Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

"İdare Edilenlerin" Bakış Açısıyla İdari Meselelerimiz 

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Turan Alkan 

Cümlece malumdur ki "idare" lâfzının i-dare edenler ve idare edilenler olmak üzere iki muhatabı vardır. Zannımca bu derginin di­ğer yazarları idari reform konusuna daha ziya­de "idare edenler"in penceresinden bakan ze­vattan müşteşekkil bulunacaktır. Halbuki bu satırların yazarı, "idare" fenomenine idare edi­lenlerin nazarıyla bakan bir mevziye mah-kûmdur.O Bu muvacehede Mekteb-i Mülki-ye'nin "siyaset ve idare" şubesinden (üstelik iyi dereceyle) mezun olduğu halde, işçi paza­rından tuttuğu iki gündelikçi ameleye bile emir verme zevkinden mahrum birisi sıfatıyla söyleyeceklerimin kemal-i ciddiyetle değer­lendirileceğini ümid etmekteyim. 

Şehir, En Mükemmel İdari Birimdir 

"En iyi hükümet hiç hükmetmeyen hü­kümettir" diye düşünenlere fikren büyük ya­kınlık duymama rağmen, en fena- hükümetin, hükümetsizlikten daha iyi olduğunu öğrenmiş bulunuyorum®. Hangi rejim ve felsefenin eseri olursa olsun, idarenin zulmünden kaçın­mak mümkün değilse, bunun "maddi veca'ını" azaltarak bu işten "keyif" almaya çalışmak ge­rekiyor. Ne var ki, tâbi bulunduğumuz idari rejim, bütün ülkeyi merkeze bağlı iri, büyük, hantal, ağır ve mücessem bir idari mekanizma ile kaplayarak "admlnistration" vakıasını ol­duğundan fazla ciddiye almış bulunuyor. Bu durumda "Biz idare edilenler", idari cihazın kullanışlı hale getirilmesi için fikir yürütmek bir yana, idarenin tahakkümünden kurtulma derdiyle meşgul bulunuyoruz.

Belki de fakültede idare hukuku dersin­den çaka çaka başımın dönmesinden olsa ge-rek, lüzûci bir sinir şebekesi halinde bütün vatan sathına yayılmış bir merkezi idare ci-- hazım kavramakta daima zorluk çekmişimdir. 

Ömrünün onda dokuzunu doğup bü­yüdüğü taşra şehrinde geçiren biri olmaklığım hasebiyle, genetik bir teveccühle idarede a-dem-i merkeziyetçi takımı tutmaklığım tabii karşılanmalıdır. Ömrünü eski veya yeni payi­tahtta geçiren diğer müelliflerin dahi genetik bir teveccühle merkeziyetçi takımda yer alma­sını da aynı derecede tabii karşılamaktayım. 

Benim administrasyon ufkum, yaşadı­ğım şehrin vali konağında sona erer. Şehir, bir dağ başına çıkınca gözümle tamamını görebi­leceğim beşeri boyutlara sahip bir mekandır. Şehri bir insan bünyesine benzetirsek valinin riyaset ettiği vilayet idaresi bu organizmanın kafasını, Belediye idaresi ise kalbini temsil eder. Kalp ve beyin arasındaki hatlarda ortaya çıkabilecek problemlerin vehameti, bu teşbih sayesinde açıkça görülebiliyor.

Devleti ve genel idareyi temsil etmesi bakımından vali, bir şehrin mahalli padişahı olarak nitelenebilir. Cumhuriyet kanunlarıyla saltanat ilga edilmişse de, kanımızdaki Os­manlı DNA'larının mevzuatın etrafından dola­narak hükümfermâ olduğunu da görmezden gelemeyiz. Netekim: "Saraylar Yaptırdım, Tefriş Ettirdim"

Vaktiyle beylerbeylik etmiş paşaların bi­le, bugünün görkemli vali konaklarına benzer kâşaneleri -oturmak ne kelime- hayal bile et­mediklerinden eminim. Herhalde mehabet u-yândırsın endişesiyle şehrin gözden ırak kıyı­larında lâakal birkaç dönümlük yeşili bol bir arazi tasavvur buyurunuz; etrafı demir par­maklıklarla, bekçi köpekleriyle gece ve gün­düz devriyeleriyle, nizamiyelerle çevrilmiş; or­tasına Lâle devrini aratmayacak konforu haiz bir ahir zeman sarayı kondurulmuştur. Elekt­riği, suyu, havagazı, telefonu, ufak tefek leva­zımı tahsisat-ı mestureden karşılanan sarayın etrafında çimenler, çiçekler, salıncaklar, bar-beküler serpiştirilmiş,, paşa hazretleri için a-vam takımının ayak basamayacağı yürüyüş parkurları, fıskiyeli havuzlar, kameriyeler inşa edilmiştir. Kâşanenin iç mefruşatı hakkında fi­kir yürütmekten âcizim, zira arasıra geçmek zorunda kaldığım kaldırımdan ancak bu kada­rı görülebiliyor.

Haydi   devr-i   dilara-yı   cumhuriyette böyle şeylerin vukuunu normal sayalım; lakin devr-i dilara-yı demokraside onca halkçılık re­toriklerine rağmen bu saray yavrusu lojmanların mantığı nedir acaba? 

Bence düpedüz Osmanlının sivil paşa geleneğinin mevzuat dairesinde usule uyduru­larak ihya edilmesinden başka bir şey değildir. Aksini söyleyen var mı bilmem ama bu misal, idari geleneğimizin hâlâ Osmanlı "ata ruhla-rı"ndan ilham aldığını ayan - beyan göster­mektedir. 

Valilerin saray yavrularında ikamet et­melerine hased ediyorum sanılmasın; sadece meselenin adını doğru - dürüst koymaktan ya­nayım ben: Cumhuriyetse cumhuriyet, demok-rasiyse demokrasi, başka birşeyse başka bir şey.... Galiba, "başka bir şey".

Yukarıdaki örnek, adem-i merkeziyetçi takımdan yana oluşumu kısmen izah edebil­miştir zannındayım.

İdarenin Vali ve Vilayet Boyutu 

Vilayet idaresini önemsiyorum, çünkü yaşadığım şehirde devlet cihazını onlar işletiyorlar. Onlara bakınca neyi görüyorsam, -belki hayalhanemin kıtlığından-. devleti de öyle algılıyorum. 

Valilere beyin yıkanırcasına tekrarlanan "dikkat, siz orada devleti temsil ediyorsunuz", propagandası, az zaman sonra valinin hakika­ten "tabii canım, hatta devlet benim" diye du­yan birini karantinaya alıp halktan uzaklaştır­mak için ideal birer mekan sayılabilecek vali konaklarında, arkadaşsız, yarensiz geçen ke­yifsiz günler, vilayetin yüksek dereceli me­murları ile belirli mesafeyi koruyarak yapılan brifing kekreliğindeki zoraki sohbetler, kra­vatsız sokağa çıkamamak, yeni kararnamede merkeze alınmak düşüncesinin tatsızlığı, ta­rafsız görünme mecburiyetinin verdiği katılık, belki işi fazlaca ciddiye almanın etkisiyle bir takım yüz ve vücut adalelerinde arızi kasın­tılar, sabah akşam hatır hatır sakal kazıma se­ansları, sair zamanda selam vermeye tenezzül edilmeyecek milletvekillerini, hükümet bü­yüklerini il şuurlarında karşılamalar neticede valiyi ve onun şahsında devleti antisosyal, so­ğuk nevale ve tedirginlik verici bir mevkie gö­türüp bırakıyor.

İdare edenle edilen arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmak için (ki bu, benim kısaca idari reform tekliflerim demek oluyor) işe vila­yet idaresinin mevzilendiği şehir ölçeğinden başlamalıdır. Bu reformun başarı kazanması için devletin milyarlarca lira harcayıp; aylarca hazırlık yapması bir yana kanuni düzenleme bile gerekmiyor. Yapılacak ilk şey, valileri, normal vatandaşların yaşadığı gibi yaşamaları hususunda serbest bırakmaktan ibarettir. Bu durumda bir şehrin valisi canı çektiğinde orta halli, üç-beş masalı üçüncü sınıf bir köfteciye girip "birbuçuk karışık ızgara ye zeytinyağı bol salata" ısmarlayabilecek, pazartesi sabah­ları dairede birkaç arkadaşla maç kritiği yapa­bilecek, birilerini kızdırabilecek, sokakta ka­bak çekirdeği çıtlatıp kabuğunu kaldırıma püskürebilecek, vilayet yüksek erkânı dışında "avamdan" dost edinebilecek, çaycının hanı-mıyla yaptığı kavgadan sonra derdini dinleyip teselli edebilecek, rasgele bir kahveye girip canciğer bir ahbapla gazozuna tavla .atarken oyun esnasında " pencüse; severler güzeli genç ise" diyebilecek, galip geldikten sonra »Aaa Mustafacığım koltuğunun altı sökülmüş" deyip şaşkınlıktan istifade ile tavlayı kapatarak rakibinin koltuğuna tutuşturabilecek ve tatil sabahlan mangalı arabanın arkasına atıp maai­le pikniğe eidebilecektir. Bir şehrin valisi, bu­lunduğu şehrin takımını "şeref tribününden" değil de »kalearkası"ndan seyredip, icabında "hemşehrileriyle" birlikte hakemi ıslıklayabil-diğinde ne olur biliyormusunuz? 

İdari reform olur! 

tşte ben "mesleğe" böylesine aykın bir felsefi düzlemden bakmayı tercih ettiğim için vali olmadım!

Esasen vali olmak için Mülkiye mezunu olmanın gerekmediğini, buluğ çağma ermiş azbuçuk tahsil yapmış ve muhtarlıktan iyi hal kağıdı alabilecek durumda olan herkes gibi günün birinde benim de bir vilayete vali ola­rak tayinimin mümkün olduğunu biliyorum. Ne var ki, yer yer felsefi anarşizme kadar uza­nan bu yazıyı kaleme aldıktan sonra, bu ihti­malin de ortadan kalktığını kabul ediyorum. Böylece merkezi idare, yeni idari reformu ha­yata geçirmek için gerekli ilk mükemmel "pi­lot vali"sini kaybetmiş olmaktadır. 

İdarenin Altın Çağı: Ortaçağ 

Eğer "Köroğlu gözün kör olsun" neviin-den basmakalıp hükümlere itibar etmeden ko­nuşacaksak şu hakikati teslim etmeliyiz ki Or­taçağ, bilinen herşeyin göz menziline sığabil­diği bir âlem idi; Ortaçağın en faziletli özellik­lerinden biri, "devlet" kavramını da göz menzi­li içine sığabilecek derecede minimalleştiren tarafıdır. Farzımuhal Kral hazretleri, kalesinin veya ki şatosunun en yüksek burcuna çıkıp seyran eylediğinde bütün memalikini dağları, ormanları, akarsuları, köyleri, köprüleri, ba­taklıkları ile görebildikten başka hava duru­munu bile bizzat tarassut edebilirdi. Devletin bütün tebası, siz bilemediniz on onbeş kilo­metre yürümeyi göze alırsa kimler tarafından idare edildiğini kendi gözüyle müşahede etmek imkânına sahipti. Kralın çevre vilayetlere yolladığı valiler, eğer ahaliye zulmetmekte if-rada varırsa^ vali hazretleri, amme hukuku­nun asla yazılmayan hükümleri gereğince "za­lim vali" statüsüne geçiyor, ahalinin de "za­lim bir idareye karşı meşru müdafaa hakkını kullanmak hakkı" doğuyordu. Ortaçağ'ın en fena tarafı, zalim valiyi / veya kralı alaşağı et­tikten sonra, onun yerine geçebilme hakkının baldırıçıplak takımına tanınmamış olmasıydı. Zalim kralın yerine, en azından ondan daha az zalim olduğu varsayılan oğlu, yeğeni, am­cası veya kuzenlerinden biri geçince mesele kapanmış sayılıyordu. Öteden beri kötü idare­cileri değiştirmek için seçime kadar bekleme­nin ve üstelik seçimlerde dünyanın masrafını etmenin çağdışı bir usul olup olmadığın dü­şünür dururum. 

Ortaçağ, insan tabiatına ve fıtratına en uygun siyasi rejim olarak kabul edilen mutlak monarşiyi, takriben on asırlık bir tarihi tecrü­benin imbiğinden çekerek elde etmiş ve mo­narşiyi "göz menzili" öcülerinde tutma basire­tini dahi göstererek dünyada mümkün olabi­lecek en ideal idareyi tesis edebilmiş olması bakımından insanlık tarihinin en ciddi dönemi sayılmalıdır.

Bilahire herşey bozuldu. 

Üzerine

İdarede "göz menzili" hiç de hafife alı­nacak bir kavram değildir. Esasen bütün idari doktrinleri ifsada uğratan hadise, "göz menzi­lenin kaybedilmesinden sonra işin "vekâlet" veya "temsil" kurumu ile çözümlenmeye kal-kışılmasıdır. Coğrafya azmanlaştığında göz menzilini feda etmek gerekir. "Vekil asilin bü­tün yetki ve sorumluluklarını haizdir" cinsinden türetilen yetki devirleri, aslında temsilciyi, kralın mukaddes ruhuyla tütsüleme işlemin­den başka birşey değildir. Vekalet, geometrik diziyle çoğalan bir uzviyet olarak sıhhate değil "maraz"a işaret eder. Nerede temsil varsa, ora­da birileri, yani kralı/başbakanı/parti genel sekreterini/genel müdürü ve emsalini temsil eden vekiller, yani diğer müdürler "mış gibi" yapıyor demektir.

Temsil Sıkıntıları 

Bugünün idare felsefesi iflah olmaz has­talıklarla malul dunımdadır. Sihri kendinden menkul temsil mekanizması sayesinde henüz kasabı, berberi, televizyon tamircisi bile bu­lunmayan bir kasabada, mektepten henüz iki sene önce mezun ve belki de sakal nedretin­den üç günde bir traş olan gencecik bir deli­kanlı o ilçenin "en yüksek mülki amiri" olup çıkabilmektedir. Devleti temsil etmek, her za­man mevzuatla belirlenebilir maslahattan de­ğildir; işin ucunda bazen bastığı yerde ot bitir­meme marifetini gösterebilmek de vardı. Mülki amir, icabında ahali nazarında James Hobbes'un efsanevi Levîathan'ım bilhakkın temsil etmek zorundadır. Devletin gören gözü, işiten kulağı, onaran eli ve söyleyen dili olmanın verdiği meşakkat, bazen resmi ritü-elleri fazlaca ciddiye almamak konusunda ini­siyatif sahibi olmayı da icab ettirebilir. Bu derece ağır vazifelerin -Mülkiye mezunu olsa­lar da- netice itibariyle birer "beşer" olma za­afıyla malul kişilerin omzuna tahmil edileme­yeceği açıktır.

İdari rejimimiz imkânsızı istemekte, fa­kat "ehven-i şer"le "idare" etmektedir. 

Evet, İşte O Günden Beri... 

Bursa valisi Ahmet Vefik Paşa, gümüş koşumlu yağız atların çektiği vilayet paytonuna kurulup, Bursa'nm emsaline az raslanır çıkmaz sokaklarına girerek "Arabam yolda kaldı; valinin paytonu yolda kalır mi; tiz yıkın şu çıkmazı, hâk ile yeksan edin" diye keyfi so­kaklar açtırdığı günden beri idareci takımı ile milletin arası fena halde açılmış bulunmak­tadır. Merkezi idarenin kimselere danışmadan ama şehircilikten ne behresi olduğu şüpheli haritacı, kadastrocu ve mimar esnafının fikrine tam itimad göstererek şehirleri imara tabi tut­tuğu günden beri, çok şükür tek "mâ'mur" bel­demiz kalmamıştır. Vilayet konaklarının ağır perdelerle tefriş edilerek "avamdan yalıtılmış" salonlarında, kimsenin varlığından bile haber­dar olmadığı il genel meclislerinde çay-kahve sohbeti yapıldığı günden beri ahali, merkezi idareden fikren kopmuş durumdadır. Merkezi idare, taşraya yolladığı valilere, ahaliyi adam edecek inkılap öncüleri vazifesini tahmil ettiği günden beri ahali, merkezden gelen mülki erkânı "İçişlerinin vilayetimize yolladığı yeni misafirler" olarak kabul etmekte ve kendi işine gücüne bakmaktadır. 

Taşra,  artık bu  kadar ciddi  "yönetil-, mekten" fena halde sıkılmaya başlamıştır.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005