Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

İki Binli Yılların Global Enerji Politikalarında Türkiye Cumhuriyeti 

Dr. Ömer Açıkgöz 

Coğrafi konumu Türkiye'yi Doğu ile Batı ve Kuzey ile Güney arasında köprü haline getirmektedir. Tarihi yeri, Çin'den Adriyatik'e kadar olan kültür kom-pozisyonundaki ayrıcalığı, antik değer varlığı, medeni­yetlerin kültür beşiği ve büyük dinlerin başkenti olan istanbul'un sahibi ve İslam dünyasında ayrıcalığı ile birlikte Batının OECD, NATO ve Gümrük Birliğine de üye olması, Türkiye'nin Doğu ile Batı arasında coğraf­ya ile birlikte siyasi ve kültürel olarak da köprü olabi­leceğinin ifadesidir. Bu konum aynı zamanda Türki­ye'yi, kıtalar ve bölgeler arası politikalarda risklere du­yarlı önemli ülke haline getirmektedir. Uluslararası pa­zarlara enerji koridoru özelliği ile birlikte, Türkiye'nin iç ve dış politikası enerji üretici, tüketicisi ülkeleri ya­kından ilgilendirmektedir. 

Enerji insan hayatının önemli bir parçasıdır, in­sanı tabiatın zor, sıcak ve soğuk şartlarından koruyan, insanın kas gücüyle yapamadığını yapan enerjidir. Isıt­mada, soğutmada, aydınlatmada, mutfakta, eğitimde, sağlıkta, ulaşımda, endüstriyel üretimde enerji olma­saydı, bugün dünyanın ulaştığı mevcut refah olmaya­caktı. Bu önemi nedeniyle enerji ülkeler arası siyasi ve iktisadi politikalarda belirleyicidir. 

Rusya, Orta Asya, Kafkasya ve Körfez enerji kaynaklarının batı pazarlarına taşınmasında Türkiye ö-nemli coğrafi avantaja sahiptir. Bu durum Türkiye'yi enerjinin risklerini ve faydalarını taşıyan ülke konumuna getirmektedir. Endüstri toplumlarında, siyasi politi­kaları iktisadi politikalar belirlemektedir. Dünyada ha­kim siyasi ve İktisadi eğilimler çevre politikalarını belir­lemektedir. Baskın trendlerin niteliği ve bu çerçevede yeni Cumhuriyetimizin mevcut durumunun bilinmesi makro politik analizlere ışık tutacaktır. 

Bu makalede, Dünyanın global enerji politika­larında Cumhuriyetin geldiği son durum analiz edile­cekti r.

 

1. Dünyanın Siyasi ve İktisadi Global Trendi 

Sovyetlerin çökmesi ile birlikte Batı düşüncesi kendi içinde tamamlayıcısı olan Marksist diyalektiği kaybetti. Marksizm batı düşüncesini makuliyet sınırlara içerisine çekmiş, merkantalist, liberal ve kapitalist çiz­ginin birey, toplum ve devletine yeni tanımlar getirmiş­ti. Marksizm'in batıda sosyal devletin gelişmesinde kat­kısı büyük olmuştur. Ancak Sovyetlerin çöküşü ile bir­likte merkantalist, liberal ve kapitalist çizgi bunu ken­disinin bir zaferi kabul ederek, 'alternatifsiz düşünce', 'tele kutuplu dünya', 'yeni dünya düzeni', 'tarihin sonu' ftibi düşünce projeleri üretti. Bu projelerden biri de Amerikan Savunma Bakanlığı -Pentagon- tarafından hazırlanan dünyanın barış ve güvenliğini koruma ama­cıyla "Tek Süper DevleÜİ Dünya RaporuMur. Bu belge­de Amerikan dış ve savunma politikasının tek bir ama­ca kilitlenmesi vurgulanmaktadır: Batı Avrupa'daki, Asya'daki ya da eski Sovyetler Birliğindeki devletlerden hiç birinin ABD'nin karşısına ve onun gücüne kafa tu­tacak güce erişmesine İzin verilmemesi gerektiği açık biçimde ifade edilmektedir (Ülman, 1994:41).

Avrupa Birliği, NAFTA ve Pasifik Bölgesindeki siyasi ve iktisadi birlikler dünyayı hızlı bir kutuplaşma­ya doğru sürüklemektedir. Ekonomi en önemli değer olduğu sürece, kutuplaşmalar ve entegrasyonların dı­şında kalan ülkelerin alternatifleri; bu kutuplara girme ya da birer iktisadi faktör olma veya sahip oldukları ır­kı ve dini siyasal dil haline dönüştürüp varlığını sürdü­rebilmektir. 

Ülkelerin siyasal sistemleri ile İktisadi düzenle­ri arasında önemli bir İlişki vardır. Sosyalist sistem ile merkezi planlama, Liberal sistemle ferdi teşebbüs hür­riyeti arasında doğrusal bir ilişki vardır. Bu ilişki biçimi devletin iktisadi sistemdeki yerini belirler. Dünyadaki gelişme ve eğilimler, merkezin devletten bireye kaydı­ğını göstermektedir. Ancak bu merkez kaymasında devletin yeri ve rolü ciddi tartışmaların konusudur. 

Bu tartışmalar, devletin iktisadi büyümeyi doğ­rudan sağlayan bir güç olarak değil, bir ortak, katalizör ve teşvik edici olarak ekonomik ve sosyal kalkınmada­ki önemi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Devletin iktisadi ve sosyal kalkınmadaki rolü ile ilgili düşünceler çeşitli olmakla beraber, dünyada gelişen yeni olaylar bu rolü daha da tartışılır hale getirmiştir. Bu yeni tartışmaya ne­den olan olaylar (The Wortd Bank, 1997:1);

a.  Merkezi planlı ve denetimli ekonomilerin çöküşü,

b.  Gelişmiş ülkelerin bir çoğunda refah devle­tinin içine girdiği mali kriz,

c.  Asya kaplanları denilen ülkelerdeki ekono­mik gelişmelerde devletin rolü,

d.  Dünyanın bir çok yerinde devletin çöküşü ile ortaya çıkan insanlık dramı. 

Bu zıt gelişmelerin arkasındaki güçlü faktör, devletin etkinliğinin ihmal edilmeyeceğini göstermek­tedir. Piyasaların gelişmesinde, İnsan sağlık ve mutlu­luğunun artmasını sağlayan mal ve hizmetlerin sağlan­masında gerekli hukuki ve kurumsal altyapıda devletin etkinliği göz ardı edilemez. Etkin bir devletin yokluğu ekonomik ve toplumsal yaşamda kargaşa demektir. Bu kargaşa İçinde de büyüme ve kalkınmanın sağlanması mümkün değildir. Burada devletin etkinliğinden, dev­letin bizatihi ekonominin içinde değil, bir ortak, katali­zör ve kolaylaştırıcı olarak yerini almasıdır. Kalkınma ve büyüme yöntem ve metodolojisi ülkeden ülkeye farklılık gösterip, toplumun sosyo-kültürel yapısının, etnik ve politik yapısının baskısı altındadır. Toplumsal yaşamda ve hukuki yapıda birey ve devletin yerinin belirsizliği kalkınma ve büyüme önünde önemli engel­dir. Gelişmekte olan ülkelerde devletin ekonomide merkezi rol alması ve devletin kontrolünde kalkınma stratejilerin belirlenmesi sonucunda, devletin büyüklü­ğü artmış ve devletin harcamaları bütün harcamaların dörtte birini oluşturmuştur. Devletin en büyük pazar haline gelmesi, hukukun üstünlüğünün kaybolmasına, merkezi otokrasinin gelişmesine ve yolsuzlukların yay­gınlaşmasına, yoksulluğun artmasına ve nihayet kal­kınmanın yavaşlamasına sebep olmaktadır. Gelişmiş ülkelerde İse devletin harcamaları toplam gelirin yarısı­nı teşkil etmektedir (a.g.e:4). Dünya iki paradoks İle karşı karşıyadır; ekonomide etkin rolü olan üretici ve denetici devletin oluşturduğu yoksul, yolsuzluklarla dolu, siyasi ve İktisadi nüfuzun hukuka üstünlük sağla­dığı ülkeler ile, toplam gelirin yarısını harcayan, silah­lanmayı ve büyümeyi gelişmekte olan ülkeler aleyhine sürdüren, büyüme ve kalkınmayı bireyin değerlerinin üstünde tutan ve bir anlamda bireyi hukuku anlamda var eden ancak değerler anlamında yok eden devletle­rin oluşturduğu ülkeler. 

Demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, İnsan haklan ve liberalizm gibi kavramların ortak değerler o-larak önemsendiği; mal, hizmet, finans piyasalarının bilgi ve teknolojinin milli ülke sınırlarını aştığı günü­müzde, dünya, iktisadi-siyasal ve kültürel olarak bir küreselleşmeye doğru gitmektedir. Dünyanın hızla bölgesel iktisadi ağırlıklı entegrasyonlarla yeni kutuplar oluşturması, önümüzdeki yıllarda siyasal ve kültürel bütünleşmenin motorunu ekonominin teşkil edeceğini ifade etmektedir. İnsanlık tarihinde milletlerin bütün­leşmesini sağlayan unsurun Aydınlanma Öncesinde din olduğu, Aydınlanma sonrasında ırk ve/veya ulus oldu­ğu, günümüzde ise ekonomi olduğu gözlenmektedir. Aydınlanmanın batıda ortaya çıkması ve kültürel yönü­nün ağırlık taşıması nedeniyle, aydınlanma felsefesinin batı dışındaki toplumlara transformasyonu esnasında dünya bir gerilime ve mono kültüre zorlanmaktadır. Bu kültür transformasyonu toplumlarda ciddi sancılar oluşturmakta ve hatta toplumları iç çatışmalara kadar götürebilmektedir. Kültür çatışmalarının toplumlaıın siyasal ve sosyal sisteminde istikrarsızlığa neden oldu­ğu ve iktisadi gelişmenin önünde ciddi engel teşkil et­tiği gözlenmektedir. Bu çerçevede ekonomik gelişme ile sosyal ve kurumsal gelişmenin iç içe olduğu ve kal­kınmanın ancak bu üçlünün bütünlüğü sağlandığı tak­dirde mümkün olacağı söylenebilir.

2. Politik Enstrüman Olarak Enerji 

Enerji kaynaklarının bulunduğu ülkeler, Sanayi Devrimiyle birlikte önem kazanmaya başlayacak ve ge­rekirse dünyadaki dengelerde bu ülkelerin önemli bir rolü olacaktı Kaynakların nasıl çıkarılacağı ve tüketileceği ülkeye ulaşım koridoru üzerindeki kontrolü, ener­ji politikalarını zorunlu hale getiriyordu.

Sanayi Devrimi sonrasında gelişen ekonomile­rin enerji bağımlı olmaları nedeniyle, enerjinin isteni­len standartta ve zamanda temini bu ekonomiler için temel problem haline gelmiştir. Enerji hem üretim aşa­masında bir üretim faktörü olarak, hem de üretim son­rası mamulün işlevi için bir zorunluluktu.

Enerji, üretimde en önemli girdi, modern haya­tın esprisi ve gelişmişliğin önemli kriteriydi. Ülkelerin gelişmişlik ve modernlik düzeyleri fert başına tüketilen enerji miktarıyla ölçülmekteydi. 

Bugünkü sosyal ve İktisadi hayatta enerjinin ö-nemi tartışılmazdır. 1973 petrol şoku dünya ekonomi­sinde ve özellikle gelişmekte olan ekonomilerde deprem etkisi yaratmış, enerjide ithalata bağımlı ülkelerin enerji fiyatlarının yükselmesiyle, ödemeler dengesi bo­zulmuş ve ekonomilerinin gelişme eğilimi büyük dar­be yemiştir. Bütün gelişmekte olan ülkeler kendi ener­ji kaynaklarını devreye sokmak için pahalı yatırımlara girmişlerdir. Türkiye'de de bu çerçevede 1973 yılından sonra hidroelektrik santrailara büyük yatırımlar yapıl­mış ve bu yatırımlar nedeniyle bütçede büyük açıklar meydana gelmiştir. Bu yatırımlardan birisi de GAP projesidir. GAP projesi bu tarım projesi olmasının yanında, aynı zamanda bir enerji projesidir. Hidroelektrik yatırı­mının pahalı olması sebebiyle, bu projenin etkisi hala Türk ekonomisi üzerinde devam etmektedir. 

1973 enerji şoku, Türkiye için enerji politikala­rını zorunlu hale getirirken, uluslararası planda da etki­li ve belirleyici politik enstrümanlar geliştirmiştir. Orta­doğu'nun petrol üretici ülkeleri batı ve İsrail ile ilgili politikalarında, petrolü en önemli araç olarak kullan­mışlardır. Aynı şekilde Ortadoğu'nun mevcut durumu çıkarlarına hizmet ettiği için, batılı ülkeler demokrasi ve insan hakları rüzgarını dünyanın bir çok yerinde es­tirdikleri halde, petrol üreten Ortadoğu ülkelerini bu rüzgarın etki alanının dışında tutmaktadırlar. 

Yine 1991 yılında baş gösteren Körfez krizi dünyadaki stratejik politikalann nabzının, bir enerji bölgesi olan Orta Doğuda atmakta olduğunu açıkça göstermiştir. Gelişmiş ülkelerin ABD öncülüğünde Irak'ı, işgal ettiği Kuveyt'ten kısa bir sürede çıkarması, enerjinin ekonomi-politiğin en Önemli kriteri haline geldiğini göstermektedir. 

Enerjinin ulus, egemenlik, uluslararası tanınma ve var olma konularında ciddi bir yere sahip olduğunu dünya Körfez ve Ortadoğu'nun küçük ülkeleri örne­ğinde şahit olmuştur. On sekiz bin kilometre kare top­rağı ve 1990 yılında 1.5 milyon nüfusuyla Körfezdeki Kuveyt'in jandarmalığı için, gerektiğinde dünyanın en profesyonel ve teçhizatlı 200 bin ABD askeri kısa bir sürede Ortadoğu'ya sevk edilebilmektedir. Bu amaçla 1968'de ilk defa Vietnam Savaşında silah altına çağrılan "ihtiyatlar"dan 40 bin kişi dönemin ABD'de Başkanı George Bush tarafından silah altına çağrılmaktaydı. O günün şartlarında ortalama 7 Kuveyt vatandaşını koru­mak için bir ABD askeri modern donanımıyla birlikte Ortadoğu'ya gelmişti. Bütün bu seferberlik Kuveyt devletini ve milli sınırlarını Kuveyt halkı adına koru­mak ve yaşatmak değildi. Şayet böyle olsaydı, Azer­baycan'da binlerce kişi Ermeniler tarafından öldürülür­ken ve topraklarının yüzde 25'İ Ermeniler tarafından iş­gal edilirken ve de Bosna'da Boşnaklar Sırplar tarafın­dan soy kırımına uğratılırken, Kosova'da insanlar dağ­larda açlığa mahkum edilirken ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin bu ülkelerde de bulunmaları gerekiyordu. Bu ülkelerden farklı olarak Kuveyt'in işgali bütün Ortado­ğu'daki hidrokarbonların üretim ve iletim dengelerini değiştirmekte ve gelişmiş ülkelerin ekonomik refah, ü-retim ve savunma sanayilerini ciddi kayıplara uğrata­caktı. 

1990 yılında SSCB'nin çözülmeye başlaması ile dünya politikasında tek belirleyicinin ABD olduğu dünya kamuoyuna ilan edilmeliydi. 1991 yılında dünya ilk defa canlı yayında bir savaşı takip ediyordu ve can­lı yayında savaşın galibinin hükümranlığı tescil edile­cekti. Halen etkileri bölge ülkelerinde hissedilen bu sa­vaş bir enerji savaşıydı. Bu savaşın İktisadi, sosyal ve si­yasal boyutunun olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Bu savaş enerjinin stratejik öneme sahip bir kaynak ol­duğunun yakın tarihteki tescilidir. 

Enerji arzı ve talebinin yüksek olduğu ülkelerin tüketim kalıpları ve refah düzeyleri değişmektedir. Da­ha fazla tüketim için daha fazla üretim ve fazla üretim İçin de enerji şarttır. Gelişen ekonominin, değişen tü­ketim kalıplarının ve iktisadi refahın beslenme kaynağı enerjidir. Enerji dünkü bu önemini bugün de muhafa­za etmektedir. Refahın kaynağı ekonomik büyüme ol­duğu müddetçe bu önem yerini koruyacaktır. 

Dünyada yaklaşık İki milyar insanın hala gele­neksel enerji kaynaklarından yararlandığını ve 1.5-2 milyar insanın elektriksiz yaşadığı (UNDP, 1997:9) göz önünde bulundurulduğunda, modern medeniyetin saydamlığı bozulmaktadır. Enerji bağımlı medeniyette hayat tarzındaki insicamı sağlama ödevi enerjiye veril­miştir.

Enerjinin yoksulluk ve az gelişmişlik ile yakın bir ilişkisi vardır. Yoksul olanlarda ısınma, barınma ve sağlık hizmetlerinin yetersizliğinde enerji bir faktör o-larak rol oynamaktadır. Benzer şekilde gelişmekte olan ülkelerde de enerji hane halkının temel harcamaların­da önemli bir gider olarak yer almaktadır. Gelir düzeyi düşük olan toplumlarda enerji tüketimi hem daha pa­halıya mal olmakta hem de sağlık problemlerine yol açmaktadır. Bu ülkelerde kullanılan odun ve tezek gi­bi geleneksel enerji kaynaklan çocuk ve ev hanımların­da ciddi sağlık problemlerine yol açmaktadır. Bununla birlikte bu ülkelerde kaynağı yakma ve kaloriyi koru­ma önlemlerindeki yetersizlik enerji maliyetinin Önem­li ölçüde yükseltmektedir.

Enerji kaynaklarının randımanlı olarak yakıl­maması neticesinde hava kirliliği ve ekolojik denge bo­zulmakta ve enerjinin büyük bir kısmı kaloriye dönüş­meden gaz şeklinde aünosfere karışmaktadır. Kaynagın verimli kullanılmaması aynı zamanda enerji maliye­tinin yükselmesi ile sonuçlanmaktadır. Gelişmekte o-lan ülkelerde odun fırının performansı yüzde 15, gaz-yagının yüzde 50, doğal gazın yüzde 65 olmaktadır. Geri kalan miktar ise atmosfere Karbondioksit, sülfür-dioksit ve diğer partüküller şeklinde verilmektedir. Bu yakıtların izole edilmemiş meskenlerde ısınma amaçlı kullanılması büyük miktarda atmosfere ısı transferi ola rak gerçekleşmektedir 

Bugün aunosferde 1860 yılına nazaran yüzde 30 daha fazla karbondioksit gazı vardır. Bu gazın etki­siyle dünya 2060 yılında 1.8 °C ile 6.3 °C arasında bu­günkünden daha sıcak olacaktır. Bu durum ABD'ye ik­lim sıcaklığının 5 ile 10 °C arasında yükselmesi, yaz ay­larındaki nem oranının yüzde 10-30 arasında düşmesi, denizlerin yaklaşık 25 cm yükselmesi şeklinde yansıya-cakur (Begley, 1997:16).

Yapılan araştırmalara göre Güney Kore, üreti­mi bugünkü şekliyle devem etmesi halinde 2030 yılın­da C02 emisyonunda dünya birincisi olacaktır. 2020 yı­lında ise bugünkü ABD'nin yerini Çin alacaktır. 1995 yılı verileriyle ABD'de C02 emisyon oranı fert başına 19.1 tondur. Bu oran Türkiye'de 8.9, Japonya'da 8.8 ve Çin'de 2.3 tondur. Dünya ortalaması ise 4 tondur. Bu­günkü şartlarda Asya karbondioksit emisyonunda yüz­de 25'lik paya sahip iken önümüzdeki yüzyılda bu o-ran yüzde 50 olacaktır (World Bank, 1997:229).

Karbondioksit emisyonu ile istihdam arasında­ki ilişkiye ise Japonya örnek verilebilir. Japonya emis­yon miktarını yüzde 5 kestiği takdirde ekonomisinin 1990'lardaki seviyenin altına inmesi ve 1.9 milyon iş gücünün işsiz kalması anlamına gelmektedir (Emer­son, 1997: 14).

Karbondioksit emisyonu "Batı" ile "Asya" ara­sındaki enerji çatışmasının başka bir yönünü göster­mektedir. Asya'nın karbondioksit emisyonunda önü­müzdeki yüzyılda yüzde 50 paya sahip olması, enerji tüketim ve kontrolünde bu oranda inisiyatif sahibi ol­ması anlamına gelmektedir. 

İktisadi büyüme oranı, artı 2.5-3 puan bir ülke­nin enerji talebini belirlemektedir. Karbondioksit emis­yonu hidrokarbonların yakılması ile doğrusal bir ilişki içindece karbondioksit emisyonunun iktisadi refah ve büyüme ile de direkt bir ilişkisi vardır. Önümüzdeki yüzyılda dünyada Asya'nın yüzde 50 inisiyatif sahibi olma temayülü bu günden batı dünyasını telaşlandır­mış olabilir. Asya'da fınans piyasasında meydana gelen kriz, bu çerçeveden de değerlendirilebilir. 

A. Dünyada Enerji ve Enerji Politikaları

Dünyada yüksek oranlarda enerji yatırımları yapılmaktadır. Birleşmiş Milletler verilerine göre (UNDP,1997:52), 1990 yılında enerji temini için yapılan global yatırım tutarı yaklaşık 400 milyar dolardır. Bu tu­tar ise dünya hasılasının yaklaşık yüzde 2'sidir. Bu ya­tırım miktarının yaklaşık yarısı OECD ülkeleri tarafın­dan yapılmıştır (WEC,1993). Gelişmekte olan ülkelerde enerji yanının daha da yüksek rakamları üulmakladıı Toplam yatırım içinde enerji yatırım tutarı yüzde 25-30'u bulmaktadır. Elektrik enerjisi yatırımı ortalaması yüzde 10; kömür, petrol, doğal gaz yatırım tutarı ise yüzde 5-10' dur (WEC/IIASA,1995:84). Dünya enerji konseyinin geliştirdiği enerji yatırım projeksiyonlarına göre bütün dünyada 1990-2020 yılları için 1992 fiyatla­rıyla 7 trilyon doları enerji-verimliligi ve çevre yatırımı olmak üzere, toplam 30 trilyon dolarlık yatırım gerek­mektedir. Bu tutarın yarısını gelişmekte olan ülkelerin yapması gerekmektedir. Gelişmekte olan ülkeler dün­ya nüfusunun yüzde 75'ine, ancak dünya hasılasının yüzde 25'ine sahiptirler (UNDP, 1997:52). Gelişmekte olan ülkelerin kıt kaynaklarıyla bu yatırımları gerçek­leştirmeleri zorluğu, bu ülkeleri gelişmiş ülkelerin fı­nans kurumlarına mecbur edecektir. Gelişmiş ülkelerin sanayi toplumu evresinden bilgi toplumu evresine ge­çişlerinin yanında, gelecekte bu ülkeler gelişmekte o-lan ülkelerin fınans kurumları ve dünya finans toplum­ları olacaktır. Dünyadaki sermaye hareketini, yatırım a-lanlarını, siyasi, sosyal ve iktisadi trendleri finans top­lumları belirleyecektir. Dünyada bugün varolan "ra-Lİng" kuruluşlarının sermaye yöneliminde gelecekte daha fazla önem ve etki sağlayacağı açıktır. 

Dünya Bankası verilerine göre (World Bank, 1994:122), gelişmekte olan ülkelerde ileüm, dağıtım ve üretimdeki kayıpların düşürülmesi ile yılda ortalama 30 milyar doların tasarruf edilebileceği ifade edilmektedir. Türkiye'deki bu kayıpları oranı ise yüzde 25-30 civarın­dadır. 

Enerji fiyatlarının dünyadaki politik gelişmeler­le direkt ilişkisi, gelişmekte olan ülkelerin gelişmesine engel teşkil eden diğer bir faktördür. Ülke, bölge ve kı­ta istikrarsızlığı enerji fiyatlarını yükseltmekte; dış öde­meler dengesi ve bütçesi açık veren ülkelerin iktisadi, sosyal ve politik krizine yol açmaktadır. Bu durumu ya­şayan tipik ülkelerden birisi, 1973 enerji krizinin bede­lini her alanda pahalı bir şekilde ödeyen Türkiye'dir.

Dünya ticari enerji kullanımında petrolün payı 1990 yılında yüzde 40 idi. Bu oran günlük 66 milyon varil petrol demektir. Yani dünya günlük 66 milyon varil petrol üretme, dağıtma ve güvenliğini sağlamak zo­rundadır. Dünya petrol tüketiminin yüzde 57'sini veya günlük 38 milyon varili OECD'nin endüstrileşmiş üç ü-yesi olan ABD, Japonya ve Batı Avrupa tüketmektedir ve bu tüketimin yüzde 60'ı ithalat yoluyla karşılanmak­tadır (EIA.1994). İthal edilen petrolün çoğu Orta Doğu ülkelerinde karşılanmaktadır. Orta Doğu bu üç geliş­miş OECD üyesinin günlük 38 milyon varil petrolünün 13 milyon varilini karşılamaktadır Bu nedenle Ortado­ğu dünyada potansiyel çatışma merkezini teşkil etmek­tedir. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 65'i Basra Kör­fezi ülkelerinde bulunmaktadır. Dünya enerji konseyi­nin yaptığı projeksiyonlara göre (WEC/IIASA, 1995:84), 1990-2020 yılları arasında dünya petrol talebi yaklaşık yüzde 25 oranında artacaktır. OECD ülkelerinde bu ta­lep düşüşü yaklaşık yüzde 20, gelişmekte olan ülkeler­de talep artışı yüzde 50'den daha fazla olacaktır. Geliş­mekte olan ülkelerin bu talebi ithalat yoluyla karşılana­cak ve bu ithalatın güvenliği önem arz etmektedir. 1990 körfez krizinde enerji kaynaklarının güvenliğini ABD sağlamıştır. Gelecekte aynı güvenlik şemsiyesi devam edecek midir? Çünkü ABD'nin enerji ithalatı bu dönemde yaklaşık yüzde 20 oranında azalmaktadır. 

Dünyada ekolojik denge ve çevre üzerindeki zararının az olması nedeniyle son zamanlarda önemi ve tükeümi yükselen enerji kaynağı doğal gaz olmuş­tur. 1983-1992 döneminde petrolün dünya enerji sek­törüne katkısı yüzde 43'den yüzde 40'a, kömürün yüz­de 27'den yüzde 25'e düşerken, doğal gazın yüz-del9'dan yüzde 22'ye yükselmiştir (EIA.1994). Dünya enerji arz ve talebi projeksiyonu yapan bütün kurum ve uzmanlar doğal gazın gelecekteki rolünün daha da artacağını belirtmektedirler (IPCC.1992; Kassler,1994; WEC,1993). 

Doğal gaz fosil yakıdar arasında en düşük Kar­bondioksit emisyon oranına sahiptir. Doğal gazda C02 emisyon oranı =d4kg C/GJ, petrolde =20kg C/GJ, Kö­mürde ise bu oran =25kg C/GJ'dür (UNDP, 1997:78). 

Doğal gazın yükselen bu önemi nedeniyle do­ğal gaz üreticisi coğrafyamızdaki ülkeler olan Rusya, Türkmenistan, Iran ve Cezayir gibi ülkeler "önemli ül­ke" statüsü kazanmaktadır. Özellikle Türkiye'nin Rus­ya, Türkmenistan ve Iran doğal gaz nakil koridorunda bulunması Türkiye'nin de enerji açısından bu statüye sahip olmasına neden olmaktadır. 

B. Türkiye Enerji Politikası

Türkiye 1923'te kurduğu cumhuriyetle dünya siyasal coğrafyasında yeni bir kimlikle yerini almış, bu kimliğin esasında rasyonel değer ve düşünce tarzı yat­maktadır. Türkiye, 1950 yılına kadar tek partili siyasal sistemle idare edilmiş, bu tarihten itibaren kendine öz­gü siyasal düzenden dünyaya açık, çoğulcu demokra­tik siyasal düzene kavuşmuş ve o dönemde batı bloğu ve Sovyet bloğu arasındaki çatışmada batının yanında yer almıştır. Siyasal ve iktisadi sitemi geleneksellikle beraber batılı değer ve motifleri taşımaktadır. Ancak si­yasal ve iktisadı sistemin batılı normlarda ışleyememesi sistemin en önemli problemidir. Bu problem, kuşku­suz ekonominin ve kalkınmanın esası olan enerjinin üretilmesine, politikalarının oluşmasına engel teşkil et­mektedir. 

Türkiye kendisi ciddi bir enerji üreticisi olma­makla beraber, iki nedenden dolayı dünya enerji paza­rıdır; birincisi, Türkiye'nin coğrafi konumu, temel pet­rol üretici ve tüketici bölgeler arasında doğal köprü sağlamaktadır. Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya ülke­lerinin petrollerinin batıya çıkış kapısı Türkiye'dir. Bu anlamda hem petrol üreticisi hem de petrol tüketicisi ülkeler Türkiye'ye bağımlıdır denilebilir. İkincisi, dün­yanın hızlı gelişen on ekonomisinden biri olması nede­niyle enerji sektörü de bu anlamda hızla gelişen ülke­lerdendir. Ancak Türkiye'nin 1996 yılında yüz yüze kalmış olduğu, yüksek enflasyon, paradaki yüksek de­ğer kaybı, gittikçe büyüyen dış ödemeler açığı ve dış ti­caret dengesizliği enerji sektöründe büyük yatırımları engellemektedir. Bütün bunlara rağmen büyüyen eko­nominin iç enerji talebi üzerinde oluşturduğu baskı, bu sektöre yatırımı zorunlu hale getirmektedir. Türki­ye'nin karşı karşıya bulunduğu dış ödemeler açığı ve e-nerji sektörüne yatırım zorunluluğu bir çıkmazdır. Bu çıkmazı aşabilmenin muhtemel çözümü için geliştirilen Yap İşlet Devret modelidir. Türkiye özel sektörü ve u-luslar arası sermayeyi de bu anlamda devreye sokarak sorununu çözmeyi planlamaktadır. Ayrıca Hazar pet­rolleri, doğal gazı ve Irak petrollerinin yeniden Türkiye üzerinden pazarlara ulaşması Türkiye'ye önemli katkı­lar sağlayacaktır. Türkiye geliştireceği stratejik diplo­masi ile bunu başarmak zorundadır (Feld, 1996:2-4). 

Türk ekonomisi büyük oranda ithal enerji kay­nağına bağımlıdır. Türkiye dünya iktisadi kriterlerine göre gelişmekte olan ülkeler arasında yer almaktadır, ithalatının yaklaşık %50'sini ticari enerji kaynakları teş­kil etmektedir. Bundan dolayı 1973 yılındaki petrol şo­kundan büyük oranda etkilenmiştir. Petrol fiyatlarının yükselmesi nedeniyle dış ödemeler açık vermiş, üretim düşmüş, ürün piyasası daralmış, fiyatlar yükselmesi ile enflasyon oranı yükselmiştir 

1. Türkiye Cumhuriyetinin Enerji Sektörü 

a. Kömür ve enerji politika

Türkiye'nin toplam kömür rezervi 11.399 milyon tondur. Türkiye'de bulu­nan enerji kaynakları miktar ve kalite bakımından önemli olmamakla birlikte ülke iç tüketiminin bir kıs­mını kendi öz kaynaklarından karşılamaktadır ve geri kalan kısmını ise ithalat yoluyla karşılamaktadır. Türki­ye linyit kömür rezervi açısından zengin; ancak kaynak coğrafi olarak dağınık, düşük kaliteli, yüksek maliyetli ve çevre sorunludur (Şahin,1994:44). Kömürün 1995 yılı kurulu güç içindeki fîayi; linyit %29, taş kömürü %2'dir. Kömürün kurulu elektrik enerjisi üretiminde kaynak bazındaki payı %31'dir (TEAŞ, 1996:3). 

b. Petrol

Türkiye'nin 1993 yılı itibariyle üretilebilir rezer­vi 39.11 milyon tondur (US Department of Energy, EİA, Turkey, 1997). Türkiye'de petrol tüketimi hızla geliş­mekte ve yakın gelecekte bu trendin devam edeceği söylenebilir. Türkiye enerji tüketiminin yaklaşık yarısı­nı petrol karşılamaktadır ve kendi petrol üretimi sade­ce tüketiminin çok az bir kısmını karşılamaktadır. Re­zerv açısından zengin bir ülke değildir. Türkiye'de pet­rolün bulunduğu bölge Güney Doğu Anadolu bölgesi­dir ve bu bölgenin yaklaşık on beş yıldır terörle yaşa­ması bölgedeki petrol keşif ve geliştirme çalışmasını engellemektedir (TPAO). 

c. Doğal Gaz

Türkiye'nin mevcut rezervi 9-807 milyar m3'dür. 1996 yılı sonu itibariyle toplam gaz ithalatı ise 8041 milyon m3'dür. Önümüzdeki yıllarda Türkiye'nin doğal gaz talebinin hızla artacağı, mevcut çalışmaların Türkiye'nin sadece doğal gaz ihtiyacının 1/3'ünü karşı­layacağı ifade edilmektedir (Feld, 1996:4). 

d.  Elektrik

Türkiye'nin 1925'deki enerji üretiminde %80 ci­varında olan taş kömürü ve linyitin payı 1990 yılında %31'e düşmüştür. Buna karşılık petrol %38'e , doğal gaz kullanımı ise %22'ye yükselmiştir (Bektur,1997: 60).Türkiye'de son beş yılda kurulu güçte 15833-1 MWTık bir artış kaydedilmiştir. 1995 yılında Türkiye ku­mlu gücü 20951.8 MWa ulaşmıştır. Toplam kurulu gü­cün 11089.0 MVı (% 53) termik, 9862.8 MVı (% 47) hidrolik kaynaklardan sağlanmıştır. Termik kurulu güç içerisinde 1982 yılından itibaren linyit yakıdı santralların ağırlığı artmıştır. 1985 yılından itibaren doğal gaz yakıt­lı santralların paylan gıdeıek artış göstermiş olup, 1990 yılından itibaren toplam termik kumlu güç içinde linyit­ten sonra en fazla ağırlığı olan santrallar durumuna gel­miştir. 1995 yılında Türkiye toplam kumlu gücünün yaklaşık % 31.2'si katı yakıtlar, % 6.7'si sıvı yakıtlar ve % 13-8'i ise doğal gaz yakıtlı santrallardan oluşmuştur (ETKB/APK). 1994 yılında ise yurt içi birincil ticari ener­ji üretiminde linyit % 47, Hidrolik %28, petrol %16 ve taş kömürü %8 paya sahipti (Şahin,1994:44). Türkiye'nin yerli üretim kapasitesi 245 milyar kWh ile sınırlı olup, bunun 125 milyar kWh'i hidrolik, 120 milyar kWh'i ise termiktir. Yerli bütün potansiyel kullanılsa bile, yakın gelecekte elektrik talebinin tümünü yerli kaynaklardan temin etmek mümkün değildir

3. Türkiye 'nin Kaynak Bazında 1990-1995 Üretim ve Tüketimi 

a.  Doğal Gaz Üretim ve Tüketim Analizi

Türkiye gelişen ekonomisinin doğuracağı do­ğal gaz talebinin ileri de artacağı tahmin edilmektedir. Kirlenen çevre şartları Türkiye'yi daha fazla doğal gaz tüketmeye zorlamaktadır. Üretimin talebi karşılama o-ranının binde 4 oluşu ve Türkiye'nin doğal rezervleri­nin zengin olmayışı sebebiyle Türkiye'nin doğal gaz tüketiminde büyük oranda dışa bağımlı olması anlamı­nı taşımaktadır. Türkiye'nin beş yıllık doğal gaz ithalat ortalaması 4.8 milyar m3'tür. Ağırlıklı olarak doğal gaz ithalatı yaptığı ülkeler; Rusya, Cezayir ve Or­ta Doğu ülkeleridir. 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005