Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Bizim Ütopistler 

Beşir Ayvazoğlu 

Giriş Yerine 

Ütopya, kusursuz bir toplum düzeninde bütün insanlarla mutlu yaşama imkânı sağlaya­cağına inanılan ideal ülkenin adıdır. Birçok fi­lozof, edebiyat adamı ve reformist, fikirlerini  ve toplum projelerini ideal ülkeler tasarlayarak anlatmaya çalıştılar. Batı'da Eflatun'un Cum­huriyetime başlayan zengin bir ütopya edebi­yatı vardır. Yunanca ou ve topos kelimelerin­den türetilen ve "olmayan yer" anlamına gelen ütopya kelimesi ilk defa Thomas More tarafın­dan kullanıldı (Utopia, 1516) ve bu kelime in­sanlığın geleceği için ideal bir toplum düzeni­nin tasvir edildiği eserlerin ve tasarıların genel adı oldu. Çoğunlukla mülkiyetin bulunmadığı bir dünya tasarlandığı için ütopyalar ilk sosya­list teoriler olarak da kabul edilmiştir. Aslında birçok ütopya mevcut düzeni eleştirmek ama­cıyla yazılmıştır; ancak Güneş Ülke (l602)'nin yazan Thomas Campanella gibi, ütopyalarının gerçekleşebileceğine samimiyetle inanmış o-lanlar da vardı. Nitekim Ephrata ve Harmony gibi bazı ütopyacı topluluklar ütopyalarını hayata geçirmeyi denemiş ve Amerika'da çeşitli koloniler kurmuşlardır. 

Önceleri bütün ütopyalar güleryüzlü bir  geleceğe dairdi; ne var ki özellikle hızlı tekno- lojik ilerlemenin beraberinde getirdiği tehlikeler, sanayileşme, aşırı silahlanma ve kitle imha silahlarının hızla yaygınlaşması, nüfusun kont­rolsüz bir biçimde artışı ve çevre kirliliği gibi olumsuz gelişmeler, insanlık için karabasan­dan farksız geleceklerin tasarlanmasına ve fe-laket senaryolarının yazılmasına, yani anti-üto-pia edebiyatına yol açtı. Bu edebiyatın en tipik örnekleri hiç şüphesiz Aldous Huxley'in Türk­çe'ye Yeni Dünya adıyla çevrilen Brave New World (1932) ve George Orcvell'in Türkçeye Bindokuzyüzseksendört adıyla çevrilen Nine-teen Eighty-Four (1949) adlı romanlarıdır. 

Bizde İlk Ütopyalar 

İslam Tarihinde bu mânâda pek fazla ütopya yazan yetiştiği söylenemez; ancak Fa-rabî'nin siyaset felsefesini geniş bir biçimde açıkladığı El-Medinetü'l-fazüaadlı eseri bir çe­şit ütopya sayılır; bütün insanlığı kuşatmış er­demli bir dünya devleti tasarlayan Farabî, Hil­mi Ziya'ya göre, başta Platon olmak üzere da­yandığı bütün Yunan filozoflarını aşmaktadır, îbn Tufeyl'in Hayy İbn Yakzan'ı da bu katego­ride ele alınabilir. Bacon'ın Yeni Atlantis'inden Robenson Crusedya kadar Robensonad adı ve­rilen ada romanlarının öncüsü olarak kabul edilen Hayy İbn Yakzan, İslam kültür çevre­sinde de benzer eserlere örnek teşkil etmiştir.

Aslına bakılırsa, İslam dünyasında yazı­lan siyasetnâmelerin hemen tamamı ütopiste karakter taşır; yani bütün siyasetnâmeler aynı zamanda ideal devlet, dolayısıyla ideal bir top­lum tasavvurlarıdır. Osmanlı dönemini bu açı­dan inceleyenlerin öncelikle siyasetnamelere ve rüya tarzında yazılmış bazı metinlere bak-malan gerekir. Habnâme-i Veysî ile başlayıp Ziya Paşa'nm meşhur Rüya'sıyla birlikte yay­gınlaşan rüyalar, siyasî tenkit ve hiciv niteliği taşımakla beraber, özlenen geleceğe dair ipuç-lan da verir. Bu bakımdan en tipik rüya Erkân-ı Harp zabitlerinden Ruşenî tarafından yazıl­mıştır. Ali Birinci'nin tesbitlerine göre, Tah-ran'da basılan Ruşenînin Rüyası'nda (1331-1334), İttihat ve Terakki Fırkası'nca takip edi­len dış politikanın izleri vardı; yazar rüyasında, Ortadoğu ve Asya'daki İslam ülkelerini siyasî bir birlik içinde görür ve bütün bu ülkeleri uçakla dolaşır. 

Bir Türk düşünürünün yazdığı ilk ütop­ya, muhtemelen, Gaspıralı ismail Beyin'in Bahçesaray'da 1906 yılında kitap olarak ya­yımlanan Dârürrâbat Müslümanlar'ı adlı ese­ridir. 1887 yılında Tercüman'da tefrika edilen bu ütopik hikâyede hayalî olaylarla siyasî ta­savvurlar ustaca birleştirilmiştir. Hikâyenin kahramanı Gırnatalı Molla Abbas, Güney İs­panya'da dağlar arasında kurulmuş, gizli bir ideal müslüman devletinde yaşamaktadır; bu­radaki müslümanlar asırlarca kimseye tabi ol­madan kendi ilim ve tekniklerini geliştirirler. Gaspıralı'nm bu hikâyesinde müslümanlann kalkınmış milletlerin seviyesine ulaşabilecek­leri mesajını vermek istediği çok açıktır. 

Batı medeniyetinin büyük askerî ve tek­nolojik gücüyle tanıştıktan sonra, Türk aydın­lan modern bir Türkiye tasarlayarak Batı'daki örneklerine benzer ütopyalar yazmaya heves­lenmiş, genellikle sanayileşmiş ve yaşamayı kolaylaştıran her türlü teknolojik imkânlarla donatılmış, hatta bu konuda Batı'nm da ilerisi­ne geçmiş bir ülke hayal ederler. Ancak Albül-hak Hâmid'in Arzîler (1923) adlı ütopik piye­sinde karamsar bir gelecek tasarlaması ilginç­tir. Daha önceki eserlerinin kahramanlarından olan Dilşad ve Bağdad'ı Arzîler'de neler olup bittiğini görmek maksadıyla dünyaya gönde­ren Hâmid, 40. yüzyılı Yahudilerin hakim ol­duğu, maddeye tapan bir dünya olarak tasav­vur etmiştir. Bulutlar üzerine kurulmuş fabri­kalar, her yerde hizmet eden karmaşık maki­neler, televizyona benzer âletler vb. 

Hayat-ı Muhayyel 

ideal ülke tasavvurlarının şüphesiz her zaman bir toplum projesi olması gerekmiyor; bazı şairler O Belde'ler, grup halinde veya tek başına yaşayıp mutlu olabilecekleri kusursuz dünyalar tasarlamışlardır. Servet-i Fünuncula-nn, muhtemelen J. J. Rousseau tesiriyle inşa et­tikleri hayal ülkesinden öncelikle söz edilmeli­dir. Bir ara Harmony topluluğu gibi ütopyalarını gerçekleştirmek için Yeni Zelanda'ya toplu­ca göç edip orada bir koloni kurmaya karar ve­ren Servet-i Fünuncular, bu hayalleri gerçekle-şemeyince Hüseyin Kâzım Kadri Bey'in Mani­sa dolaylarındaki Sarıçam'da sahip olduğu ara­ziye geniş bir çiftlik kurarak orada hep birlikte yaşamaya karar verirler Planlannı Fikret'in çiz­diği köşkler yapacak, toprağı işleyecek, birlik­te yaşayıp çocuklarını bizzat yetiştirerek baskı ortamından uzakta huzurlu bir ömür sürecek­lerdir. Hatta bunun için Hüseyin Cahit bir keşif yolculuğu yapar. Ne var ki Fikret'in vazgeçme­si yüzünden proje suya düşecektir. Fikret'in Bir An-ı Huzur, Bir Ömr-i Muhayyel ve Yeşil Yurt adlı şiirlerinde bu ideal hayat hakkında ipuçlan vardır. Hüseyin Cahit Yalçın da aynı hayali Hayât-t Muhayyerde anlatmıştır. Hikâ­yede proje gerçekleşir; geçmişle bütün bağları­nı koparan grup şirin bir sahilde kendi köyle­rini kurar, evlerini yaparlar. Herşey ortaklaşa alınan kararlar sonunda uygulamaya konul­maktadır. Köyün ortasında müşterek bir bina, bu binada bütün köy halkını alacak kadar ge­niş bir yemek salonu ve büyük bir kütüphane vardır. Akşamlan burada toplanılır, yenilip içi­lir, konuşulur, piyano çalınır, şiir okunur vb. Hayât-ı Muhayyel {1315), bilindiği gibi Hüse­yin Cahid'in on iki hikâyeden oluşan ilk hikâ­ye kitabının da adıdır. 

Edebiyatımızda daha özel ve daha soyut hayal ülkeleri de vardır. Ahmet Haşim'in Yollar ve O Belde şiirlerinde anlattığı ülke, çok özel bir ütopya olarak edebiyat tarihimizde önemli bir yere sahiptir. Aslında kavramın sınırlarını biraz geniş tutarak Hacı Bayram Veli'nin nâge-han vardığı, yapılır gördüğü ve kendisinin da­hi bile yapıldığı şardan Kara Fazlî'nin Gül-ü Bu/bükündeki ve benzeri mesnevilerdeki ba­har ülkelerine, Şemseddin Sivasî'nin Gülşenâ-bâd'ından Şeyh Galib'in Hüsn ü Aşkındaki Zatü's-suver kalesine ve nezhetgeh-i mâ'nâya kadar, birçok hayalî ülkenin ütopya veya kar-şı-ütopya niteliği taşıdığı söylenebilir. 

Turan 

ikinci Meşrutiyet'ten sonra ideal ülke ta­savvurları birer gelecek projesi olarak ideolojik bir muhteva kazanır. Türk dünyasının çeşitli yerlerinden İstanbul'a gelen aydınların teşvi­kiyle filizlenen Turan fikri de bu çerçevede ele alınmalıdır. Ziya Gökalp, Hüzeyinzâde'nin Tu­ran adlı şiirinin etkisiyle aynı adı taşıyan ve 

1911 'de Selanik'te, Rumeli gazetesiyle Genç Kalemler dergisinde yayımlanan ünlü Turan şiiri Türk milliyetçilerinin ideal ülkesini tarif et­mektedir: "Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan / Vatan büyük ve müebbed bir ülke­dir; Turan"

Halide Edip Adıvar da Yeni Turan (1328 /1913) adlı romanında Gökalp'in Turan'ıyla Prens Sabahaddin'in adem-i merkeziyet fikrim birleştirerek yirmi yıl sonrasını, yani –romanı 1912 yılında yazdığına göre- 1932 Türkiye'sini ve mevcut sınırlar içinde Türk milliyetçiliğine, dolayısıyla Türk hâkimiyetine dayanan yeni bir uyanışı hayal eder. Yeni Turan, kadının ce­miyette klasik rollerinin dışında önemli görev­ler üstlendiği, modern eğitim sistemi ve her alanda kumlan modern müesseseleriyle "mu­asır medeniyet seviyesi"ne ulaşmış, fakat aynı zamanda her şeyiyle Türk olan bir ülkedir. Ro-

manda, geleceğin ideal Türkiyesini yaratacak olan insanların millî tarih, coğrafya, din ve fer­dî sorumluluk duygularıyla dolu olarak yetişti­ği ve ideal Türk devletini kurduğu tasavvur edilir. Kendi teşkilatlarım kurup memleket ça­pında yayan ve projelerini uygulama imkânı bulan bu idealist neslin temsilcileri öz Türk ad­ları taşımaktadırlar. Oğuz, Kaya, Ertuğrul ve Sungur. 

Aynı yıllarda, Paris'ten dönen ve henüz bir Nev-Yunanî olan Yahya Kemal ise, Türk ta­rihinin Fâtih'ten sonra farklı bir gelişme seyri takip ettiği varsayımından hareketle kurduğu ütopyayı Çamlar Altında Musahabelerinin bi­rincisinde anlatır: Bu ütopyaya göre, Fâtih İbn Rüşd'ün fikirlerini çürütmek maksadıyla Hoca-zâde'ye Tehâfüt yazdıran bir hükümdar değil, nedimi Zağanos Mehmed Paşa'nın telkinleriy-le, antik Yunan felsefesiyle Bizans'ta hâlâ antik kültürü devam ettiren düşünürlerin ve sanatkarların önünü açan bir padişahtır. 

Trakya'ya yapılan bir sefer sırasında yalnız başına gezintiye çıkan Şehzade Mehmet jica ederler; istekleri kabul edilmeyince Patrik gücenir ve bütün ruhban heyetiyle birlikte çe­kip İtalya'ya gider. Böylece Bizans kilisesi İtal­ya'ya yerleşir; eski Yunan ve Roma edebiyatı­na, felsefesine, bilim ve sanatına vakıf olan mühtediler de İstanbul'da kalır, bir zamanlar Arapların Arapça'ya naklettikleri Yunanî ilim­leri Türkçeye aktarırlar. Böylece saf bir bilim, felsefe ve edebiyat dili olarak gelişen Türkçe, bir iki asır sonra dünya dili haline gelir, bütün komşu ülkeler, insanlığın en güzel dili olduğu için Türkçe konuşmaya başlarlar. Tiyatro'nun her türü İstanbul'da gelişir. Pastoral, lirik ve epik şiir türleri Türk ülkesinde en zengin ör­neklerinin verir. Sökün adlı Türk destam insan­lığın en büyük edebî abidesidir. Bütün bilim­lerde sanatlar ve teknolojide olağanüstü ilerle­meler sağlanır. İstanbul, Konya, Bursa, Belg-rad, Üsküp gibi Türk şehirlerindeki üniversite­ler, dünyanın her tarafından gelen talebelerle doludur. Eresma, Copernik, Montaigne ve Ga-lile gibi birçok bilgin ve düşünür, kadim dün­yanın en zengin fikir ve bilgi dünyasını Türk­çe'ye aktarmış, hatta ömürlerinin sonlarına doğru kendi arzularıyla ihtida ederek Türk toprağında birer Türk ve Müslüman gibi öl­müşlerdir. Amerika'yı keşfeden Colomb bile Türk üniversitelerinde yetişmiş bir kâşiftir ve bulduğu yeni kıtaya İslam ili adı verilmiştir. "Bu Türk intibahını en ziyade temin eden, Türklerin hürriyet üzerinde müesses dinleri îs-lam"dır. "ilmi Çin'de bile olsa gidin arayın; ilim müslümanın gasbedilmiş malıdır diyen peygamberlerinin mukaddes sözüyle âmil" olan Türkler Rönesans'ın gerçek sahibi olmuşlardır. 

Fâtih'ten sonra tahta Bayezid değil, Cem geçmiş, ondan sonra gelen padişahlar tarafın­dan sürekli genişletilen Türk ülkesi, Asya'daki bütün Türk havzasını da içine almış, bir taraf­tan da Cebelitank boğazına kadar uzanmıştır. Bu geniş coğrafyada yaşayan bütün kavimler kendi lisanlarını unutmuş, Türkçe konuşmaya başlamışlardır. Türk ülkesinde hayat hür ve müreffehtir. "Türk gençleri gibi kahraman", "Türk kadınlan gibi güzel", "Türk kızları gibi ince'Ve" Türk gibi hür" sözleri dünyanın her yerinde darbımesel olarak kullanılmaya başla­mıştır vb. 

Çamlar alünda bunları anlatan kumral saçlı genç sözlerini bitirdikten sonra Yahya Ke­mal "Heyhat, diye iç geçirir, ben bu sergüzeşti başka türlü işittim. Fatih, o sebûdaki iksiri dök­müş, yalnız sebû elinde kalmış." 

Yahya Kemal, Çamlar Altında Musaha-öe'lennin ikincisinde de H. G. Wells'in Türk­çe'ye Zaman Makinesi adıyla çevrilen romanı­nı okurken uyuyakalır ve rüyasında Wells'in makinesine benzer bir âletle zamanda yolculu­ğa çıkarak 2187 yılının İstanbul'una gider. Şeh­rin içinde bile bir yerden bir yere giderken uçan âletlerin kullanıldığı istanbul, üniversite­leri, akademileri, tiyatroları, konservatuarları, bankaları vb. ile ultra-modern bir şehirdir. Ve bu sonuca, iki asır boyunca iç ve dış meseleler­le boğuşulduktan sonra eğitimde yapılan kök­lü inkilap sayesinde ulaşılmıştır. 

"Hülya Bu ya!" 

Cumhuriyet devrine geçmeden önce, Refik Halit Karay'ın bir ütopya parodisi niteliği taşıyan Hülya Bu ya adlı hikâyesi de zikredil melidir. 1921 'de yazılan ve daha sonra yazarın Ago Paşa'nın Hatıratı (1939) adlı kitabında yer alan bu hikâyede, Mr. Jon Hülya adındaki Amerikalı seyyahın ağzından, insanların bir yerden bir yere yürüyen yollarla gittikleri ve portatif telsiz telefonlarla haberleştikleri bir Ankara tasvir edilir. Her vekilin olağanüstü makineler icat ettiği bu şehirde güneşe, rüzgâ­ra ve yağmura bile hükmedebilecek derecede üstün bir teknolojik seviyeye ulaşılmıştır. Me­sela Maarif vekili Hamdullah Suphi Bey, insan ruhunun fotoğrafım çeken bir makine icad et­miştir; Ankara'ya gelenlerin daha şehre girer­ken ruhlarının fotoğrafı çekilerek seciyeleri tesbit edebilmektedir. Sıhhiye Vekili Adnan (Adıvar) beyin icat ettiği bir tıp cihazı da, her yere -mesela otellere- yerleştirilmiştir; kendi­liğinden ve ânında insanı muayene etmekte, banyo suyunun derecesini ve hamam saatini müşterinin kalbine, bünyesine, mizacına göre ayarlamaktadır. Uyku makinesinin uyutmak için çaldığı milli bestenin güftesi Ziya Gö-kalp'e, bestesi ise Halide Edip Hanım'a aittir

Yemek için masaya oturulduğunda gizli bir ci­haz birkaç saniye içinde mideleri muayene ederek gerekli gıdayı belirler. Adliye vekili Ce-laleddin Arif Bey'in icad ettiği bir âlet de haklı­yı haksızdan kolayca ayırmakta ve adaleti bir milim bir sapmadan tevzi edebilmektedir. En ilginci ise Maliye Vekilinin yaptığı, ağzından atılan altınları arkasından kağıt para olarak dö­ken deve biçimindeki acayip âlettir. 

Ahmet Ağaoğlu'nun Cumhuriyet'in ma­nevi ideolojisini kurmak amacıyla yazdığını söylediği "Serbest İnsanlar Ülkesi (1930) de ütopya tarzında kurgulanmış, Ankara'ya yöne­lik üzeri kapalı bir eleştiridir. Serbest Fırka ha­reketinin içinde de yer alan Ağaoğlu, 1930'dan itibaren devlet-birey ilişkileri konusunda odaklanarak liberal bir muhalefet hareketinin merkezinde yer almış ve resmî ideolojinin be­lirleyici unsurlarından olan Gökalpçi teze kar­şı ferdi ve ferdî gelişmeyi savunmuştur. Ferdin öneminin vurgulandığı Serbest İnsanlar Ülke­si'nde, bir esir, kapatıldığı kaleden hürriyete kaçıp uçsuz bucaksız bir çölü geçtikten sonra hürriyet yoluna saparak ulaştığı Şerbet İnsanlar Ülkesi'nin düzenini ve kanunlarını çok beğe­nir, hürriyet meleği üzerine yemin ederek va­tandaşlık varakasını imzalar. 

Yakup Kadri'nin ütopik romanı Ankara da aslında bir Ankara eleştirisidir. Üç bölüm­den oluşan romanının birinci bölümünde Millî Mücadele yıllarının Ankara'sı, ikinci bölümün­de ise Cumhuriyet'in ilanını takip eden yıllar anlatılmaktadır. Üçüncü bölümde ise 1937-1942 yılları arasını hayal ederek özlediği Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin muhayyilesi son de­rece kısır görünüyor. O'nun için gelişmişlik öl­çüsü, büyük bir stadyum, bu stadyumda yapı­lan yarışmalar, büyük konser ve sergi salonla­rında sergi, senfonik konser, tiyatro temsilleri gibi faaliyetlerdir. Tarih ve dil cemiyetleri birle­şerek büyük Türk Akademisini'ni meydana ge­tirmiş, öte yanan bir İçtimaî Mükellefiyet Teş­kilatı kurulmuştur vb. 

Yakup Kadri'nin aksine, hayranlık veri­ci bir muhayyile zenginliğine sahip olan Ah­met Hamdi Tanpınar'm  Saatleri Ayarlama 

Enstitüsü (196ı) adlı romanı ise bir karşı ütop­ya olarak ele alınabilir. Türkiye'nin iki savaş arasındaki meselelerine ironik bir üslupla yak­laşan Tanpınar, karşımıza, özellikle projesi ayaklı bir saatin mekanizması model alınarak çizilen karmaşık enstitü binasını, bu binada oluşan akılalmaz bürokrasi çarkını, güya saat­lerin ayarsızlığı yüzünden kaybedilen zamanı yeniden kazanmak amacıyla kurulmuş bir mü­essesenin, etrafında Saatleme Bankası, Saat Se­venler Cemiyeti gibi aynı ölçüde lüzumsuz bir yığın kuruluş yaratışını anlatırken aynı zaman­da usta bir bilim-kurgu yazarı olarak çıkar. 

Simeranya 

Türk edebiyatının en ciddi ütopyası, hiç şüphesiz Peyami Safa imzasını taşımaktadır. Si­meranya, Yalnızız (1951) adlı son romanının en önemli kahramanı olan ve Peyami'nin söz­cülüğünü üstlenen Samim'in sıkıldıkça kendi­sini attığı bir hayal ülkesidir; zamanımızdan yüzelli yıl sonra, bütün zıtlıklann birbiriyle ba-rıştırıldığı bir mutluluk adası olarak tasarlan-mışür. Aslında eserde Simeranya'nın ada olup olmadığı açıkça belirtilmiyor; ancak Samim'in hatıra defterindeki notlardan birinde kılavuzu­nun kendisini Simeranya'ya bir yelkenliyle gö­türdüğünü belirtildiğine göre, ada olduğunu düşünebiliriz. Ütopya yazma geleneğinde "ada"nın taşıdığı önem, muhtemelen Peya­mi'nin Simeranya'yı bir ada olarak tasavvur et­mesine yol açmıştır. 

Samim, Simeranya'ya dair notlarını ilk fırsatta toparlayıp düzene soktuktan sonra ya­yımlamak niyetindedir. Ancak ona göre böyle bir kitabı herkesin okuması gerekmez. Sayılı birkaç adamı düşündürmesi yeter de artar bile. O halde Simeranya'yı en fazla iki yüz tane bas­tırıp her meseleyi dünya perspektifinde göre­bilen kimselere hediye etmek en doğrusudur. Önsözde yirminci asrın ilk yarısını dolduran ve hepsi iflasla sonuçlanan ihtilallerin ve dünya harplerinin neden bir çağ sonu işaretleri oldu­ğunu, neden yeni bir dünya hasreti doğurdu­ğunu ve anticipation romanlarım çoğalttığını izah etmeyi düşünmektedir. Fakat Simeranya bir roman olmayacak, sadece bugün dünyada her bakımdan inkılaba ihtiyaç olduğunu hisse­den bir adamın yüzelli yıl sonraki tekâmül im­kânlarını düşünerek tasarladığı muhayyel bir ülkedeki hayatı seyahatname tarzında anlata­caktır. 

Simeranya, her seviyede okuma salon­larının, laboratuvarlann, atelyelerin vb. bulun­duğu ve herkesin merak ettiği konuyu bizzat araştırarak öğrendiği bir ülkedir. Bu ülkede pedagoji, insanın bütün hayatında öğrendiği şeyleri sadece kendi istediği zaman ve kendi araştırmaları neticesinde öğrenebildiğini tesbit etmiştir. Eski okullarda çocuklara ve gençlere öğretilen şeylerin, muayyen istidat ve ihtiyaç­ları karşılamadıkça, hayatta hiçbir işe yarama­dığı anlaşılmış ve klasik okullar kapatılmıştır. Ne sınıf, ne kürsü, ne ders programı, ne öğret­men, hatta ne de diploma. Çünkü iş hayatın­dan daha büyük mektep, tecrübeden daha bü­yük ders, tecessüsden daha büyük öğretmen, başarıdan daha büyük diploma olamaz! 

Simeranya'da bir de aşk enstitüsü var­dır. Samim, Meral'e duyduğu sevginin niteliği üzerinde düşünürken kendini yine hayalen Si­meranya'da bulur. Kılavuzu onu yepyeni şekil­lerde düzenlenmiş caddelerden çok farklı bir mimariye sahip olan Aşk Enstitüsü'ne götürür. Bu enstitünün Eski Dünya Problemleri Şube-si'nde bir odaya alınır ve koltuğa uzanıp gözle­rini kapadıktan sonra meselesini yüksek sesle düşünmesi gerektiği söylenerek yalnız bırakı­lır. Gizli bir cihaz sesini kaydedecek ve bu ka­yıt incelenerek meselesine çözüm getirilecek­tir. Ertesi gün, aynı binanın başka bir odasında Samim'i kabul eden yaşlı, ciddî ve sevimli bir adam, meselenin incelendiğini ve tipik bulun­duğunu, hadiseyi eski dünya psikologlanmn yaptığı gibi sadece psikoloji ilminin ışığında aydınlatmanın mümkün olmadığını söyledik­ten sonra, Simeranya ilminde "fizik hadise", "biyolojik hadise", "sosyal hadise" diye birbi­rinden ayrı vaka serilerinin bulunmadığını, bu hadiselerin "bütün"ün ışığı altında incelendiği­ni ifade eder. Aşk Enstitüsü'ndeki uzmana gö­re, böyle bütüncü bir ineleme metodu kullanılmadığı takdirde hiç bir hadise hakkında doğru hüküm verilemez. Eski dünya ilminin mahiyet­leri kavramaktaki aciz kalması ve izah edeme­diği hadiseleri inkâra kadar varması bir çık­mazdan başka bir çıkmaza düşmesi yüzünden­dir. Eğer meseleyi bu görüş açısından ele al­mazsa, Samim'in sevgilisinin küçücük bir his yalanıyle bütün varlığın zıtlık prensibi arasın­daki münasebeti kavraması imkânsızdır. Eski dünyada bütün hayat şekillerini, sosyal ku­rumları ve meslekleri sarsan yalan, bir tekamül zarureti oduğu kadar, Simeranya'da "kutuplaş­ma dramı" adım verilen bir "dip zıtlık" gerçeği­nin de zarurî sonucudur. 

Peki dip zıtlık nedir? Peyami, romanın daha sonraki sayfalarında Samim'in dilinden bu meseleyi de ele alır. Mantıktaki zıtlık pren­sibinden doğru-yanlış, aydınlık-karanlık, haz-keder gibi sayısız zıtlıklardan ve Eflatun'dan Hegel'e kadar birçok filozofun bu zıtlıklan ba­rıştırma yönünde gösterdikleri gayretten söz eden Samim, Alman romantik düşünürlerin­den Novalis'in fikirlerini de özetledikten sonra, Simeranya'da zıtlıkların en genel fikir ve en küllî (tümel) kavram olan varlıkla yokluk ara­sındaki zıtlığa irca edildiğini söyler. Dip zıtlık budur, yani varlıh-yokluk zıtlığıdır. Bütün can­lıların, bilhassa insanın hayatında bu dip zıtlık­tan varlaşma ve yoklaşma kutupları doğar. Bergson'un hayat hamlesi dediği bir varlaşma, fakat aynı zamanda onun kadar gerçek ve kuv­vetli bir yoklaşma hamlesi vardır. İki hamle arasındaki devamlı çakışmadan doğan bütün zıtlıkların sebep olduğu felaket ve kederlerin hepsine olmak dramı denir.

Samim'e göre, varlaşma hamlesinden ebedîlik hayali ve neşesi doğar. Bu özleyiş bü­tün cesaretini imkândan almaktadır; insan mümkün olmayan bir şeyi istemek için kendi­ni yormaz ve paralamaz. Her çeşidinden aşk ve kahramanlık gibi, kendi fânî ve geçici ben­liğinin üstüne sıçramak, kendi kendini aşmak için yapılan bütün fedakârlıklar varlaşma ham­lesinin devamıdır. Yoklaşma hamlesinden ise fanilik ve geçicilik duygusuyla birlikte onun büyük sıkıntısı doğar. İnsan bu sıkıntıyı yaşamaktansa en büyük felaketlere karşı mücade­leyi göze alabilir; çünkü mücadele varlaşma hamlesini kırbaçlayarak insanı yoklaşma ham­lesinin korkunç sezgisi içinde bunalmaktan kurtarır. Yoklaşma hamlesinden doğan fanilik duygusu "Bugün varızyarın yok', "Bir günün beyliği beyliktir", " Vur patlasın, çal oynasın" gibi sözlerde ifadesini bulan hedonist bir ahla­ka yol açabilir, iki zıt hamle, insanda iki benlik yaratmıştır. Birincisi aşk ve fedakârlık hamlele­ri halinde kendini aşar ve ebedîlik değerlerine sarılır. Sevgili aşkından Allah aşkına kadar gi­der. Böyle bir transcendence olmadan varlığın mümkün olmadığı, Simeranya metafiziğinin esasını teşkil etmektedir, insan fânilik sıkıntı­sından böyle kurtulur ve varlığının en mütekâ­mil halini yaşar. Bütün sosyal ve kutsal değer­lerin mekânı birinci benliktir, ikinci benlik, ta­biata, uzviyete, biyolojik hayata ve içgüdülere bağlıdır ve geçici değerlere sarılır. Para, lüks, kaba iştah, şehvet, kibir ve gösteriş. Hepsi ikin­ci benlikte barınır. 

Yirminci yüzyılda ikinci benliğin birin­ciye baskın çıkmasını uzun tarihî gelişin bir so­nucu olarak değerlendiren Samim, insan dü­şüncesinin tarih boyunca Allah ile Tabiat daha doğru bir deyişle tabiatçı düşünceyle mistik düşünce arasında bir rakkas gibi sallandığını, kah birinin, kah diğerinin ağırlık kazandığını, mistik düşüncenin hakim olduğu çağlarda ta­biatın, tabiatçı düşüncenin hakim olduğu çağ­larda Allah'ın ihmal edildiğini anlatır. 

Simeranya'da ise problem artık tama-miyle çözülmüştür. Orada insan düşüncesi to­pallamaz, çünkü iki ayağı üzerinde yüksel­mektedir. Zıtlar birbiriyle barıştınlmış, eski dünyada çok zaman kaçınılmaz olan yalan bi­le Simeranya'da tamamiyle lüzumsuz bir hale gelmiştir; anlaşılmıştır ki yalan, tabiatın ve ha­yatın içindeki zıtlıkları banştıramayan insanın bir görünüş ahengi yaratmak için kutuplardan birini örtmek ihtiyacıdır. Prensibinde kutuplaş­ma bulunan olmak dramı karşısındaki âciz in­sanın elindeki geçici silah, yalandır; zıtlıklar ortadan kaldırıldığı zaman elbette bu silaha ih­tiyaç kalmaz. Simeranya tıbbında da hasta ile hastalığı arasındaki zıtlık ortadan kaldırılma suretiyle aynı prensip uygulanmaktadır. Bu günkü dünyada doğmuş iki nazariyenin üze­rinde yükselen Simeranya tıbbına göre, istisna sız her hastalık, uzviyetin kendi işleyişine zır tesirlere karşı bir "hyperreaction"dur, vücudun • öfkelenmesidir, isyanıdır Hastalıkların sebebi ni hastanın vücudundan evvel hayatında ara­mak gerekir; yani hastalık çok defa kaderin ak­siliklerine karşı ruhun ve onun peşinden vücu­dun isyanıdır. Esasen Simeranya'da tıp diye ay­rı bir bilim şubesi yoktur. Çünkü orada herkes hastalanmadan önce, hayatın çaresizlikleri önünde sinirlenmemeyi, isyan etmemeyi öğre­nir, dolayısıyla hastalıklara yol açan şartlar or­tadan kaldırılmıştır, insan Simeranya'ya adımı­nı atar atmaz kendini her tarafa yayılmış bir in­tibak ve ahenk atmosferi içinde bulur. Herkes bu nıh sağlığının yollarını ve hastalandıktan sonra kendi kendisine isyandan tevekküle gi­den yolu açacak telkinleri de bilir. 

Simeranya'da giyim ve moda meselesi de bir problem olmaktan çıkarılmıştır. Uygun bir beslenme rejimi, şekil telkini, masaj ve mü­zik eşliğinde hareketlerle her kadın kendisi için arzuladığı vücut biçimini yaratabilmekte­dir. Çünkü vücudun bir insanın zihninde ısrar­la tasarladığı sabit imaj levhalarına göre gelişip biçim aldığı tesbit edilmiştir. Hatta hamile ka­dınlar, bu seanslarla, doğacak çocuklarının bi­çimlerini bile belirleyebilmektedirler. Her Si-meranyalı kendi yaratma kabiliyetinin derece­sine göre bir gayretle güzelliğin ilahî arşetipini sezerek mekâna ve zamana uygun bir sosyal prototipin gelişmesinde âmil olur. Böylece moda, bir sınıfın estetiği olmaktan çıkıp bütün bir cemiyetin malı haline gelir. Kısacası herke­sin her sosyal harekete samimi ve tam iştiraki­ni sağlayan yeni bir cemiyet yapısı. Bu iştirak şimdiki dünyada olduğu gibi, vatandaşın yal­nız politika sahasında ve yalnız dört yılda bir sandığa attığı bir oy pusulasının değil, "bütün sosyal müesseselerde herkesin, hergün ve her an müşterek bir ideale doğru bütün davranışla­rını âhenklendiren yeni bir cemiyetin bünye­sinden ve normal işleyişinden doğar. Tamamiyle fonsiyonel bir bünye hareketinin tabii ticesidir." 

Sonuç Yerine 

Bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de artık isanlık için mutlu bir geleceğin tasarlandığı ütopyalar yazılmıyor. Yazılanlar genel­likle karşı-ütopya ve felaket senaryoları. Orhan Pamuk'un Kara Kitap (1990) adlı romanının "Boğaz'ın Suları Çekildiği Zaman" başlıklı bö­lümü bu bakış açısından okunabilir. Galiba Batı medeniyetinin ulaştığı nokta, insanların artık güzel bir gelecek hayal etmesini önlüyor.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005