şansını yaka­layamamış yerel yöneticiler, ikinci seçimde tercih edilebilir olmaları itibariyle ciddi bir se­viye ve kalite kazanacaktır. 

Millet Meclisi ve Yerel İdarelerde sağla­nacak seviyenin ön şartı olarak gördüğümüz "seçim sistemindeki değişiklik" yanında üze­rinde durulması gereken bir diğer önemli nok­ta "devletin küçülmesi" olayıdır. Doğrusu bu terim hemen herkes için maksadına, fikrine ve ideolojisine göre farklılıklar arzetmektedir. O yüzden terimin açıklığa kavuşturulması gere­kir. "Devletin küçülmesi" ibaresini tam doğru bulmadığımı belirttikten sonra anladığımı şöy­le ifadelendirmek isterim: "Devlet ekonomik ve sosyal alanda yetkilerini asıl sahibi olan millete devretmeli, böylece gerçek gücünü el­de ederek dışa karşı ve otoriter yönlendirici­liğinin etkili gücüne kavuşmalıdır". O halde buradaki küçülme, iktisadî ve sosyal alanda merkezi otoritenin küçülmesidir, yoksa devlet, bugün gelişmiş, Batılı ülkelerde olduğu gibi, güçlü varlığını sürdürmeğe devam etmelidir. Buradaki önemli nokta ferdin, devlet nezdin-deki kimliğine sivil toplum anlayışı içersinde kavuşmuş olmasıdır. Özetleyecek olursak, ye­rel yönetimlerin bugünkü güçlerine daha da güç katacak ve Türkiye'deki asıl sorun olan "yönetim tarzındaki merkezi anlayışın" değiş­mediği bir yeni yapılanma, sadece milletin devlet bütünlüğünün yeni bölünmelerine vesi­le olacaktır. Ki böylesi bir gelişme "üniter dev­let" anlayışımız ile zıtlaşma anlamını taşıya­caktır. 

Bir başka açıdan bakıldığında görüle­cektir ki, bugün yerel yönetimlerimizin kendi içlerindeki yetki, güç ve otorite zıtlaşmalarla doludur. Şöyle ki, illerimizde merkezi hükü­meti temsilen vali, ilçelerimizde kaymakamlar bulunmaktadır. Bunlar, devleti temsil eden, yetkileri ve güçleri devlete bağlı ve iyi eğitim görümüş şahsiyetlerdir. Bunlar bazen kişilik­lerine bağlı olarak güçlü, bazen iktidarların uygulaması yönünde, zaaflarla doludur. Öte yanda yerel seçimlerin yetki verdiği ve şimdi­lerde malî kaynaklan da ele geçirmiş Belediye Başkanları, Belediye Meclis ve Encümenleri. 

Kısaca il, ilçe ve beldeler, iki başlı bir otorite anlayışının sıkıntısına sürüklenmişlerdir. Yerel bölgelerdeki merkezi idarenin, iktidar anla­yışına bağlı kurumları, valilik makamına bağlı olmak itibariyle, bazen siyasî bazen otoriter bir güç taşımaktadır. Aynı şekilde iktidar veya muhalefet partilerinin mensubu olarak beledi­ye yönetimini ele geçirmiş gruplar, kendi oto­ritelerinin uygulayıcısı olma ihtiraslarından vazgeçememektedirler. Sonuç çoğu kez bir otorite boşluğudur. Buradaki zıtlaşmanın kay­nakları ve gelişleri çoğu kez farklıdır. Zira Merkezi idarenin atadığı yetkili "eğitim, öğre­tim ve idarecilik yapısı şekillenmiş" bir bürok­rattır, yerel yönetimin seçilmiş başkanı ise te­sadüflere bağlı bir kimlik! Daha açıkçası, de­mokrasinin getirdiği, bugünkü sistem içersin­de muhtemelen azınlık oyları ile iş başına gel­miş,' "eğitim-öğretim ve idarecilik" vasıfları te­sadüflere ve o partinin disiplin anlayaşına bağlı bir kimlik!... 

Bir başka cepheden bakıldığında bir ta-. rafta devlet otoritesinin vaz geçmediği yönlen­dirme ihtirası; öte yanda azınlık oylan ile se­çilmiş olmaktan ötürü doğrudan millet deneti­minde olduğu kuşkulu ve çoğunlukla da ida­recilik vasıflarından yoksun bir yerel yönetim anlayışı. İşte sanırım Türkiye'nin bu çelişkileri önleyici yerel yönetim yapısını bulması gere­kir. Yoksa bugünkü tarzı içersinde yerel yö­netimlere daha fazla yetki ve özerklik verilme­si, bugün bir çok yerde görüldüğü üzere, hali­hazır kaosun boyutlarının büyümesinden baş­ka bir sonuç vermeyecektir. O halde kaçınıl­maz bir şekilde ve öncelikle "siyasî yapı konu­su" sadece yerel yönetimler açısından değil, genel kamunun yapılanması olarak ele alın­malıdır. Konu, doğrudan doğruya siyası açı­dan olduğu kadar, ekonomik, sosyal ve kül­türel bakımdan belirlenmeli ve ele alınmalıdır. Ve herhalde eskimiş, çelişkili hale gelmiş Na-polyon dönemi, yerel yönetim modelinden vazgeçilmesi gereklidir. Peki nasıl bir yönetim anlayışı ile? Bu noktada temenni ve düşün­celerimi şöyle toparlamak isterim: 

1) Her şeyden önce merkezi yönetimin atadığı (vali, kaymakam) ile demokrasinin icabı yerel yönetim (belediye) ikilemini önleyici sistem bulunmalıdır. Ancak burada "eğitim, öğretim, idarecilik" konusunda bazı ölçü ve sı­nırlara ihtiyaç olduğu bir vakıadır.

2) Yerel yönetim seçimlerinde "iki dere­celi seçim" kaçınılmaz bir şart olarak ele alın­malı ve seçim sistemi değiştirilmelidir.

3- Üç Dört bin kişilik beldelerden on milyonluk şehirlere uzanan yerel yönetim an­layışı sadece bir kaynak israfıdır. O halde Be­lediye olabilme şartı belli bir nüfus yoğunlu­ğuna bağlanmalıdır. Mahalle ve belde anlayışı "muhtarlık" çerçevesinde bütünleştirilmelidir. Ayrıca Belediye Meclisine seçilmek için "ma­hallî" bir dar bölge anlayışı getirilmelidir.

4)  Yerel İmar Planları, modern ve örfî şehirleşme anlayışına göre hazırlanmalı, yerel yöneticilerin keyfî ve siyasî değişiklik yetkileri kısıtlanmalı, yeni yerleşim alanları "talan ve rant ekonomisine" göre değil şehir plancılığı istikâmetinde şekillendirilmeli ve bu noktaya merkezi kontrol ve disiplin esası getirilmelidir. Özellikle eski şehir yapılarının muhafazası ve "uydukent" anlayışı yerel yönetimlerin temel kuralı haline getirilmelidir.

5)  Yerel yönetimler, idarî ve malî açı­dan kendi içinde özerkleştirilmelidirler : Kay­nak yetersizliği bulunan yerel yönetimler için bir FON gerçekleştirilerek şehirleşmenin geti­receği yeni yapılanmada destek sağlanılması temin edilmelidir.

6)   Yerel yönetimlerin borçlanmalarını gerçekleştiren büyük projeler konusunda, hemşehrilerin katılım paylarını ihtiva eden açıklayıcı bilgiler sonrası "Referandum ve Hal­kın Tasvibi" gerçekleştirilmelidir.

7)  Merkezi yönetimin "üniter devlet ve sosyo-kültürel" yapısına halel getirici uygula­maların yerel yönetimler tarafından yüklenilmesini önleyici kanuni hükümler getirilmelidir. 

Son söz olarak; yerel yönetimin yetkiler ve kaynaklar yönünden daha da güçlendiril­mesi gerekmekle beraber, konunun Türki­ye'nin bugün içinde bulunduğu siyasî sistem içinde tek başına ele alınması yanlış olur. Yesosyo-kültürel yapısının içinde bulunduğu du­rum ve buna bağlı sistemle yakından ilgilidir. O halde, önce siyasî sisteme seviye kazandı­rıcı, sivil toplum anlayışını yerleştirici, merkezi devlet otoritesinin ülkenin bütün yapısını şe­killendirici yapılandırma sağlanılmalıdır. Dev­letin güçlenerek kendi aslî sınırlarına çekil­mesi anlamındaki bu yeni şekillenme "merke­zi yönetim - yerel yönetim - siyasî parti" üçlü­sünün hegemonyasını kıracak ve milletin, doğrudan sivil toplum anlayışı ile yönetime katılma ve denetleme görevini üstlenmesine bir yol olacaktır. Unutulmaması gereken bir başka nokta yerel yönetimleri, kadrolarını, yönetim ve toplum anlayışlarını sorumluluk ve şuurlanma hususunda geliştirirken, ellerin­deki yetki ve kaynaklan doğru kullanmaları hususunda "eğitilmiş, yetişmiş, kültürlü ve idarecilik yapısına sahiplenmiş", şahsiyet­lerden teşekkül etmelerini sağlayacak seçim ve seçilme uygulamalarının ülkede yaygınlaş­tırılması sağlanılmalıdır. Ve görülen o ki, önce "merkezi yönetim - yerel yönetim" çatışması­nın veya siyasî çıkar yapılanmasının ortadan kaldırılması, buna uygun bir yeni idarî yapının şekillendirilmesi gerekli şarttır. Vali, kayma­kam, belediye başkanı çeşitlenmesinden do­ğan otorite zaafları ortadan kaldırılmalı ve ye­rel yönetim tek başlı ve fakat kadrolu, ekipli bir şekle intikâl ettirilmelidir. Ve tabii bunların uygulanması muhtemel bürokrasinin direnci­ne rağmen gerçekleştirilmelidir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005