|
Ekonomik Olaylara Sosyolojik
Yaklaşım
Ekonomiyle sosyoloji arasındaki ilişki, özellikle bu
kriz dönemlerinde, yani ekonominin kötüye gittiği
dönemlerde biraz daha güncel hale geldi. Aşağı
yukarı son 20 yıldır da bir disiplin olarak
tanımlanması ile bütün ekonomi ve sosyoloji
kitaplarında ve literatürde yer almaya başladı.
Ekonomiyle sosyoloji disiplinlerinin
arası aslında çok uzun yıllar açık olarak kalmış;
yani birbirlerine dargın, kırgın bilimler gibi.
Çünkü her iki bilimin de karşı tarafa yönelttiği
bir takım eleştiriler var. Sözgelimi, ekonomi bilimi
ve ekonomistler genelde sosyolojiyi matematiğe hiç
önem vermedikleri için eleştirmişlerdir. Yani her
şeyi sosyal olarak değerlendirmek, bir bakıma
ekonomistler için büyük bir eksiklik olarak
değerlendirilmiştir. Diğer taraftan sosyologlara
baktığımızda, onlar da iktisatçılara karşı çok ağır
eleştirilerde bulunmuşlardır. Onlara göre de
ekonomistler çok fazla soyut davranmaktalar. Bu iki
alan arasındaki kritikler ve savaşlar aslında her
ikisinin de birbiri açısından sahip olabilecekleri
birtakım görüş açılarını kaybetmelerine sebep
olmuş. Halbuki her ikisi birlikte çalışabiliyor
olsaydı veya çalışmış olsaydı, bugün geldiğimiz
noktalarda daha başarılı olma ihtimali de
olabilirdi. Bu sebeple bu bakış açılarını
değerlendirmeye yönelik birtakım çalışmalar çeşitli
sosyologlar ve ekonomistler tarafından
değerlendirilmeye çalışılmıştır.
Bazı ekonomistler sosyolojinin önemini kavrayarak,
sosyolojiyle ekonomiyi birlikte incelemeyi
denemişlerdir. Yani bu bilim dalını geliştirenler
genellikle ne sadece ekonomist, ne de sadece
sosyolog, her ikisini bir araya getirmeye
çalışmışlar. Özellikle Max Weber'in ekonomik
sosyolojinin bir disiplin olarak kabul edilmesinde
önemli katkıları olmuştur. Ekonomik sosyoloji, çok
basit, kısa bir tanımlamayla ekonomik fenomenlere
sosyolojik bir perspektif açısıdır. Bu bilim dalı
sosyal hayatın ekonomik değişkenleri üzerine
odaklanmaktadır. Ancak ekonomik sosyolojiyi daha iyi
açıklayabilmek için iki disiplin arasındaki temel
bir takım teorik farklılıklara bakmak gerekir.
Ekonomi biliminden bahsedildiğinde hemen akla
birtakım varsayımlar gelir. Bu varsayımlar altında
ekonominin işleyeceği ve bunlardan da sapmanın çok
mümkün olmayacağı düşünülür.
Tabii bu varsayımların ileri sürülmesinin altında,
birtakım temel hesaplamaların kolay yapılması fikri
yatar. Çünkü toplumun bütününün veya bireylerin
davranışlarını her zaman çok iyi değerlendirmek ve
bunların davranış biçimlerini matematiksel olarak
ölçmek mümkün değildir. Farklılıklar genelde bu
varsayımlara bakış açısından kaynaklanmaktadır. Bu
farklılıklardan en önemlisi, hepimizin çok yakından;
yani sizin de ekonomi bilimiyle ilgili insanlar
olarak çok yakından bildiği ekonomik aktörün nasıl
davranacağı noktasıdır.
Ekonomik aktör, genellikle faydasını maksimize
etmeye çalışan, maliyetleri minimize etmeye
çalışan, kendi çıkarlarını daima her şeyin üstünde
tutan homo econo-micus; yani Türkçe adıyla "iktisadi
insan" dediğimiz insan profilini bizim karşımıza
getiriyor. Demek ki, egemen ekonominin ekonomik
aktör açısından sınırlarını rasyonel birey
oluşturuyor. Yani temel prensip "insanlar daima
rasyonel davranırlar." Fakat bireyi ekonomik
sosyoloji disiplini açısından ele aldığımızda farklı
bir perspektifle karşılaşıyoruz. Ekonomik sosyoloji
kesinlikle sadece rasyonel olan davranışları ele
almaz, ekonomik aktörün aynı zamanda rasyonel
olmayan davranışlarla da örüntülü olarak hareket
edeceğini savunur. Homo-economicus'a karşı homo-sociologicus
insan tipini yani sosyal çevreden etkilenen, sosyal
aktörü getirir. "Burada ne etkilidir" diye
sorarsak, elbette ki toplumların farklı sosyal
yapılan, kültürleri ve insanların bazen rasyonel
davranmaktaki yetersizliklerini sayabiliriz.
Rasyonel davranmak konusunu ele aldığımızda, "acaba
biz her zaman ekonomik çıkarlarımızı her şeyin
önünde mi tutarız" diye kendi kendimize bir soru
sorabiliriz. Sizlere sorayım: Örneğin, herhangi bir
arkadaşınıza hediye almak durumundasınız, belli bir
satın alma gücününüz, içinde bulunduğunuz toplumun
birtakım temel değerleri ve arkadaşınıza verdiğiniz
önem var. Nasıl hareket ettiğimizi bir kendi
kendimize düşünelim. Hediyeleşmeye hem ekonomik hem
de sosyal bir mübadele olarak bakıldığında
kendimizi bir değerlendirelim istiyorum. Kaçımız hiç
arkadaşlığımızı önemsemeden, cebimizdeki paranın
çok az bir kısmını ayırarak hediye almayı düşünür
veya arkadaşlığımızın değerli olduğunu düşünerek,
elimizdeki paranın mümkün olan en fazlasını
harcamaya çalışır?
Arkadaşlık düzeyine göre değişiyor. Demek ki, sadece
cebinizdeki paranın önemli olmadığını görüyorsunuz.
Eğer çok samimi arkadaşınızsa -hani bizim
kültürümüzde vardır- can ciğer arkadaşınızsa, demek
ki o paranın daha fazla bir kısmını harcama
ihtimaliniz yükseliyor demektir; yani hediyeleşme
sadece parasal olarak değerlendireceğimiz bir olgu
değil. Hediyeleşme konusunda şunu da düşünür
müsünüz: "Bugün ben arkadaşıma bu kadar değerli bir
hediye aldım, günün birinde o da bana alacaktır,
onun için daha küçük bir hediye almayayım" gibi bir
düşünce tarzına...
Bazen insanlar böyle düşünebilir. Sözgelimi,
düğünlerde bir tane altın takılır, "bir gün bizim
oğlumuz, kızımız evlenince de aynı şekilde bize de
gelecektir" diye. Tabii bu karşılıklı sosyal
hediyeleşme yanında iktisadi bir davranış gibi
gözüküyor; ama diğer yandan bu bir dayanışma örneği
aynı zamanda, toplumda evlenen insana bir yardım
etme duygusunun hâkim olduğunu gösteriyor bize.
Çünkü bazen hakikaten ekonomik krizler de olunca,
evlenme olayı oldukça zor gerçekleşiyor. Hepiniz çok
gençsiniz, herhalde günün birinde böyle bir şey
düşünürseniz, dayanışmaya hakikaten ihtiyaçları var
insanların. Bu bakımdan da -baktığınızda, elbette ki
kültürel bir özellik de taşıyor.
Ama bu hediyenin niteliği toplumlara göre farklılık
gösteriyor, değil mi? Mesela, gidip de Amerika'da
evlenen birisine bir Cumhuriyet Altını takmak fazla
bir anlam ifade etmeyebilir veya ona fazla değer
atfedilmeyebilir. Ama bizim toplumumuzda altın ve
kâğıt para takmak oldukça önemli bir gelenektir.
Bir başka örnek, hastanede yatan bir akrabanız var
ve onu ziyaret etmek istiyorsunuz. Giderken çiçek
almak yerine hastaneye gittiğinizde, bir miktar para
vererek kendisine bir demet çiçek almasını
söylerseniz nasıl bir tepkiyle karşılaşırsınız?
Sizin açınızdan çok rasyonel görünen bu davranış
karşısında akrabanızın pek de memnun olmayacağı
açıktır.
Rasyonel davranma konusunda "bazen insanların
yetenekleri de bunu engelliyor" demiştik. Biz buna
ekonomik sosyolojide "sınırlı rasyonellik" adını
veriyoruz. Serbest piyasa ekonomisinde ekonomik
aktör değerlendirildiğinde, genellikle piyasa
hakkında tam bir bilgiye sahip oldukları düşünülür.
İktisadın temel prensiplerinden bir tanesi budur;
yani piyasa içinde yer alan aktörlerin tümü
piyasadaki kendilerine rasyonel davranmayı
sağlayacak her türlü bilgiye sahiptir ve bu
bilgilerin değerlendirilmesi sonucunda rasyonel
davranır. Yine hayatımızdan günlük bir örnek vermek
istiyorum. Diyelim ki, süper markete alışverişe
gideceksiniz; biliyorsunuz ki, A süper marketinde
birtakım mallar ucuz, B süper marketindekinde de
öbürleri ucuz. Belki yakınınızdaki iki süper marketi
karşılaştırarak, cebinizdeki parayı rasyonel
harcamaya çalışabilirsiniz. İlk hafta bunu
yaptığınızı farz edelim, A ile B'yi
karşılaştırıyorsunuz. Sonra arkadaşınızdan duydunuz
ki, C süper marketinde de sizin aldığınız mallar
daha ucuz. Bunları çoğalttığınızda, sizin alış veriş
yapmak için harcayacağınız zaman, günlük hayatta
yapmanız gereken bir çok işinizin aksamasına sebep
olur. Çünkü rasyonel davranabilmek için bunların
hepsini değerlendirmek zorundasınız.
Demek ki, ekonomik aktör için bu tam bilgiyi elde
etmek ve değerlendirmek çok zordur. Özellikle de
pazarların genişlediği, yani kapitalist sistemde
birden fazla aynı malı satan işyerlerinin çoğaldığı
bir sistemde ekonomik aktörlerin karar verme süreci
de hızlı olmak zorundadır. Bunun yanında bu
bilgileri değerlendirip kullanılabilir hale
getirmek için sahip olduğumuz zihinsel kapasite de
diğerleri gibi kıt bir kaynaktır. O yüzden de
insanların tüm bilgileri aynı zamanda, bilgisayar
gibi değerlendirme yeteneğine de sahip değildir.
Bütün verileri girip hangi malın, nerede ucuz
olduğunu eğer kendi kendinize listelemeye
kalkarsanız, bunun için harcayacağınız enerji
herhalde iş hayatınızı dahi etkileyecektir veya okul
hayatınızı dahi etkileyecektir. Demek ki, zihni
kapasite, artı bütün bilgilere tam olarak ulaşamama,
insanların her zaman en rasyonel davranışta
bulunamamalarına sebep oluyor. Ama bunu tabii ki
"insanların hiçbir zaman rasyonel davranamamalan"
diye değerlendirmek de doğru değil, insanlar elde
ettikleri bilgiler veya ulaşabildikleri bilgiler
ölçüsünde rasyonel davranabilirler. Onların
davranışları, bulundukları o kısıtlı çevre içinde
veya kısıtlı bilgi içinde zaten rasyonel
değerlendirilmek durumundadır.
Sonuç olarak, ekonomik sosyoloji, egemen ekonomiden
farklı olarak bireylerin her zaman tam olarak
rasyonel olamadıklarını ve bazen rasyonel olmayan
hareketlerde bulunduklarını, bunların da son derece
normal bir davranış tarzı olduğunu söyler.
Ekonomide rasyonel, egoist bireylerin ortaya çıkışı,
toplumda ekonomik aktörlerin birbirlerinden hiç
etkilenmediği fikrine bağlıdır yani yöntemsel
bireycilik söz konusudur. Kişiler kendi düşüncesiyle
toplumdan hiç etkilenmeksizin karar verir ve
uygulamaya geçer. Bireyi motive eden fayda veya kar
elde etmektir, kendi çıkarlarıdır. Buna karşılık
ekonomik sosyoloji bireylerin toplumdan ve diğer
gruplardan etkilendiğini savunur. Ekonomik
sosyoloji için ekonomi sosyal sistemin bir parçası
olduğundan dolayı, bireyleri motive eden maddi
çıkarlar değil sosyal konumlarını, sosyal haklarını
ve sosyal değerlerini koruma istekleridir. Sosyal
prestij, güç, ahlak ve ekonomik olmayan motifler
toplum içinde daha önemlidir.
Tabii burada önemli olan bir başka farklılık da
şudur: ekonomide genelde zevkler, değerler,
birtakım tercihler daima sabitmiş gibi ele alınır;
yani hiç değişmeyen faktörlermiş gibi. Oysaki,
insanlar daha önce de belirttiğimiz gibi toplumda
hem birbirlerinden hem de mesela günümüzde çok
yaygın olan reklamlardan, artı yanındaki komşudan,
arkadaşından, herkesten etkilenir. O zaman
tercihlerinin ve zevklerinin değişmesi son derece
doğaldır. Yine sonuçta ekonominin zevkleri ve
tercihleri bu şekilde değerlendirmesi bir takım
matematiksel ölçüm ve hesap yapma isteğine
dayanmaktadır. Ama ekonomik sosyolojiye göre
kesinlikle zevkler ve tercihler değişkendir ve
sosyal olarak iç etkilere bağlıdır. Bunu niye böyle
varsayıyor ekonomi?
SORU:
Yani tamamen görünmez el mantığıyla bir yaklaşım
var, yani bu tamamen bir felsefi bakış açısı.
CEVAP:
Yani uygulamada yer almayacak bir varsayım olarak
karşımıza çıkıyor. Tabii ki ekonomide matematiğin
öneminden vazgeçmek mümkün değil ancak ekonomiyi
toplumdan bağımsız bir sistem olarak görmek de bizi
yanlışlara götürmektedir. Her toplumda her
davranışın aynı sonucu vermeyeceği çok açıktır ve
sosyal olaylar tek sebepli değildir; yani iktisadı
da aslında sosyal bir bilim olarak kabul ediyoruz.
Bazı iktisatçılar matematik temelli olduğu için
iktisadı sosyal bilimler içinde değerlendirmek
istememektedirler. Gerçekte ekonomi demin de
bahsettiğimiz gibi sosyal sistemin bir parçası ve
toplumun içinde gömülüdür. Bu sebeple de tek
sebepli açıklamaları imkansız hale geliyor, birden
fazla sebebi göz önüne almamız gerekiyor.
Sözgelimi, yakın zamanlarda yaşadığımız ekonomik
kriz de bunun bir göstergesi sayılabilir. IMF
politikalarına baktığınızda aynı tip ekonomik
modellerin toplumların sosyal yapısı, ekonomiye
bakış açıları hiç ele alınmadan
değerlendirildiğinde son derece başarısız olduğuna
son ekonomik krizle hepimiz şahit olduk. IMF
politikalarının yeniden gözden geçirilmesi gereği
demek ki sadece ekonomik kuralların sürekli bizi
idare etmesini engellediğini gösteriyor.
Ekonomik sosyoloji ile ekonomi arasındaki bir başka
farklılık da kültüre olan bakış açısından
kaynaklanmaktadır. Ekonomik sosyolojide kültür temel
bir veridir, yani kültürden bağımsız olarak
herhangi bir ekonomik olayın işleyişi veya herhangi
bir insan davranışının açıklanışı mümkün olamaz.
Ama, temel ekonomiye, egemen ekonomiye baktığınız
zaman ise, durum tamamen farklılık gösteriyor.
Kültür, ekonomik değişkenlere bir ilave olarak ele
almıyor ve çoğu zaman ekonomik olayları
etkilemediği farz ediliyor. Buna aslında tüketimle
ilgili bir örnek vermemiz mümkün. Tüketim,
ekonominin genel prensipleri içinde gelirin bir
fonksiyonu olarak ele alınır. Tüketim gerçekten
gelirin bir fonksiyonu mu? Yani gelirimiz arttığında
tüketimimizi arttırıp, azaldığında da tüketimimizi
kısar mıyız? Belki gelirimiz azaldığında tüketimden
vazgeçmemiz söz konusu olabilir. Fakat acaba her
gelir artışında, tüketimde de bir artış olacağını
varsaymak ne kadar doğru? Bu toplumların yapısına
göre farklılık gösterecek bir alan tabii ki. Ancak
tüm toplumlarda sözgelimi bireylerin geliri
arttığında birilerine yardım etme fikri mevcuttur.
Bu gelir aktarımının bazen din bazen de değişik
kuruluşlar aracılığı ile gerçekleştiği görülür.
İslam dininde zekat bu duruma örnek gösterilebilir.
Kültürün bir unsuru olan din ekonomik bir faaliyet
olan tüketimi zaman zaman doğrudan
etkileyebilmektedir.
Ekonomik sosyolojiyi ilgilendiren konulardan belki
de en dikkat çeken konu tüketimdir. Çünkü
insanların neden şu ya da bu malı tükettikleri
oldukça karmaşık bir konu ve bir çok disiplini
ilgilendiriyor. Ekonomik sosyoloji açısından
bireyler, tüketimde bulunurken ekonomik çıkarlarını
korumak istemekten çok toplumsal konumlarını
korumak gayesiyle hareket ederler. Yani kişileri
motive eden şey sosyal prestij, ahlak gibi ekonomik
olmayan motiflerdir. Tüketim sosyal prestij, sosyal
statü için gerçekleştirilince Veblen tarafından
ortaya atılan gösteriş tüketimi kavramı karşımıza
çıkıyor. Gösteriş tüketimi bizim toplumumuzda da
tarihten gelen bir özellik. Tabii ki, tüketim
toplumuna geçişle, özellikle 1980'lerden sonra
değişimle bu durum daha da yaygın bir hal aldı
kuşkusuz. "Komşuda varsa, bende de olsun"
düşüncesi, Türk toplumunun önemli özelliklerinden
biri kıskançlık olduğu için veya reklamlara konu
olan "komşunun kürkü var, bende de olsun" düşüncesi
tüketimi etkiliyor. Marka merakı ve belli markalarla
giyinmenin verdiği bir statü söz konusu. Bu anlamda
malların sadece kullanım değeri için satın
alınmadıklarını söyleyebiliriz. Kullanım değeri
yanında sosyal prestij ve rekabet unsurunu da
taşıyan sembolik değerinden bahsetmek gerekir. Bu
sebeple kişiler satın aldıkları malların hem gerçek
fiyatım hem de gösteriş fiyatını öderler. Bunlar bir
araya geldiğinde, tüketimin sosyal boyutundan
bağımsız incelemenin imkansız olduğu görülmektedir.
Tüketimin gelişimine bir göz atarsak, sözgelimi;
ilkel toplumlara baktığımızda, tüketim, insanların
biyolojik ihtiyaçlarının karşılandığı, çok fazla
gösterişe ve rekabetçi özelliklere dayanmayan bir
görünüm arz eder. Çünkü sosyal sınıflar arasında
fazla bir farklılaşma yoktur, herkes aşağı yukarı
aynı şeyi tüketir.
Yrd. Doç. Dr. Filiz Baloğlu
|