Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Gümrük Birliği Ve Kıbrıs Üzerine Çeşitlemeler 

Mümtaz Soysal 

Kıbrıs Ve Batı 

Son rakam yüzde 215; Türkiye'nin yüz­de 150'lik enflasyonu Kuzey Kıbrıs'a daha da kabararak yansıyor.

Türk ekonomisindeki birçok hastalık gibi.

Aslında, 180 bin kişilik ufacık bir toplu­mun ekonomik yapısını sağlıklı zemine oturta­mamış olmak, Türkiye'nin son yıllardaki en büyük başarısızlığıdır. 

Hatta, Türkiye'deki başarısızlıklardan da büyük bir başarısızlık.

Çünkü, kış aylarında bile yumuşak ka­lan havasıyla ve ovalarını şimdiden yeşerten güneşiyle, böyle bir adayı, yalnız kendi hal­kına değil, Türkiye'ye de gelir akıtan bir tu­rizm cennetine dönüştürmek geç bir iş olma­malıydı. Ambargolar, siyasal sınırlamalar ge­çerli mazeret değildir. Üstten biraz su akıtı­larak çalıştırılan kurumuş tulumbalar gibi, Türkiye'deki özel kesimin azıcık himmetiyle çok şey başarılabilirdi.

Olmadı; başka konularda milliyetçiliği kimselere bırakmayan bir yeni sermaye sınıfı, yatırımcısıyla, turizmcislyle, taşnnacısıyla, Kıbrıs'tan uzak durdu. 

Bu uzak duruşa, bir de, son birbuçuk yılda, yani Başbakan Çiller'in döneminde, Türkiye'den gönderilen devlet yardımının ner-deyse büsbütün durmasını da ekleyebilirsiniz. 

Bunun Kıbrıs'taki yankılanması çok kö­tüdür: " Halkı iyice çaresiz bırakıp bazı şeylere razı etmek için Ankara'nın uyguladığı bir am­bargo mu var?" biçiminde sorular soruluyor. Teknecik Santralı'ndaki gecikmeden ötürü elektriksizlikten zaten gerilmiş olan sinirler böylesi bir kuşkuyla daha gergin.

Bu çeşit ortamlar, "Ver de, kurtul!" ya da "Teslim olalım da, kurtulalım!" bozguncu­lukları için elverişli zeminlerdir.

Ama son aylarda bunlara "Ver de yü­cel!" biçiminde ilginç bir yaklaşım eklendi. Bu yaklaşımı sürdüren Batılı diplomatlara göre, ikili kutuplaşmanın koybolduğu bir dünyada, önemi bir ara azalmış gibi gözüken Türkiye, çevresindeki çok çeşitli uzlaşmazlıklar ve kav­galar dolayısıyla, yeniden ilgi odağı olmuştur; anlaşmazlıklar, Bosna'dan Çeçenistan'a kadar, Türkiye'nin düşüncesi alınmadan, katkısı ol­madan çözülemez. Hele Türkiye, kendisinin de içinde bulunduğu bir başka anlaşmazlığı, Kıbrıs anlaşmazlığını, çözmekte müthiş bir uyum göstererek çevresindekilere örnek olur­sa, yalnız Avrupa engelini aşmakla kalmaz; dünya politikasına egemen olanların gözünde de öylesine yücelir ki, tutma gitsin! 

Tabii, bu düşünce zincirini tersine çevirmek de mümkündür.Hatta, gerekir.

Kesinlikle haklı olduğu bir davayı so­nuca kadar götürememiş ve KKTC'yi yaşata-mamış bir Türkiye ucuz mavi boncuklarla al­datılan, ensesine vurulunca lokması alınan bir ülke olarak, çevresindekilere yetersizlik ve be­ceriksizlik örneği vermekten öteye, kolaylıkla itilip kakılan güçsüz bir devlet görüntüsüyle, elde etmek istediklerini de alamaz. Sonuç, Ba-tı'ya karşı daha köklü bir küskünlük olur.

Bu nokta, Türkiye'nin Batı ile ilişkileri üzerine kafa yorunlann, Avrupa'da ve Amerika'da , birbirlerini uyarmalarını gerektiren kri­tik bir noktadır.

Cumhuriyet Türkiye'si elbette, Batı'ya sırt çevirerek yaşayamaz. 

Cumhuriyet Türkiye'sinin Batı ile ilişki­lerini Avrupa kanalından geçirmek istemesi de doğaldır. Çünkü, o kanal, demokrasi ve insan hakları gibi Türkiye'nin zaten kendisi için he­def sayması gerekli koşullar içeren bir kanal. Oysa, Avrupa'yı atlayarak Batı ile ilişkinizi yal­nız Amerika'ya endekslediniz mi, sadık mütte­fik kaldığınız sürece, bu koşullara tam uyma­dan da edebiliyorsunuz. Ortadoğu'dan Uzak doğu'ya ve Latin Amerika'ya kadar bir yığın örnek var. Ama, Türkiye'nin onlarla aynı duru­ma düşmesini Amerika da, kendi bölge politi­kası bakımından istemez. Washington'un ter­cihi, her halde, Avrupa ile uyum içinde kalan bir Türkiyedir.

Böyle olunca, Türkiye'nin Yunan şan-tajıyla Kıbrıs'ta gereksiz ödünlere zorlanma­dan, dolayısıyla özgüvenini ve kendine say­gısını yitirmeden Avrupa ile ilişkilerini sürdü­rebilmesi, bütün Batı'nın yararınadır.

Amerika'nın Avrupa'ya asıl anlatması gereken budur. Tersi değil. 

Penaltı 

Gümrük Birliği müzakerelerine zemin oluşturacak çerçeve metnin kabulü ertelenir­se, elbette dünyanın sonu gelmez. Teselli da-ğırcığımızda "sağlık olsun"gibi sözler boldur.

Üzücü olan bu değil.

Çünkü, Gümrük Birliği özde Avrupa'nın çıkarına okluğu için, hiç merak etmeyin. Tür­kiye'yi eninde sonunda oraya alırlar. Üstelik, 31 yıl önceden bağlantısı yapılıp 22 yıldır de­vam eden bir sürecin tamamlanması söz konu­su.

Gerçi, Gümrük Birliği'nden Türkiye'nin de sağlayacağı önemli yararlar vardır: Rekabet ortamında verimlilik ölçülecek, bütün kesimler ayakta kalabilmek için kendilerine çekidü­zen verecekler, üretim kalitesi yükselecek, tü­ketici korunacak, bazı sanayi kesimlerinin dışsatımı artacak. Ama Avrupa, dokuma gibi zaten miadı dolmuş bir—iki kesimi tehlikeye sokma karşılığında, müthiş bir şey kazanmış olacak: Bugün için 60 milyon nüfuslu, çeyrek yüzyıl sonra 100 milyona vuracak büyük bir pazar.

Üstelik, Avaıpa'dan farklı olarak, henüz basit tüketime bile doymamış.

Varlıklı kesimi hâlâ lüks açlığı çeken, 

Bir buçuk yüzyıllık yarı-sömürge eko­nomisinden sonra, "yerli malı" haftalarına rağ­men, hâlâ "Avrupa malı" denince dayanama­yan.

Avrupa, böyle bir pazarla günlük birliği kurmaz da ne yapar?

Üzücü olan, Türkiye'nin, sıkı pazarlığa muhtaç bir müzakerede, çok kuvvetli olması gereken elini göz göre göre zayıflatmış ol­masıdır.

Özdeki eşitsizliği telafi edecek koşulları ileri sürdükten sonra, "İsterseniz kabul etme­yin; siz bilirsiniz; koskoca bir pazarı koşul­suz açacak başka enayi bulamazsınız!" diye­bilmeliydik.

Hele, Gümrük Birliği'ne girişin, sanıla­nın aksine "Avrupa Birliği'ne bacadan gir­mek" anlamına gelmediğini düşünürseniz.

Çünkü, Avrupa Birliği'nin, kapıdan ya da bacadan, ne biçimde olursa olsun. Türki­ye'yi tam üyeliğe kabul etmeyeceği artık açık­ça belli olmuşken, Ankara, Gümrük Birliğini kabullenmekle çok büyük bir riziko alıyor: Ekonomi politikasını Türkiye olmaksızın sap­tayacak bir Avrupa Birliği'nin gümrük ve dış ticaret politikalarına uyma zorunlululğu. Bu, çok az rastlanan, belki de bağımsız devletler arasında benzeri bulunmayan bir casaret ör­neğidir.

Üstlenilen rizikonun karşılığı söke söke alınmalıydı: Dokuma ve ulaştırma komiteleri başta olmak üzere, Avrupa Birliği dış ticaret politikasınıı hiç olmazsa Türkiye'yi yakından ilgilendiren bütün karar organlarında tam üyelik isteyerek, gecikmiş ödemelerin ötesin­de bütün mali telafi mekanizmalarının işletil­mesini kesin tarihlere bağlayarak ve daha bir yığın koşul koyarak. 

Ama Türkiye bunlarda ısrarlı olabile­cekken pazarlık gücünü kendi eliyle zayıf­latmış, belirli tarihe erteleme kararına bile şük­redecek duruma düşmüştür. Böyle bir durum­da, erteleme olmasa ve yarın anlaşmaya da va­rılsa, o anlaşmadan Türki'ye hayır gelmez.

Çünkü, her işte olduğu gibi, uluslararası bir müzakerede de kendi elinizle gereksiz açıklar yaratırsanız, çabalarınızın çoğu o açık­ları kapatmakla geçer; asıl pazarlık etmeniz gereken noktaların pazarlığını iyi yapamaz­sınız. Kazanılabilecek bir maçta, gereksiz pe­naltı golü yedikten sonra hiç olmazsa beraber­liği sağlamak için çırpınışınız gibi. 

Elin zayıflaması, genellikle sanıldığı gibi, DEP kararından ötürü değil.

Zayıflama, genel ciddiyetsizlik görüntü-sündendir. Türkiye'yi yönetmekte en yüksek sorumluluğu paylaşanlar, demokratikleştirme konusundaki inandırıcılıklarını yitirdiler. Fa­lanca yasa çıkmamış, filanca mahkeme kararı ters çıkmış olabilir. Bunlar, demokrasilerde anlaşılabilecek durumlardır. Önemli olan, de­mokratikleştirme konusunda ciddi niyetin olup olmadığıdır.

Bu ciddi niyet olsaydı, Özelleştirme Ya­sası çıkıp da sıra demokratikleşmeye gelince ipe un serilmezdi.

Bu ciddi niyet olsaydı, basit bir özgür­lük maddesinin çıkması için Fethullah Hoca'yla işbirliğine gitmeden önce, ülkedeki ilerici kuruluşların seferber edilmesine çalışılırdı. 

Bu ciddi niyet olsaydı, son dakikada "İnsan Hakları Örgütü"girişimi gibi gayri cid­di geceyarısı çabalarıyla göz boyanmaya kal­kışamazdı.

İçte böylesine bir ciddiyetsizlik görün­tüsü sürerken, dünyanın en ciddi diplomasisi bile dışta yetersiz kalmaya mahkûmdur. Aptal­ca yenen penaltı golleri yüzünden en iyi for­vetlerin yetersiz kalışı gibi.

Hayatımız

Kocaman bir manşet: "Hayatımız deği­şiyor/"

Niçin değişiyormuş hayatımız?

Çünkü Avrupa Gümrük Birliği'ne giri-yormuşuz.

Nasıl giriyormuşuz?

Yunanistan vetosunu kaldırmışmış.

"Kıbrıs Cumhuriyeti" denen Rum Yöne-timi'nin tam üyelik görüşmelerine başlanması konusunda Avrupa Birliği'nden söz alarak.

Yani "hayatımız", bizim dışımızda varıl­mış bir uzlaşma sayesinde "değişiyor." 

Ama, duymaya, görmeye şimdiden ha­zır olunuz, başkalarının kararıyla oluşan bu sonuç, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin ve Türk diplomasisinin "başan"sı olarak sunula­caktır. Övünmeli sözlerle, tantanalı nutuklarla.

Oysa ilk görüntüye baktığımızda, başarı Avrupa'nındır. Atina'yı ikna etmek, mızıkçılık aşamasında ileri sürülen koşulları azaltmak ve uzlaşma formülleri bulmak için çaba harcayan onlardır. Özellikle de Fransa ve Almanya.

Dahası, bu çabalar, Ankara, hükümet ve bakanlık olarak, Avrupa ülkelerinde, Batı' nın ve Kuzey'in başkentlerinde didindiği için de gösterilmiş değildir.

Çünkü, tekrar tekarar belirtmekte yarar var. Gümrük Birliği, özde Türkiye'den çok Av­rupa'nın işine yaramaktadır.

Daha doğrusu, Gümrük birliğinden Av­rupa'nın elde edeceği çıkarlar Türkiye'nin el­de edecekleri yanında çok daha ağır basmak­tadır.

Hele, uygulama ilkelerine ilişkin met­nin aldığı son şekil göz önünde bulundurulur­sa, Çünkü, bazı konularda 19 Aralık top­lantısı öncesindeki durumdan geriye gidilmiş, örneğin hizmet kesimindeki girişim serbestliği gibi bazı alanlarda kazanılan mevziler bile kaybedilmiştir. 

Zaten,herhangi bir müzakerede, temel üstünlüğünüzün farkında değilseniz, gereksiz ödünler vererek alta düşmeniz kaçınılmazdır. Sıkı durursa çok şeyi elde edebileceğinin bi­lincinde olmayan Türkiye, Avrupalılık aşkına her şeye razı oldu.

Ama, unutmamak gerekir ki, gerçek başarının sahibi Atina'dır.

Kıbrıs gibi konuyla doğrudan ilişkili ol­mayan bir sorunu masaya getirerek, Anka­ra'nın başka konularda sıkı müzakere edebil­mesini engelleyen odur. 

Gerçi insan haklan gibi yine konuyla il­gisiz başka bir sorunu masaya getirenler de Türkiye'yi asıl konularda sıkı pazarlık edebil­mekten alıkoymuşlardır; ama Atina, kendi tu­tunduğu dala yapışmış, istediğini elde etmeyi becermiştir. Öbürleri, yani insan haklarını ba­hane edenler, birinci raundda istediklerini el­de ettikten sonra geri çekildikleri halde. Yu­nan diplomasisi Kıbrıs konusunda sonuna ka­dar ısrarlı olmayı bildi.

Kimimiz, Yunanistan'ın Brüksel'deki ilk uzlaşmayı yetersiz bulup yeni isteklerle ortaya çıkmasını "oyunbozanlık "ve "şımarıklık gibi sözlerle küçümsedik, kınadık, suçladık. Oysa, Atina, uluslararası ilişkilerde duygusallığa yer olmadığını, ulusal çıkarı kollamanın her şeyden üstün olduğunu ispatlamış oldu. 

Önce, mali yardımlara ve tekstile ilişkin istekleri de listeye koyarak ve sonradan bun­lardan bazılannı geri çekip Kıbrıs konusunda istediğini elde ederek.

Ankara ise, çoğu zaman olduğu gibi, Batı'dan uslu çocuk "aferin'K almayı, tutumun­da ısrarlı olmanın zorluğuna tercih etti. 

Başkalarının pazarlıklarıyla belirlenen "hayatımız", kimimizi mest edebilir. Ucuz Avrupa arabaları, bol tüketim, şu bu...

Kuzey Kıbrıs'ta da şöyle ya da böyle Rumlarla bütünleşip Avaıpalılığın nimetlerini paylaşma özlemini duyanlar olabilir ; Serbest seyahat, yine bol tüketim, şu bu...

Tabii "hayalımız" denen şey, ucuz Av­rupa arabası ile bol tüketimden ibaretse.

Ama, o zaman da, "Sizin 'hayatınız' bu ise, Kıbrıs için şehit olanların hayatları ney­di?" diye sorarlar insana.

Diyet 

Dünkü Hürriyet\n bir köşesinde, genel bayram havasını bozacak "kritik bir soru" vardı: "Gümrük Birliği'nin diyeti Kıbrıs mı?"

Sorumluların böyle bir soruya genellik­le verdikleri yanıt aynı köşede de vardı: "An­laşma metinlerinde Kıbrıs'a ilişkin herhangi bir ifade, herhangi bir taahhüt yer almıyor. Kıbrıs sorunu, Topluluğun kendi iç dokü­manlarında Gümrük Birliği'nden bağımsız olarak düzenlediği bir konu."

Şimdi, birbirimizi ve kendimizi hiç al­datmayalım: Bu yanıt, Rum Yönetimi'nce ya da resmi adıyla "Kıbrıs Cumhuriyeti"nce bütün ada adına yapılan tam üyelik başvurusununun Türkiye ile tamamlanacak Gümrük Birliği do­layısıyla yeniden gündeme getirilmiş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Yunanistan'a verilen söz de bu gündeme getiriliş sırasında oldu: "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin tam üyeliğine ilişkin görüşmeler 1996'daki Hükümet-lerarası Konferans'ın bitiminden altı ay sonra başlayacaktır."

Evet, ilk metinden olduğu gibi "baş­layabilir" değil, "başlayacaktır."

Yunan diplomasisi bunu "çatır çatır sökerek" a\âı.

Etraftan yükselen itiraz feryatlarına ya da sözde itiraz ediyormuş gibi yapanların mırıldınışlarına aldırış etmeksizin.

Türk tarafı ise, bütün bunlan sineye çekti. 

Her zamanki, "aferin almak isteyen us­lu çocuk edasıyla.

Sineye çekilen nedir?

Bir kere, anlaşma metnine konmayıp Avrupa Birliği'nin kendi dosyalarında kalacak da olsa, Türkiye ile başlatılacak Gümrük Bir­liği'nin Kıbrıs sorunu ile bağlantılı duruma so­kulması, Ankara için, çok şiddetle dile getiril­mesi gereken bir itiraz konusu olmalıydı.

Geçmişte olduğu gibi. 

Türkiye, Kıbrıs konusunun, bırakın Gümrük Biıiiği'ne, Avrupa ile olan ilişkilerinin herhangi bir yönüne bağlıntıh durama getiril­mesini hep reddedegelmiştir. Avrupa Bir­liği'nin Kıbrıs sorunu için atadığı özel görevli, bu sıfıtıyla Ankara'ya ayak basamamıştır bile. Şimdi ise, Kıbrıs sorunu, bugüne kadar yü­rütüldüğü Birleşmiş Millletler çerçevesinden çıkıp Türk tarafı için çok daha elverişsiz sa­yılması gereken Avrupa zeminine kaymış olu­yor. 

"Rum Yönetimi, 1990'da tam üyelik başvurusunda bulunduğu ya da Kor/u Top­lantısı, bu başvurusunun 1995'te ele alınıp değerlendirileceğine karar verdiği gün zemin zaten kaymıştı" demeyin. Şimdi tam üyelik gülüşmelerinin başlaması için kesin söz veril­mektedir ve Türkiye sesini çıkarmamaktadır.

Oysa, bu kez, ses çıkarmak için bulun­maz bir fırsat doğmuştu: Gümrük Birliği gö­rüşmelerinin kesilmesi. Ankara, "Bu konu ile Kıbrıs'ın tam üyeliği arasında bağlantı kur­duğunuz an görüşmeleri kesiyoruz" diyebil­meliydi. 

Başka bir yol da, böyle bir bağlantı ku­rulur kurulmaz, Kuzey Kıbrıs ile Türkiye ara­sındaki ekonomik bütünleşmeyi tamamlamak, gümrükleri sıfırlamak ve sonra Avnıya'ya dö­nüp "Ne yapalım, bizim de düşünmek zo­runda olduğumuz böyle bir kardeş toplu­luğumuz var" diyerek Kıbrıs'a ilişkin Güm­rük Birliği uygulamaları için özel hükümler is­temek olabilirdi.

Ama, tekrar etmek gerekir ki, Gümrük Birliği'nin başka konularında olduğu gibi, Kıbrıs'la ilgili konuda da bunları diyebilmek için şu temel noktanın akılda tutulması zorun­luydu: Gümrük Birliği, Türkiye'den çok Avru­pa'nın yararınadır; gecikmesinden, Türkiye değil, Avrupa zararlı çıkar. 

Ne yazık ki, her koşula razı olacaklarını çok önceden belli edenler, bu çeşit "uçurum kenarı diplomasisi'he fırsat bırakmadılar. 

Şu günlerde Türkiye'de estirilmek iste­nen bayram havası, aslında matem tutmayı ge­rektiren bir başka noktayı gözlerden saklaya-maz: Kıbrıs sorununun, hem Türkiye'ye hem de Kıbrıs Türk halkına yararlı olabilecek bi­çimde çözülmesi, artık aşılması çok güç engel­lerin ortasına atılmış oluyor: Gümrük Birliği'ni apar topar gerçekleştirme sevdası yüzünden, 1960 anlaşmaları ve onların Türkiye'ye tanıdı­ğı haklar, Ankara'dakilerin kendi elleriyle, ge­çersiz sayılabilmesi noktasına getirilmiştir.

Ama, kırk yıllık bir ulusal dava, iki ki­şinin "shoıv" merakı yüzünden bu kadar ucuza terk edilemez. Mücadele bitmemiştir ve bu en­geller de aşılacaktır.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005