Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

İktisat ve Din, Ekonomi Din İlişkisi 

Ben, önce "Niye böyle bir konuyu seçtim?" meselesini biraz açayım, sonra da "Ben ne hazırlık yaptım?" konusunda hesap vereyim. Bu hesabı vermem gerekir, çünkü bu konu benim konum değil; bu bir disiplinlerarası konu. Belki de burada bir din adamı ile bir iktisatçının olması ve belki onların karşılıklı konuşmaları daha iyi olurdu, ama böyle yapamadık. 

Önce "Neden ben bu konuya ilgi duydum?" meselesini açıklayayım. Doğrusu, bu sorunun yanıtını net olarak bilemiyorum. Bunda belki psikoloji merakım etkili olmuş olabilir. Belki geleneksel bir aileden geliyor olmam etkili olmuş olabilir. Bu konuyu net olarak açıklayamam. Ama, net olarak bildiğim şu; bilincimde beni uya­ran esas faktör Refah Partisi'nin yükselişi oldu. Bu bağlamında belki "Âdil Düzen" kavramı, yoğunlaşan kapitalizm ve sistem karmaşası karşısında acaba çare olabilir mi? Böylesi kapsayıcı bir konunun sistem mantığı çerçevesinde çözülmesi gerekti­ğini düşünüyor olmamla beraber, Avrupa'daki Hristiyan partilerin macerasını sorgu­lamaya çalıştım. Zira Avrupa'da Hristiyan partiler var, bunların da Hristiyan köken­leri var, acaba bu durum hakikaten çözüm olmuş mu tarihte, bunlar tarihte bir işlev görmüş mü diye merak ettim. Onun için böyle bir konuya bakayım dedim. O esna­da çok büyük bir tesadüf, batıda bu tür yayınların olduğunu da gördüm ve bir-iki ta­ne kitap da getirttim. Batıda Hristiyan inanışın ve yaşam tarzının ekonomiye etkisi­ni anlatan kitaplar var; böyle kitaplar yayınlanıyor. Hatta, merakınız olursa, memnu­niyetle bendeki kitapları da verebilirim. 

Bu konuya eğilmemde ikinci bir faktör de, belki arkadaşlar, iktisat teorisi beni tatmin etmezken (ki, açık söyleyeyim hiçbir zaman etmedi de), belki de biraz yaş­lanma dolayısıyla, felsefik alanlara -haddim olmayarak, ne kadar ne yapabilirsem-kaymaya başlıyor olmamdır, diye düşünüyorum. Felsefe çok zor tabii, ben biraz ik­tisat psikolojisine kaymaya başladım ve orada gördüm ki, iktisat psikolojisi aslında Amerika'da ortaya çıkmaya başladığı halde, Amerika bu ekolü "Neoklasik disiplin çerçevesinde" ve oldukça da faşizan bir davranış kalıbı içinde dışlamış ve tümüyle ihmal etmiş. Şu anda iktisat psikolojisi üzerine Hollanda'da yayınlar yapılıyor ve o konuda da bir sürü kitabım oldu, böyle bir merakım oldu. Hatta, bu konuda tama­mıyla başlangıç niteliğinde ufak bir makale de yayınladım. Benden sonra gelen ar­kadaşlar, eğer bu konuya merak salarlarsa, Türkçe maliye veya iktisat yazınına bu alanda katkıda bulunabilirler ve bu çok büyük bir hizmet olur. 

İktisat psikolojisinde gördüm ki,, insanların duyguları "intuition" dedikleri, yani denetimsiz ve içten gelen algılamaları ve davranışları sosyolojik çevreden çok ciddi bir biçimde etkileniyor ve "bu etkilenme nelerden ve ne dereceye kadar gerçekleşe­bilir?" diye merak ettim ve böylece bu alana tamamen amatörce sürüklendim. 

Şimdi, sizlere, benim toplayabildiğim birtakım ilkelden bilgiler sunacağım. On­dan sonra da, sizlerin de katkıları ile bir tartışma yapalım, istiyorum. 

Benim ulaşabildiğim bilgiler Batı kaynaklı olduğu için ve Batı kaynakları da İs­lâm'ı kapsamadıkları için, daha çok Hristiyanlık düşüncesi etrafında konuşacağız ya da bu konudaki okuduklarımı size aktaracağım. Ama, böyle bir anlatımdan sonra, si­zin de vereceğiniz bilgiler çerçevesinde, bu bağlamda İslâm'la da ilgili tartışmalar yapabiliriz. Meselâ, neden acaba İslâm'da sosyalist ekonomiden söz etmek mümkün olamamakta ya da acaba böyle bir tartışma yapılabilir mi? Sol ile ilgili tartışmalar İslâm aleminde nasıl karşılanır acaba? Acaba İslâm kapitalizmin üstüne bir örtü mü oluyor? Müsaadenizle bu konularda bir gezinti yapmak istiyorum. 

Batı'da yayınlanan dinsel kaynaklara baktığımızda, hatta son semavî din olan İs­lâm'a da baktığımızda, iki temel noktayı derhal saptayabiliyoruz. Bunlardan birinci­si, hemen tüm kaynaklarda iktisatla ilgili pasajlar ya da öğütlerin bulunuyor olması­dır. İkinci nokta ise, tüm semavî dinlerin ortaya çıktığı dönemlerde, en son semavî din olan İslâmiyet'in de ortaya çıktığı dönemde, henüz kategorik olarak sermayenin ortaya çıkmamış olmasıdır. Bu nedenle, dinlerin yaklaşımlarında ve dinsel eserlerde kapitalizm ya da sosyalizm gibi günümüzün hakim sistem dokuları yer almamakta ve sorunlara ya da çözümlemelere günümüzün hakim sistemleri bağlamında yakla­şım yapılmamaktadır. Bu kaynaklarda, genel anlamda, doğruluk, dürüstlük, adalet vb. gibi davranışlarla ilgili genel kavramlara yer verilmektedir. 

Dinsel kaynaklarda çalışma ile ilgili görüşler var; toprağın işlenmesiyle ilgili gö­rüşler var; hatta köleliğin hâkim olduğu dönemlerde kölelere -insan sermayesi- yö­nelik muamelelerle ilgili görüşler bulunmaktadır. Ayrıca, yine aynı kaynaklarda top­lumların zengin olmaları, zenginlikleriyle ilgili görüşler var. Bu bağlamda iki tipik örneği vereyim: 

Dinsel kaynaklarda İbrahim Peygamber ve Yusuf Peygamber hikayeleri çok ge­çer. Biliyorsunuz, bu hikâyeler Kuran'da da çok geçer. Dinsel kitaplarda bunların yorumlanması iki farklı grup tarafından ele almıyor. Kutsal kitaplarda "Yahvvist" gö­rüş bu başarıları, İbrahim ve Yusuf'un genellikle çalışkanlıklarına, becerilerine, bu­günkü kavramlarla iş yönetme bilgilerine, zekâlarına ve öngörü kabiliyetlerine bağ­lı olarak açıklar. Hatta, Yusuf Peygamberin balığın karnından çıktıktan sonra Mısır'a gidip, orada firavunlarla baş etmesi, orada bir mevkî kazanması ve orayı refaha gö­türerek, kıtlık ve bolluk dönemlerinde idareye hâkim olup, toplumu çok fazla sars­madan yönetimi olgun veya düzgün bir şekilde yürütmede söz sahibi olması onun becerisine, faziletine, aklına bağlanır. Ancak, bunun da Allah'ın bir vergisi, Allah'ın bir yansıması olduğu belirtilir. 

Buna mukabil "Elohist" görüş ise, bu başarıların, aslında İbrahim ve Yusuf'un rüyalarında gördükleriyle yönlendirilmeleri sonucunda kazanıldığını ileri sürer. Kı­sacası, bu başarıların, kişilerin kendi zihinsel yapılan ve olgunluk düzeyleriyle de­ğil de, rüyalar ve gelen ilhamlar yoluyla sağlandığı ifade edilmektedir. Dolayısıyla, bunların ikisinde de bir sistem mantığının olmadığı açıkça görülmektedir. 

Yine bu kaynaklann verdiği bilgilere göre, Eski Yunan'a baktığımızda, burada da çalışmanın çok fazla yüceltilmediğini görmekteyiz. Bu yaklaşımın, toplumun kat­manlaşmasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Bu konuda sizin de görüşlerini­zi almak istiyorum. 

İbrani geleneğine baktığımızda, orada belki hâlâ bugüne yansıyan biçimde çalış­manın kutsandığını görüyoruz. Bu görüşte, "çalışan kul Allah'a ibadet ediyor" diye algılanıyor. Meselâ, toprağı işleme, ekip-biçme işleri, zamanı iyi kullanma ve bu­günkü dille, iktisat diliyle tercüme edersek "fırsat maliyeti meselesi" bu yaklaşımda dikkatlice ele alınmış. Ekip-biçme işi ile uğraşmak ya da boş durmak bir zaman ter­cihi meselesidir. Bu tercihte dinsel görüş çalışmaya ağırlık vermiştir. Ben sınıfta da­ima bir örnek veririm ve derim ki, sınıfa gelmeyen arkadaşlarımıza hocaların kızma­sı, bence hocaların talebelerin alternatif zaman tercihine sinirlenmesi anlamına ge­lir. Çünkü, sınıfa gelen bir öğrenci ya da gelmeyen bir öğrenci, davranışlarıyla, zım­ni olarak aslında hocaya bir mesaj veriyor. Verdiği mesaj "bu bir saati ben sizi din­leyerek" ya da "başka işler yaparak geçirmek istiyorum" biçimindedir. Görülüyor ki, örneklerdeki mantık birbirine oldukça yakın. 

Bütün bu kutsal görüşler alanında, örneğin reankarnasyon alanında da, salt öbür dünya hayatı görüşünde de, yâni ahiret hayatı görüşünde de, iman bağlamında bak­tığımızda enteresan fikirlerin olduğunu görmekteyiz. Bu alanda diyorlar ki, insan olağanüstü bir varlıktır, bu varlık öldüğünde toprak olacak diye bir şey söz konusu olmaz. Tabiatıyla, bu varlığın devamlılığı bir şekilde sürecektir, ama böyle bir sonu­cun sağlanması ancak amaca yönelik çalışmayla mümkündür. Bu da ilim ve irfan sa­hibi olmak demektir. Burada da tabiatıyla çalışmanın kutsallığını görmeye başlıyo­ruz; çalışma kutsanıyor. Oradan da ta Prütanlara ve Kalvinist Mezhebi mensupları­na ulaşıyoruz. Biliyoruz ki, bu mezheplere göre, "çalışma kutsaldır, Allah için çalı­şılır" mantığı geçerlidir. 

Bu esnada 300'lü yıllarda ortaya çıkan iki ilginç görüşü, iki büyük din adamının görüşünü söyleyeyim. Tabii o dönemde henüz komünizm ya da kapitalizm yok, ama bu kişilerin komünal hayata bakışları hayli ilginç. Meselâ Kutsal John, ki 344 ve 407 arasında elli küsur sene yaşamış bir din adamıdır, komünal toplum yaşamının adil ve emin toplum yaşamı olduğunu ileri sürüyor. Henüz sermaye de bir üretim faktörü olarak kategorik biçimde ortaya çıkmamıştır. Kutsal John mülkiyetin olmadığı kut­sal hayat tarzına örnek olarak manastır hayatını vermektedir. Kutsal John'a göre, manastır hayatında insanlar kardeşçe, birlik, beraberlik ve huzur içinde yaşamakta­dırlar. Bu din adamı, manastır hayatının, kimsenin kimseye düşman olmadığı, hiçbir hırsa bürünmediği, böylece Allah'a ulaşmak için veya içindeki o kutsallığı açığa çı­karabilmek için müthiş bir fırsat olduğunu ileri sürüyor. 

Hippo'lu Augustine de, 354 yılında yaşamış olan bir din adamıdır ve o da mül­kiyet ile ilgili benzer görüşü paylaşmaktadır. Ona göre de, komünal yaşam mümkün olabilir, fakat böyle bir kâmil yaşam tarzı her insan için olası değildir, böyle yaşam tarzı ancak olgun insanlar için olasıdır. Başka bir ifade ile, mülkiyetin olmadığı sis­tem kâmil insan ister, ancak böyle bir insanla götürülebilir. Bu fikirleri Türkiye'ye uygulamaya kalkarsak (aslında ben bunlan okurken bugünleri de düşünüyorum), şöyle bir düşünelim, acaba hasıl bir topluma sahibiz ve bir sistem değişikliği olsa na­sıl bir sonuç verir? Meselâ, Türkiye gibi böylesine yozlaşmış kapitalizmi yaşayan bir ülkeye komünizm gelirse ne olur? Bu tür konuları ve benzer fikirleri isterseniz sonuçta tartışalım. Hippo'lu Augustine, "Ancak olgun insanlara yaraşır komünal ha­yat" diyor. Yoksa, olgun olmayan bir topluluk içinde komünal hayata geçtiğimizde, bugünkü dille "üçkağıtçılar" Hippo'lu Augustne'in ifadesiyle "dünya hayatına çok fazla yeltenen insanlar" bu düzeni bozabilirler.

Hippo'lu Augustine, aslında özel mülkiyeti, olgun olmayan insanların çevreye zarar vermesini önlemek için, Allah'ın indirdiği bir düzen olarak görmeye eğimli ol­duğunu ifade ediyor. Yani, özel mülkiyet, kâmil ve olgun olmayan bireylerin çevre­ye zarar vermesini önleyen bir sistemdir. Sanırım, böyle bir düşünceyi Türkiye'ye uygularsak ilginç sonuçlara varabiliriz. Meselâ, bugün Türkiye'de komünizm olsa, bakıyorum insanların davranışlarına, inanılmaz usulsüzlükler ortaya çıkar, diye dü­şünebiliriz. Zira, kapitalizmin yozlaştırdığı bir toplumda kurulan komünist sistemde herkes "ihtiyacım bu" diyerek gereğinden fazlasını alacak ve "vallahi, benim gücüm yok" diyerek, belki de hiç çalışmayacak. Komünizm başka bir etik istiyor, başka bir insanlık istiyor. 

Arkadaşlar, bunları geçelim isterseniz, biraz da genel iktisada bakalım, günümü­ze gelelim, bu eski dönemleri geçelim; bunlar temel fikirler. Bugünkü iktisatçılar, yâ­ni meselâ ben Batılı yazarların, Amerikalı ve İngiliz yazarların kitaplarını okurken, "Acaba bunlar nasıl duygularla hareket ederler, neden bu kitabı böyle yazarlar?" di­ye hep düşünürüm. Çoğu yazar da kitabının önsözünde yaklaşımını açıklıyor. 

Fizik bilimler ya da doğa bilimleriyle sosyal bilimlerin özünde çok ciddi bir fark­lılık vardır. Doğa bilimleri iradesi olmayan, kendi başına hareket kabiliyeti bulun­mayan, tepkisi olmayan elemanları inceler. Yani, doğa bilimleri fizik fiziksel olay­larla uğraşır, depremi incelerken duygusu ve çıkarı olmayan bir olayı inceler. Fakat sosyal bilimler 'insan' denilen, farklı dokusu olan, tepki verebilen, düşünebilen, ira­de sahibi olan süjelerle ilgilenir, bunların oluşturduğu toplumsal yapılarla ilgilenir. Dolayısıyla, sosyal bireyler karar verirken, teoriyi oluştururken veyahut da politika­yı oluştururken -biliyorsunuz politika bir normdur- "şunun şöyle olmasını ben isti­yorum" demektedir. Burada istenen bir şey vardır; değer yargılarım ister istemez ko­yuyoruz ortaya. Bu değer yargıları nasıl oluşuyor? Yani, bir hastalık bizim vücudumuzda oluşurken, onun bir değer yargısı yok, hücrelerin herhalde bir değer yargısı yok, deprem oluşurken yer kabuğunun, fay hattının bir değer yargısı ya da kastı yok. Ama biz bir toplum oluştururken, karşıtlarımızla ilişkiye geçerken bir değer yargısı içinde hareket ediyoruz ve o değer yargıları sisteminin bizde oluşturduğu algılama mekanizmasıyla toplumsal olguları algılamaya başlıyoruz. Meselâ, olguları kendi­mize göre "doğru" ya da "yanlış" diye algılamaya başlıyoruz. Bu tür farklılıklar sos­yal alanlardaki bulguların ya da kuralların doğa bilimlerindekinden çok farklı olgu­lar olduğunu bize gösteriyor. Dolayısıyla, nereden bakarsak bakalım, ister istemez, toplumsal yapılar ve onu yapan insanlar hem toplumsal yapıları etkiliyor, hem bu toplumsal yapılardan etkileniyor. Böyle baktığınız zaman da, ister istemez, sosyolo­jinin içinde geçerli olan disiplinler buralara hâkim oluyor. Bunlar psikolojidir, din­sel dokulardır, çeşitli diğer toplumsal, sosyolojik okullar, ekoller veya kurumlardır. 

Bugünkü iktisat öğretisine geldiğimizde, ekonomiye dinsel yaklaşım yapan ya­zarlar var mı acaba? Arkadaşlar, bu konu benim ilgimi çok çekti. İktisat bilimselleş-tikten sonra, hatta neoklâsik ekolü de aşalım, aşağı yukarı son zamanlara geldiğimiz­de, çok ilginçtir ki, meselâ 1900'lerin ilk 10-20 yılındaki iktisatçıların bir bölümü­nün dinsel kökenli olduklarını gördüm. Bu iktisatçıların bir kısmı rahiplikten gelmiş, ailelerinde rahipler varmış, mezheplere bağlılar; yani kimisi püriten, kimisi başka bir mezhepten vs. ve bu konumlarını da eserlerinde açıkça ifade ediyorlar. Meselâ, biz bugün diyelim ki, Hicks'in kitabını okurken, Hicks bize dinden bahsetse kitabın­da, bu bize biraz garip gelir. Ama, sözünü ettiğim iktisatçılar bunu yapmışlar; yâni eserlerinde dinsel görüşlere yer vermişler. Açıktır ki, bu alanda benim söz söylemem olası olamaz; burası benim ilgi alanımın dışında kalmaktadır. Ancak rastlantısal ola­rak girdiğim ve ilgimi çeken bu alanda biraz bilgilenmeye çalıştım ve oluşturduğum fikir kırıntılarını bugün sizlerle tartışmaya gelmiş bulunuyorum. Bu konuda üç bü­yük iktisatçı çok ilginç bir çizgi oluşturmakta, size biraz bu iktisatçılardan bahsede­ceğim. Bunlardan birisi John Bates Clark, ikincisi "VVicksteed -ki, Wicksteed çok il­ginç bir kişi- ve üçüncüsü de Frank Knight'dır.

Önce Clark'a bakalım. Bunlar 1890'h yılların sonuna kadar yaşamış olan ikti­satçılardır, aşağı yukarı hepsi aynı döneme giriyor. John Bates Clark bir rahip gele­neğinden geliyor, ailesi de böylesi bir gelenekten geliyor. Clark, 1889'da 1900'lerin başına girerken "Distribution of Wealth" başlıklı bir kitap yazıyor. Clark'ı incele­yenler, yazarın fikirsel dünyasını iki döneme ayırıyorlar. Birinci dönemde Clark şun­ları söylüyor: "Ekonomiyi okumak, yani toplumsal olguları algılayabilmek, oluşum­ları görebilmek, onları bir mihenk taşına vurabilmek için, mutlaka dinsel öğretilere, ekollere ihtiyacımız var. Bu sadece bilim değil, belirli bir algılama kapasitesini de ifade ediyor." Böyle bir bakış açısının altında şu fikir yatmaktadır: "Allah insanı ya­ratmış. Nasıl dünyayı yarattığında, onu bir düzen içinde oluşturmuş ise, aynı şekil­de, sosyal alanlarda da onun her yeri kapsayan, zamana ve mekana bağlı olmayan soyut yansıması görülüyor. Öyleyse, aslında bizim sosyal düzenimiz de Allah'ın kurallarının bir parçasıdır. Bu düzen Allah'ın kurallarının bir parçası olduğuna göre, bu kurallara karşı çıkılamaz, çünkü bu bir anlamda Allah'ın gücünü inkâr etmek olur, buna zaten gücümüz de yetmez. Fakat, cennetten kovulan insanlar -ki, cennet haya­tı kutsal kitaplarda kutsanmıştır, bu İslâm da vardır- cennetten kovulduktan sonra, insanlığın içindeki şeytana -kötü ruh, sapık davranışlar- uymaktalar ve bu düzenin kendi içindeki iyiliğini ve kurallarını bozmaktalar. 

Bu düşünceler çerçevesinde Clark'a baktığımızda, onun oluşan sisteme karşı çık­madığını ve bunun ilahi bir sistem olduğunu kabul ettiğini görüyoruz. Sistemin kut­sallığını teslim eden Clark, kötü insan davranışlarının bu düzeni bozduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla, burada da yapılması gerekenin dine dönmek olduğu sonucuna varıyor. Aslında "komünal sistem ancak iyi insanla olur" mantığı burada da karşı­mıza çıkıyor. İnsanların iyi olması, Allah'a inanması ve iyi bir Hristiyan olması ge­rekiyor. İyi bir Hristiyan olmayanın elinde bu düzen bozulmaya başlar. Ama düze­nin bozulmasının nedenini düzene değil, düzeni bozan insanlara, yani iyi olmayan Hıristiyanlara atfedebiliriz. Burada çok katı bir dinsel görüşle karşı karşıyayız. Me­selâ, burada Marksizm'i ele alıyor ve diyor ki: "Evet Marksizm, gerçekten bugün görülen haksızlıklara, biraz da abartılmış biçimiyle bir karşı geliştir. Ama, Marksizm düzene karşı geldiği için Allah'a karşı gelmiş oluyor." Oysa Clark'a göre, düzede gördüğümüz bozukluklar düzenin değil, başka bir şeyin bozukluğudur; bu bozuklu­ğa iyi olmayan Hristiyanlar neden oluyorlar. Oysa, sistemde bozukluk yok. Clark, Hristiyan Sosyalizmi diye -böyle isimlendiriyor- bir sistem oluşturulabileceğini ile­ri sürmektedir. Hristiyan Sosyalizminin özü yine kapitalisttir, çünkü ona dokunanla­yız, o Allah'ın bizim için yaratmış olduğu sosyal altyapıdır. Allah'ın eserine doku­nulmaz, çünkü Allah her yeri kapsayan ilahi bir kudrettir, iradeyi külliyenin, yani bütünsel iradenin aslı odur, biz O'nun parçalarıyız. Dolayısıyla, sosyalliği de o ya­ratıyor, ama bizim bu sistemin yönetimini iyi Hristiyanlara vermemiz lazım, onun için mülkiyet ilişkisine karşı çıkamayız burada. Çünkü, o da düzenin bir parçasıdır, ama mülkiyetin toplumda daha adil dağılımına gitmeliyiz. 

Clark'ın bu tür fikirlerinin benzerini günümüz iktisatçılarından John Ravvls'da da görmekteyiz. Rawls da rahip kökenlidir ve ilginç bir kitabı vardır, "Just Distributi-on of Income", yani "Adil Gelir Dağılımı" diye Türkçe'ye çevrilebilir. Rawls aslın­da Yeni Sağ ekole mensup bir iktisatçı olduğu halde, gelir dağılımı ve adalet kavra­mıyla uğraşmıştır. Bir başka iktisatçı, Amartya Sen de sosyal meselelerle uğraşan ik­tisatçılardandır. 

Ravvls'ın gelir dağılımı ilkesini şöyle formüle edebiliriz: "Gelir dağılımının etik açıdan geçerli olabilmesi için, en düşük gelir düzeyine sahip insanın refahının en yüksek düzeyde olması gerekiyor." Bu tabii, burada anlatılamayacak kadar kompli­ke bir kavram. Burada mutlak gelir düzeyi ele alınmıyor, ama gelirden elde edilen tat­min düzeyi esas alınıyor. Tabii bu yaklaşım, refah ekonomisinden gelen bir kavram­dır. Refah ekonomisi Clark'ın yaşadığı dönemlerden çok sonraları ortaya çıkmıştır. 

Ancak, dinsel yaklaşımlarla varılan sonuçlarla, bundan çok sonraları ortaya çıkmış olan teknik yaklaşımlarla varılan sonuçlann oldukça benzer olduğunu görmekteyiz. 

Farklı dönemlerin görüşleri arasındaki bu yakınlaşmanın kısmî açıklamasını Stiglitz'de bulabilmekteyiz. Stiglitz'in getirdiği yorum şöyle: "Aslında bugünkü ye­ni sağ düzen haşin bir kapitalizmdir, ama bu haşin kapitalizm sisteminin içinde bir sigorta mekanizmasının olması lazım ki, insanlar buna uyum sağlayabilsinler." Ya­ni, haşin bir sisteme girerken, bir sigorta mekanizması olmazsa, sisteme sadık olun­maz. O sigorta mekanizması, herkesin en fakir düştüğü anda da, tatmininin en dü­zeyde olacağı bir gelir seviyesine sahip olacağını bilmesidir. Dolayısıyla bu yakla­şım, yoksulluk korkusuna karşı getirilmiş bir mekanizmadır. 

John Bates Clark'ın ilk dönemdeki görüşleri tamamıyla bu doğrultuda ve yoğun­lukla adalet üzerine oturtulmuştur. Fakat, sonraları Clark, Darwin kurallarından, ik­tisat ve biyoloji kurallarından ve sosyal yaşantıdan çok etkilenmiştir. Smith de siste­mindeki denge kuramını biyolojiden etkileşim içinde geliştirmiştir. Darvvin kuralları ortaya çıktıktan sonra, Clark, "bu düzenin ilahi olduğu, ama bunun iyi olmayan Hris-tiyanlarca bozulduğu" mantığından biraz uzaklaşıyor. Bu dönemde Clark, "Social Justice Without Socialism" başlıklı bir kitap yazıyor. Türkçe'ye, "Sosyalizm Olma­dan Sosyal Adalet" olarak çevrilebilen bu kitapta da Clark yine düzeni koruyor, çün­kü düşüncelerde ilâhi doku hâlâ korunuyor, ama "Allah'ın düzenini kötü Hıristiyan­lar bozuyor" diye algılamaktan vazgeçiyor ve sistemin düzeltilmesi gerektiği mantı­ğına ulaşıyor burada. Yani iyi Hristiyan-kötü Hristiyan mantığından vazgeçiyor. 

Clark, toplumda gelişen ekonomi kurallarını da kabul ediyor, yani ekonomi ku­rallarını Allah'ın kurallan yerine koymaya başlıyor ve burada ekonomi teorileri ge­liştirmeye girişiyor. Meselâ, Clark'ın ilginç bir teorisi de şudur: "Bir işe çok yeni bir emekçi girerse, yeni ve eski emekçilerin aynı yükün altında aynı ücreti alması la­zımdır." diyor. Peki, neden farklı hizmet süreleri^olan işçilerin aynı ücreti alması la­zım? Biz buna bugün şöyle karşılık verebiliriz. İşletmeye uzun süre emek vermiş olan işçinin, yeni işe girmiş olan işçiye göre daha yüksek ücret alması gerekir. Clark böyle düşünmemekte, ona göre, çalışmak kutsal bir şeydir; bir ibadettir, "iyi bir Hris­tiyan" kavramı da belki bu düşüncede hâlâ yürürlüktedir. Çalışmak kutsal bir şey ol­duğundan, çalışan insan o kutsallıkla mükâfatını zaten alıyor. Oysa, çalışmayan in­san cezalandırılmış oluyor, böylece zaten cezalandırılmış olan bir işçinin bir de dü­şük ücretle ikinci sefer cezalandırılması doğru değildir. Kutsallıkla açıklanmaya ça­lışılan bu yaklaşımda, adaleti sağlama endişesinin de bulunduğunu düşünüyorum. 

Arkadaşlar, burada bir şeyi dikkatinize sunmak istiyorum. Kilise geleneğine sa­hip bu iktisatçılar, Osmanlı'daki ulemâ sınıfına benzer biçimde, din ve kutsallık gö­rüntüsü altında dönemin varolan sistemini ve sınıfsal ilişkisini korumaktadırlar. Dik­kat edersek, kilise geleneğine sahip bu iktisatçılar iki önemli şey yapmıştır. Bunlar­dan birincisi, bu iktisatçılar oluşan sistemi dinle meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Me­selâ, Clark Marksizmi açıkça reddediyor ve Marks'm açıkça Allah'ın kurallarına karşı geldiğini söylüyor. Çünkü, Marks'da "iradi olarak değiştirmek var" diyor. Çok büyük bir olasılıkla İslâmi yaklaşım da bu konuda benzer bir tavır takınıyor olabilir. Ancak açıktır ki, böylesi teslimiyetçi görüş, aklı geri plâna itmektedir. Bu tür görüş­ler, akılcılıkla, "Allah mülkün sahibidir" hükmünü birleştirerek, akılcılıkla sistemi savunmaya yeltenmemektedir. "Mülk" sözcüğü ile, açıktır ki, maddi mal varlıkları değil, bütün kurallar, kaideler, sosyal yapılar, hükümler, kanaatler, vs anlaşılmakta­dır. Bu görüşe göre, "mülk", yani tüm kâinat yanında, tüm kurallar ve usûller de Al­lah'ın eseridir ve bu düzenin değiştirilmesi doğru değildir. Zira Allah, üstün irade­dir, oysa bireyler ise, bu üstün iradenin parçacıklarıdır. Bu mantık çerçevesinde, dü­zeni değiştirmeye kalkmadan, onu ıslâh etmeye çalışmak gerekir. Düzeni değiştir­meye kalkmak üstün iradeye karşı gelmek anlamına geldiği halde, düzeni ıslâh et­mek düzene ve onu oluşturan iradeye hizmet etmek anlamına gelir. 

Clark'ın fikirleri çerçevesinde çalışma ve değer yaratma da kutsanmaktadır. Bu açıdan Clark Antik Yunan felsefesinden ayrılır. Zira, Antik Yunan felsefesinde çalış­ma kutsal sayılmamaktadır. Oysa Clark'da çalışma kutsanmaya başlanıyor. Bu açı­dan Clark, daha çok Kalvinist ve Prüten görüşlere yaklaşmaktadır. Bu tür görüşler genel olarak Weberyan görüşler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu görüşe göre, in­sanlar çalışmalı, iyi olmalıdır. Bizim, Allah rahmet eylesin, Sabri Ülgener Hocamız, Weberyan görüşlere çok değer verirdi. Ona göre, bireylerin birer iyi insan olması ge­rekir. Hocanın kendisi de öyleydi gerçekten, farklı bir hocamızdı. Sabri Ülgener Ho­ca bize "Milli Gelir ve İstihdam" derslerine gelirdi. Kendisinden çok yararlandım, ancak ben bu görüşlerin geçerli olduğu kanaatini taşımıyorum. Zira bireyin, sistem­den çok farklı bir şekilde ve oldukça güçlü biçimde etkilendiğini düşünüyorum. 

İkinci iktisatçımız ise, 1844'lerden 1920'lere kadar yaşamış olan Philip Henry Wicksteed'dir. Wicksteed o kadar kutsal bir yerden geliyor ki, ailesi ona, es­ki bir Püriten ulu kişinin adı olan Philip Henry adını veriyor. Wicksteed de piyasa­ların taraflı olduğuna (yâni, ulu bir ruha sahip olduğuna) ve moral etik taşıdığına inanıyor. Aynı mantık burada da geçerli. Yani, Allah nasıl kâinatı yaratmış, onunla beraber dağları, taşları yaratmış ise, aynı şekilde sosyal düzeni de yaratmıştır. O es­nada Allah piyasaları da yaratmıştır, dolayısıyla piyasalar moral olarak geçerlidir. Ancak, aynı yaklaşımı burada da görüyoruz. Wicksteed'e göre, piyasanın işleyişin­de aktörlerin (aynen bu ifadeyi kullanıyor) değer yargıları ve kriterleri önemlidir. Pi­yasaların işleyişinin Allah'ın istediği, onun yarattığı şekle dönüştürebilmek için, ak­törlerin rolleri, moral değer yargıları fevkalade önemlidir. Görülüyor ki, burada da aynı mantık geçerlidir; sistemin iyi işleyebilmesi için, iyi ve samimi dindar olmak, ahlâklı Hristiyan olmak gereklidir. 

Üçüncü iktisatçımız da, yine kilise geleneğinden gelen Frank Knight'dır. Bu ik­tisatçının düşüncelerinde yavaş yavaş dinsel gelenekçiliğin zayıfladığını görüyoruz. Knight'a göre ilişkilerimiz, biri "şahsî ilişkiler", diğeri ise "sosyal ilişkiler" olmak üzere iki türlüdür. Şahsî ilişkilerde niyet önemlidir, sosyal ilişkilerde ise eylem önemlidir. Niyet konusunda yine "iyi Hristiyan, iyi dindar" kavramı devreye giriyor, yani niyetiniz nedir? Bu yaklaşım bütün dindarlarda vardır, İslâm felsefesinde de vardır. Fakat, sosyal ilişkilere baktığımızda orada eylemler ve aksiyonlar, yani dav­ranışlar çok önemlidir. Devlet yönetimi, hükümet icraatı, genel yönetim ve toplum­sal ilişkiler gibi faaliyetler bu alana giriyor. Dolayısıyla, sosyal ilişkilerde "müzake­re" veya "istişare" kavramı önemli olmaktadır. İstişare kavramı, konuların ve mese­lelerin konuşulmasını, müzakere edilmesini ifade eder. Çünkü, ancak konuşularak karşı taraf algılanır, sizin çıkarlarınız ortaya koyulur. Müzakere ortamında bir tür fi­kir piyasası oluşturularak, fikir karşılaştırılması gerçekleştirilir. Ancak, fikir karşı­laştırılması yapılırken güç ilişkilerinin nasıl bertaraf edileceği açık değildir. Oysa Knight güç ilişkisinden de bahseder. 

Knight'ın yazılarını okurken şöyle bir yoruma gitmek olası olabiliyor. Bireyler arasındaki ilişkide "sevgi" (love) duygusunun önemli olduğu ortaya çıkıyor. Bu bağ­lamda yine iyi Hristiyan olma konusu devreye giriyor. İyi Hristiyan bir birey, karşı­sındakini severse, ona sevgi ile yaklaşırsa, onun üzerinde bir güç ilişkisi kurmaya çalışmaz. 

Bugüne geldiğimizde, arkadaşlar, artık eski dönemlerdeki gibi dinsel yaklaşım­lar iktisat kitaplarında yer almıyor. Hatta, günümüzün iktisat kitaplarında ahlâk, din vb gibi konular yer alsa, bize biraz komik gelmez mi? Örneğin, herhangi bir çağdaş iktisatçının standart bir makro veya mikro kitabını okurken ahlâk, din ya da etik gi­bi konulara rastlamak olası değildir. Bırakın dini bir tarafa, "ahlâk" veya "etik" söz­cüğü geçse bize ilginç gelmez mi! İktisat okunurken, ilk derste hepimize iktisat bi­liminin ahlâk konusu ile ilgili olmadığı öğretilmiştir. Ancak günümüz iktisatçıları arasında da Amartya Sen gibi etik konularıyla uğraşanlar bulunmaktadır. Amartya Sen'in "Ethics in Economics" ya da "iktisatta etik" başlıklı bir eseri de bulunmakta­dır. Bu konuların dinsel yaklaşımlarla ya da Weberyan düşüncelerle yakın ilgisi bu­lunmaktadır. Sabri Ülgener'in bu konularda çeşitli eserleri bulunmaktadır. Örneğin, "İktisadî İnhitat Tarihimiz, Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri" çok değerli bir eserdir. Değerli meslektaşımız Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar "Sabri Ülgener" adlı değerli bir eser yayınladı. Bu eserin içinde tüm bu bilgiler bulunmaktadır. İyi insan, ahlâklı in­san olunması gerektiği görüşler burada yer almaktadır. Ancak, tüm bu görüşlere rağ­men, birey-toplum ilişkisi üzerinde ciddî olarak düşünülmesi gereken bir konudur. Zira, toplumun birey üzerindeki etkisi çok derindir. Toplumun kurallarına göre dav­ranmak zorunda kalan birey zamanla bu kuralları meşrulaştırıyor ve içselleştiriyor. Şöyle basit bir örnek verebiliriz. Diyelim ki, bir birey ticari bir işle uğraşıyor, yani ekonomik bir faaliyetle uğraşıyor. Bu alanda da herkes şu veya bu sebepten vergi ka­çırıyor. Ele aldığımız birey vergi kaçakçılığı yapmaz ise batacak. O zaman birey na­sıl davranacaktır? Bu durumda birey vergi kaçakçılığı yapmasın mı, yoksa vergi ka­çırarak, hatta vergi kaçakçılığını meşrulaştırarak işine devam mı etsin? Sosyolojik sistemler de doğal sistemler gibi midir? 

Sistemler her an Allah'ın denetim ve gözetiminde mi oluşturuluyor, yoksa bir kez oluşturulduktan sonra kendi kuralı çerçevesinde mi deviniyor, konusunda dindarla­rın ve ateistlerin görüşleri farklıdır. Yeni iktisada döndüğümüzde, artık bugünkü ik­tisatta yahut da sosyolojide lâik bir görüş açısının geçerli olduğunu görmekteyiz. Gerçekte farklı alanlarda farklı sistemler çalışmaktadır; doğa başka türlü çalışıyor, fizik başka türlü çalışıyor, o da kendi içinde değişiyor, deviniyor. Sosyal olaylar ise başka türlü deviniyor, insanlar kendi davranışlarıyla birlikte bir sosyolojik doku oluşturuyorlar. Sistemlerin veya düzenlerin Allah'ın mıdır, kulun mudur, yahut yer­yüzünün müdür, tartışmaları anlamlı değildir. 

Müsaadenizle son sözüm de şu olsun; hangi sistem içinde olursa olsun, bizim de aklımız olduğuna göre, kendimiz ve toplum için ileriye yönelik plân ve programlar yapabiliriz ve onu uygulayabiliriz. Hatta akıl ve irade sahibi varlıklar olarak, söz ko­nusu davranış biçimleri geliştirme konusunda sorumluluğumuzun olduğunu kabul etmeliyiz. Şöyle bir örnek üzerinden yürüyelim. Kadın erkek ilişkisi bir doğa ilişki­sidir. Ancak kadın erkek ilişkisinin bir doğa ilişkisi olması, durmadan çocuk doğur­mamıza neden oluşturamaz. Bu doğa ilişkisini nasıl denetleyebiliyorsak, hatta de­netlememiz gerekiyorsa, aynı şekilde, sosyal ve ekonomik sistemleri de denetleye­bilmen, aklımıza göre şekillendirmeliyiz. Modern dünyada artık depremi, hatta mevsimleri denetlemeye kalktığımıza göre, ekonomik ve sosyal sistemleri de denet­leme yoluna girmemiz gerekir. Zaten bilimsel çabaların amacı da, olguların oluşum ve hareket kurallarını saptayarak, ileriye ait tahmin ve öngörüde bulunmak, istenme­yen ya da sakıncalı oluşumları olabildiğince engellemek veya oluşum kurallarını de­ğiştirmektir. İktisat ve sosyal alanda bu tür radikal bakış açılarına yer verilmemesi­nin nedeni, hakim güçler tarafından oluşturulmuş olan düzenin, çıkar grupları aley­hine bozulmasını engellemektir. Dinsel görüşleri çıkar gruplarının menfaatlerini ko­ruma perdesi olarak kullanmak sahteciliktir. Lâik sistemde de dinsel sistemde de in­san aklının kullanılması kaçınılmaz bir zarurettir. Hatta dinsel sistemlerde insan ak­lının kullanılması dinsel görevler arasında sayılmalıdır. Zira birey, bütünsel iradenin bir parçası olarak, onun meziyetlerinden nasiplenmiş demektir. Akıl ve irade, eğer bütünsel irade tarafından insanlara verilmiş ise, onun insanlık lehine kullanılması vazgeçilemez bir dinsel görevdir. Öte yandan, aklî bilimler doğrultusunda davranan lâik bireyler ortamında ise, akıl tek yol göstericidir. Görülüyor ki, her iki açılım da akla ve düşünceye yer vermektedir. Ne var ki, birey aklini ve iradesini kullanırken, bencilce daima kendi yönünde ve başkalarına maliyet yıkıcı biçimde davranmama­lıdır.

Tarih boyunca dinsel görüşler tarafsız olarak ve bir ibadet kuralı olarak algılan-mamıştır. Dinler uğruna yapıldığı söylenen savaşların altında ekonomik çıkarlar yat­maktadır. Sistem içinde hakim sınıflar dini de hakimiyetleri altına alarak, toplumu etkilemede güçlü bir ideolojik alet olarak kullanmışlardır. Maalesef, günümüzde de bu çarpıtma sürmektedir. 

Prof. Dr. İzzettin Önder
 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005