|
İktisat ve Din, Ekonomi Din
İlişkisi
Ben, önce "Niye böyle bir konuyu seçtim?" meselesini
biraz açayım, sonra da "Ben ne hazırlık yaptım?"
konusunda hesap vereyim. Bu hesabı vermem gerekir,
çünkü bu konu benim konum değil; bu bir
disiplinlerarası konu. Belki de burada bir din adamı
ile bir iktisatçının olması ve belki onların
karşılıklı konuşmaları daha iyi olurdu, ama böyle
yapamadık.
Önce "Neden ben bu konuya ilgi duydum?" meselesini
açıklayayım. Doğrusu, bu sorunun yanıtını net olarak
bilemiyorum. Bunda belki psikoloji merakım etkili
olmuş olabilir. Belki geleneksel bir aileden geliyor
olmam etkili olmuş olabilir. Bu konuyu net olarak
açıklayamam. Ama, net olarak bildiğim şu; bilincimde
beni uyaran esas faktör Refah Partisi'nin yükselişi
oldu. Bu bağlamında belki "Âdil Düzen" kavramı,
yoğunlaşan kapitalizm ve sistem karmaşası karşısında
acaba çare olabilir mi? Böylesi kapsayıcı bir
konunun sistem mantığı çerçevesinde çözülmesi
gerektiğini düşünüyor olmamla beraber, Avrupa'daki
Hristiyan partilerin macerasını sorgulamaya
çalıştım. Zira Avrupa'da Hristiyan partiler var,
bunların da Hristiyan kökenleri var, acaba bu durum
hakikaten çözüm olmuş mu tarihte, bunlar tarihte bir
işlev görmüş mü diye merak ettim. Onun için böyle
bir konuya bakayım dedim. O esnada çok büyük bir
tesadüf, batıda bu tür yayınların olduğunu da gördüm
ve bir-iki tane kitap da getirttim. Batıda
Hristiyan inanışın ve yaşam tarzının ekonomiye
etkisini anlatan kitaplar var; böyle kitaplar
yayınlanıyor. Hatta, merakınız olursa, memnuniyetle
bendeki kitapları da verebilirim.
Bu konuya eğilmemde ikinci bir faktör de, belki
arkadaşlar, iktisat teorisi beni tatmin etmezken
(ki, açık söyleyeyim hiçbir zaman etmedi de), belki
de biraz yaşlanma dolayısıyla, felsefik alanlara
-haddim olmayarak, ne kadar ne yapabilirsem-kaymaya
başlıyor olmamdır, diye düşünüyorum. Felsefe çok zor
tabii, ben biraz iktisat psikolojisine kaymaya
başladım ve orada gördüm ki, iktisat psikolojisi
aslında Amerika'da ortaya çıkmaya başladığı halde,
Amerika bu ekolü "Neoklasik disiplin çerçevesinde"
ve oldukça da faşizan bir davranış kalıbı içinde
dışlamış ve tümüyle ihmal etmiş. Şu anda iktisat
psikolojisi üzerine Hollanda'da yayınlar yapılıyor
ve o konuda da bir sürü kitabım oldu, böyle bir
merakım oldu. Hatta, bu konuda tamamıyla başlangıç
niteliğinde ufak bir makale de yayınladım. Benden
sonra gelen arkadaşlar, eğer bu konuya merak
salarlarsa, Türkçe maliye veya iktisat yazınına bu
alanda katkıda bulunabilirler ve bu çok büyük bir
hizmet olur.
İktisat psikolojisinde gördüm ki,, insanların
duyguları "intuition" dedikleri, yani denetimsiz ve
içten gelen algılamaları ve davranışları sosyolojik
çevreden çok ciddi bir biçimde etkileniyor ve "bu
etkilenme nelerden ve ne dereceye kadar
gerçekleşebilir?" diye merak ettim ve böylece bu
alana tamamen amatörce sürüklendim.
Şimdi, sizlere, benim toplayabildiğim birtakım
ilkelden bilgiler sunacağım. Ondan sonra da,
sizlerin de katkıları ile bir tartışma yapalım,
istiyorum.
Benim ulaşabildiğim bilgiler Batı kaynaklı olduğu
için ve Batı kaynakları da İslâm'ı kapsamadıkları
için, daha çok Hristiyanlık düşüncesi etrafında
konuşacağız ya da bu konudaki okuduklarımı size
aktaracağım. Ama, böyle bir anlatımdan sonra, sizin
de vereceğiniz bilgiler çerçevesinde, bu bağlamda
İslâm'la da ilgili tartışmalar yapabiliriz. Meselâ,
neden acaba İslâm'da sosyalist ekonomiden söz etmek
mümkün olamamakta ya da acaba böyle bir tartışma
yapılabilir mi? Sol ile ilgili tartışmalar İslâm
aleminde nasıl karşılanır acaba? Acaba İslâm
kapitalizmin üstüne bir örtü mü oluyor? Müsaadenizle
bu konularda bir gezinti yapmak istiyorum.
Batı'da yayınlanan dinsel kaynaklara baktığımızda,
hatta son semavî din olan İslâm'a da baktığımızda,
iki temel noktayı derhal saptayabiliyoruz. Bunlardan
birincisi, hemen tüm kaynaklarda iktisatla ilgili
pasajlar ya da öğütlerin bulunuyor olmasıdır.
İkinci nokta ise, tüm semavî dinlerin ortaya çıktığı
dönemlerde, en son semavî din olan İslâmiyet'in de
ortaya çıktığı dönemde, henüz kategorik olarak
sermayenin ortaya çıkmamış olmasıdır. Bu nedenle,
dinlerin yaklaşımlarında ve dinsel eserlerde
kapitalizm ya da sosyalizm gibi günümüzün hakim
sistem dokuları yer almamakta ve sorunlara ya da
çözümlemelere günümüzün hakim sistemleri bağlamında
yaklaşım yapılmamaktadır. Bu kaynaklarda, genel
anlamda, doğruluk, dürüstlük, adalet vb. gibi
davranışlarla ilgili genel kavramlara yer
verilmektedir.
Dinsel kaynaklarda çalışma ile ilgili görüşler var;
toprağın işlenmesiyle ilgili görüşler var; hatta
köleliğin hâkim olduğu dönemlerde kölelere -insan
sermayesi- yönelik muamelelerle ilgili görüşler
bulunmaktadır. Ayrıca, yine aynı kaynaklarda
toplumların zengin olmaları, zenginlikleriyle
ilgili görüşler var. Bu bağlamda iki tipik örneği
vereyim:
Dinsel kaynaklarda İbrahim Peygamber ve Yusuf
Peygamber hikayeleri çok geçer. Biliyorsunuz, bu
hikâyeler Kuran'da da çok geçer. Dinsel kitaplarda
bunların yorumlanması iki farklı grup tarafından ele
almıyor. Kutsal kitaplarda "Yahvvist" görüş bu
başarıları, İbrahim ve Yusuf'un genellikle
çalışkanlıklarına, becerilerine, bugünkü
kavramlarla iş yönetme bilgilerine, zekâlarına ve
öngörü kabiliyetlerine bağlı olarak açıklar. Hatta,
Yusuf Peygamberin balığın karnından çıktıktan sonra
Mısır'a gidip, orada firavunlarla baş etmesi, orada
bir mevkî kazanması ve orayı refaha götürerek,
kıtlık ve bolluk dönemlerinde idareye hâkim olup,
toplumu çok fazla sarsmadan yönetimi olgun veya
düzgün bir şekilde yürütmede söz sahibi olması onun
becerisine, faziletine, aklına bağlanır. Ancak,
bunun da Allah'ın bir vergisi, Allah'ın bir
yansıması olduğu belirtilir.
Buna mukabil "Elohist" görüş ise, bu başarıların,
aslında İbrahim ve Yusuf'un rüyalarında
gördükleriyle yönlendirilmeleri sonucunda
kazanıldığını ileri sürer. Kısacası, bu
başarıların, kişilerin kendi zihinsel yapılan ve
olgunluk düzeyleriyle değil de, rüyalar ve gelen
ilhamlar yoluyla sağlandığı ifade edilmektedir.
Dolayısıyla, bunların ikisinde de bir sistem
mantığının olmadığı açıkça görülmektedir.
Yine bu kaynaklann verdiği bilgilere göre, Eski
Yunan'a baktığımızda, burada da çalışmanın çok fazla
yüceltilmediğini görmekteyiz. Bu yaklaşımın,
toplumun katmanlaşmasının bir sonucu olduğunu
düşünüyorum. Bu konuda sizin de görüşlerinizi almak
istiyorum.
İbrani geleneğine baktığımızda, orada belki hâlâ
bugüne yansıyan biçimde çalışmanın kutsandığını
görüyoruz. Bu görüşte, "çalışan kul Allah'a ibadet
ediyor" diye algılanıyor. Meselâ, toprağı işleme,
ekip-biçme işleri, zamanı iyi kullanma ve bugünkü
dille, iktisat diliyle tercüme edersek "fırsat
maliyeti meselesi" bu yaklaşımda dikkatlice ele
alınmış. Ekip-biçme işi ile uğraşmak ya da boş
durmak bir zaman tercihi meselesidir. Bu tercihte
dinsel görüş çalışmaya ağırlık vermiştir. Ben
sınıfta daima bir örnek veririm ve derim ki, sınıfa
gelmeyen arkadaşlarımıza hocaların kızması, bence
hocaların talebelerin alternatif zaman tercihine
sinirlenmesi anlamına gelir. Çünkü, sınıfa gelen
bir öğrenci ya da gelmeyen bir öğrenci,
davranışlarıyla, zımni olarak aslında hocaya bir
mesaj veriyor. Verdiği mesaj "bu bir saati ben sizi
dinleyerek" ya da "başka işler yaparak geçirmek
istiyorum" biçimindedir. Görülüyor ki, örneklerdeki
mantık birbirine oldukça yakın.
Bütün bu kutsal görüşler alanında, örneğin
reankarnasyon alanında da, salt öbür dünya hayatı
görüşünde de, yâni ahiret hayatı görüşünde de, iman
bağlamında baktığımızda enteresan fikirlerin
olduğunu görmekteyiz. Bu alanda diyorlar ki, insan
olağanüstü bir varlıktır, bu varlık öldüğünde toprak
olacak diye bir şey söz konusu olmaz. Tabiatıyla, bu
varlığın devamlılığı bir şekilde sürecektir, ama
böyle bir sonucun sağlanması ancak amaca yönelik
çalışmayla mümkündür. Bu da ilim ve irfan sahibi
olmak demektir. Burada da tabiatıyla çalışmanın
kutsallığını görmeye başlıyoruz; çalışma
kutsanıyor. Oradan da ta Prütanlara ve Kalvinist
Mezhebi mensuplarına ulaşıyoruz. Biliyoruz ki, bu
mezheplere göre, "çalışma kutsaldır, Allah için
çalışılır" mantığı geçerlidir.
Bu esnada 300'lü yıllarda ortaya çıkan iki ilginç
görüşü, iki büyük din adamının görüşünü söyleyeyim.
Tabii o dönemde henüz komünizm ya da kapitalizm yok,
ama bu kişilerin komünal hayata bakışları hayli
ilginç. Meselâ Kutsal John, ki 344 ve 407 arasında
elli küsur sene yaşamış bir din adamıdır, komünal
toplum yaşamının adil ve emin toplum yaşamı olduğunu
ileri sürüyor. Henüz sermaye de bir üretim faktörü
olarak kategorik biçimde ortaya çıkmamıştır. Kutsal
John mülkiyetin olmadığı kutsal hayat tarzına örnek
olarak manastır hayatını vermektedir. Kutsal John'a
göre, manastır hayatında insanlar kardeşçe, birlik,
beraberlik ve huzur içinde yaşamaktadırlar. Bu din
adamı, manastır hayatının, kimsenin kimseye düşman
olmadığı, hiçbir hırsa bürünmediği, böylece Allah'a
ulaşmak için veya içindeki o kutsallığı açığa
çıkarabilmek için müthiş bir fırsat olduğunu ileri
sürüyor.
Hippo'lu Augustine de, 354 yılında yaşamış olan bir
din adamıdır ve o da mülkiyet ile ilgili benzer
görüşü paylaşmaktadır. Ona göre de, komünal yaşam
mümkün olabilir, fakat böyle bir kâmil yaşam tarzı
her insan için olası değildir, böyle yaşam tarzı
ancak olgun insanlar için olasıdır. Başka bir ifade
ile, mülkiyetin olmadığı sistem kâmil insan ister,
ancak böyle bir insanla götürülebilir. Bu fikirleri
Türkiye'ye uygulamaya kalkarsak (aslında ben bunlan
okurken bugünleri de düşünüyorum), şöyle bir
düşünelim, acaba hasıl bir topluma sahibiz ve bir
sistem değişikliği olsa nasıl bir sonuç verir?
Meselâ, Türkiye gibi böylesine yozlaşmış kapitalizmi
yaşayan bir ülkeye komünizm gelirse ne olur? Bu tür
konuları ve benzer fikirleri isterseniz sonuçta
tartışalım. Hippo'lu Augustine, "Ancak olgun
insanlara yaraşır komünal hayat" diyor. Yoksa,
olgun olmayan bir topluluk içinde komünal hayata
geçtiğimizde, bugünkü dille "üçkağıtçılar" Hippo'lu
Augustne'in ifadesiyle "dünya hayatına çok fazla
yeltenen insanlar" bu düzeni bozabilirler.
Hippo'lu Augustine, aslında özel mülkiyeti, olgun
olmayan insanların çevreye zarar vermesini önlemek
için, Allah'ın indirdiği bir düzen olarak görmeye
eğimli olduğunu ifade ediyor. Yani, özel mülkiyet,
kâmil ve olgun olmayan bireylerin çevreye zarar
vermesini önleyen bir sistemdir. Sanırım, böyle bir
düşünceyi Türkiye'ye uygularsak ilginç sonuçlara
varabiliriz. Meselâ, bugün Türkiye'de komünizm olsa,
bakıyorum insanların davranışlarına, inanılmaz
usulsüzlükler ortaya çıkar, diye düşünebiliriz.
Zira, kapitalizmin yozlaştırdığı bir toplumda
kurulan komünist sistemde herkes "ihtiyacım bu"
diyerek gereğinden fazlasını alacak ve "vallahi,
benim gücüm yok" diyerek, belki de hiç çalışmayacak.
Komünizm başka bir etik istiyor, başka bir insanlık
istiyor.
Arkadaşlar, bunları geçelim isterseniz, biraz da
genel iktisada bakalım, günümüze gelelim, bu eski
dönemleri geçelim; bunlar temel fikirler. Bugünkü
iktisatçılar, yâni meselâ ben Batılı yazarların,
Amerikalı ve İngiliz yazarların kitaplarını okurken,
"Acaba bunlar nasıl duygularla hareket ederler,
neden bu kitabı böyle yazarlar?" diye hep
düşünürüm. Çoğu yazar da kitabının önsözünde
yaklaşımını açıklıyor.
Fizik bilimler ya da doğa bilimleriyle sosyal
bilimlerin özünde çok ciddi bir farklılık vardır.
Doğa bilimleri iradesi olmayan, kendi başına hareket
kabiliyeti bulunmayan, tepkisi olmayan elemanları
inceler. Yani, doğa bilimleri fizik fiziksel
olaylarla uğraşır, depremi incelerken duygusu ve
çıkarı olmayan bir olayı inceler. Fakat sosyal
bilimler 'insan' denilen, farklı dokusu olan, tepki
verebilen, düşünebilen, irade sahibi olan süjelerle
ilgilenir, bunların oluşturduğu toplumsal yapılarla
ilgilenir. Dolayısıyla, sosyal bireyler karar
verirken, teoriyi oluştururken veyahut da
politikayı oluştururken -biliyorsunuz politika bir
normdur- "şunun şöyle olmasını ben istiyorum"
demektedir. Burada istenen bir şey vardır; değer
yargılarım ister istemez koyuyoruz ortaya. Bu değer
yargıları nasıl oluşuyor? Yani, bir hastalık bizim
vücudumuzda oluşurken, onun bir değer yargısı yok,
hücrelerin herhalde bir değer yargısı yok, deprem
oluşurken yer kabuğunun, fay hattının bir değer
yargısı ya da kastı yok. Ama biz bir toplum
oluştururken, karşıtlarımızla ilişkiye geçerken bir
değer yargısı içinde hareket ediyoruz ve o değer
yargıları sisteminin bizde oluşturduğu algılama
mekanizmasıyla toplumsal olguları algılamaya
başlıyoruz. Meselâ, olguları kendimize göre "doğru"
ya da "yanlış" diye algılamaya başlıyoruz. Bu tür
farklılıklar sosyal alanlardaki bulguların ya da
kuralların doğa bilimlerindekinden çok farklı
olgular olduğunu bize gösteriyor. Dolayısıyla,
nereden bakarsak bakalım, ister istemez, toplumsal
yapılar ve onu yapan insanlar hem toplumsal yapıları
etkiliyor, hem bu toplumsal yapılardan etkileniyor.
Böyle baktığınız zaman da, ister istemez,
sosyolojinin içinde geçerli olan disiplinler
buralara hâkim oluyor. Bunlar psikolojidir, dinsel
dokulardır, çeşitli diğer toplumsal, sosyolojik
okullar, ekoller veya kurumlardır.
Bugünkü iktisat öğretisine geldiğimizde, ekonomiye
dinsel yaklaşım yapan yazarlar var mı acaba?
Arkadaşlar, bu konu benim ilgimi çok çekti. İktisat
bilimselleş-tikten sonra, hatta neoklâsik ekolü de
aşalım, aşağı yukarı son zamanlara geldiğimizde,
çok ilginçtir ki, meselâ 1900'lerin ilk 10-20
yılındaki iktisatçıların bir bölümünün dinsel
kökenli olduklarını gördüm. Bu iktisatçıların bir
kısmı rahiplikten gelmiş, ailelerinde rahipler
varmış, mezheplere bağlılar; yani kimisi püriten,
kimisi başka bir mezhepten vs. ve bu konumlarını da
eserlerinde açıkça ifade ediyorlar. Meselâ, biz
bugün diyelim ki, Hicks'in kitabını okurken, Hicks
bize dinden bahsetse kitabında, bu bize biraz garip
gelir. Ama, sözünü ettiğim iktisatçılar bunu
yapmışlar; yâni eserlerinde dinsel görüşlere yer
vermişler. Açıktır ki, bu alanda benim söz söylemem
olası olamaz; burası benim ilgi alanımın dışında
kalmaktadır. Ancak rastlantısal olarak girdiğim ve
ilgimi çeken bu alanda biraz bilgilenmeye çalıştım
ve oluşturduğum fikir kırıntılarını bugün sizlerle
tartışmaya gelmiş bulunuyorum. Bu konuda üç büyük
iktisatçı çok ilginç bir çizgi oluşturmakta, size
biraz bu iktisatçılardan bahsedeceğim. Bunlardan
birisi John Bates Clark, ikincisi "VVicksteed -ki,
Wicksteed çok ilginç bir kişi- ve üçüncüsü de Frank
Knight'dır.
Önce Clark'a bakalım. Bunlar 1890'h yılların sonuna
kadar yaşamış olan iktisatçılardır, aşağı yukarı
hepsi aynı döneme giriyor. John Bates Clark bir
rahip geleneğinden geliyor, ailesi de böylesi bir
gelenekten geliyor. Clark, 1889'da 1900'lerin başına
girerken "Distribution of Wealth" başlıklı bir kitap
yazıyor. Clark'ı inceleyenler, yazarın fikirsel
dünyasını iki döneme ayırıyorlar. Birinci dönemde
Clark şunları söylüyor: "Ekonomiyi okumak, yani
toplumsal olguları algılayabilmek, oluşumları
görebilmek, onları bir mihenk taşına vurabilmek
için, mutlaka dinsel öğretilere, ekollere
ihtiyacımız var. Bu sadece bilim değil, belirli bir
algılama kapasitesini de ifade ediyor." Böyle bir
bakış açısının altında şu fikir yatmaktadır: "Allah
insanı yaratmış. Nasıl dünyayı yarattığında, onu
bir düzen içinde oluşturmuş ise, aynı şekilde,
sosyal alanlarda da onun her yeri kapsayan, zamana
ve mekana bağlı olmayan soyut yansıması görülüyor.
Öyleyse, aslında bizim sosyal düzenimiz de Allah'ın
kurallarının bir parçasıdır. Bu düzen Allah'ın
kurallarının bir parçası olduğuna göre, bu kurallara
karşı çıkılamaz, çünkü bu bir anlamda Allah'ın
gücünü inkâr etmek olur, buna zaten gücümüz de
yetmez. Fakat, cennetten kovulan insanlar -ki,
cennet hayatı kutsal kitaplarda kutsanmıştır, bu
İslâm da vardır- cennetten kovulduktan sonra,
insanlığın içindeki şeytana -kötü ruh, sapık
davranışlar- uymaktalar ve bu düzenin kendi içindeki
iyiliğini ve kurallarını bozmaktalar.
Bu düşünceler çerçevesinde Clark'a baktığımızda,
onun oluşan sisteme karşı çıkmadığını ve bunun
ilahi bir sistem olduğunu kabul ettiğini görüyoruz.
Sistemin kutsallığını teslim eden Clark, kötü insan
davranışlarının bu düzeni bozduğunu ifade ediyor.
Dolayısıyla, burada da yapılması gerekenin dine
dönmek olduğu sonucuna varıyor. Aslında "komünal
sistem ancak iyi insanla olur" mantığı burada da
karşımıza çıkıyor. İnsanların iyi olması, Allah'a
inanması ve iyi bir Hristiyan olması gerekiyor. İyi
bir Hristiyan olmayanın elinde bu düzen bozulmaya
başlar. Ama düzenin bozulmasının nedenini düzene
değil, düzeni bozan insanlara, yani iyi olmayan
Hıristiyanlara atfedebiliriz. Burada çok katı bir
dinsel görüşle karşı karşıyayız. Meselâ, burada
Marksizm'i ele alıyor ve diyor ki: "Evet Marksizm,
gerçekten bugün görülen haksızlıklara, biraz da
abartılmış biçimiyle bir karşı geliştir. Ama,
Marksizm düzene karşı geldiği için Allah'a karşı
gelmiş oluyor." Oysa Clark'a göre, düzede gördüğümüz
bozukluklar düzenin değil, başka bir şeyin
bozukluğudur; bu bozukluğa iyi olmayan Hristiyanlar
neden oluyorlar. Oysa, sistemde bozukluk yok. Clark,
Hristiyan Sosyalizmi diye -böyle isimlendiriyor- bir
sistem oluşturulabileceğini ileri sürmektedir.
Hristiyan Sosyalizminin özü yine kapitalisttir,
çünkü ona dokunanlayız, o Allah'ın bizim için
yaratmış olduğu sosyal altyapıdır. Allah'ın eserine
dokunulmaz, çünkü Allah her yeri kapsayan ilahi bir
kudrettir, iradeyi külliyenin, yani bütünsel
iradenin aslı odur, biz O'nun parçalarıyız.
Dolayısıyla, sosyalliği de o yaratıyor, ama bizim
bu sistemin yönetimini iyi Hristiyanlara vermemiz
lazım, onun için mülkiyet ilişkisine karşı çıkamayız
burada. Çünkü, o da düzenin bir parçasıdır, ama
mülkiyetin toplumda daha adil dağılımına gitmeliyiz.
Clark'ın bu tür fikirlerinin benzerini günümüz
iktisatçılarından John Ravvls'da da görmekteyiz.
Rawls da rahip kökenlidir ve ilginç bir kitabı
vardır, "Just Distributi-on of Income", yani "Adil
Gelir Dağılımı" diye Türkçe'ye çevrilebilir. Rawls
aslında Yeni Sağ ekole mensup bir iktisatçı olduğu
halde, gelir dağılımı ve adalet kavramıyla
uğraşmıştır. Bir başka iktisatçı, Amartya Sen de
sosyal meselelerle uğraşan iktisatçılardandır.
Ravvls'ın gelir dağılımı ilkesini şöyle formüle
edebiliriz: "Gelir dağılımının etik açıdan geçerli
olabilmesi için, en düşük gelir düzeyine sahip
insanın refahının en yüksek düzeyde olması
gerekiyor." Bu tabii, burada anlatılamayacak kadar
komplike bir kavram. Burada mutlak gelir düzeyi ele
alınmıyor, ama gelirden elde edilen tatmin düzeyi
esas alınıyor. Tabii bu yaklaşım, refah
ekonomisinden gelen bir kavramdır. Refah ekonomisi
Clark'ın yaşadığı dönemlerden çok sonraları ortaya
çıkmıştır.
Ancak, dinsel yaklaşımlarla varılan sonuçlarla,
bundan çok sonraları ortaya çıkmış olan teknik
yaklaşımlarla varılan sonuçlann oldukça benzer
olduğunu görmekteyiz.
Farklı dönemlerin görüşleri arasındaki bu
yakınlaşmanın kısmî açıklamasını Stiglitz'de
bulabilmekteyiz. Stiglitz'in getirdiği yorum şöyle:
"Aslında bugünkü yeni sağ düzen haşin bir
kapitalizmdir, ama bu haşin kapitalizm sisteminin
içinde bir sigorta mekanizmasının olması lazım ki,
insanlar buna uyum sağlayabilsinler." Yani, haşin
bir sisteme girerken, bir sigorta mekanizması
olmazsa, sisteme sadık olunmaz. O sigorta
mekanizması, herkesin en fakir düştüğü anda da,
tatmininin en düzeyde olacağı bir gelir seviyesine
sahip olacağını bilmesidir. Dolayısıyla bu
yaklaşım, yoksulluk korkusuna karşı getirilmiş bir
mekanizmadır.
John Bates Clark'ın ilk dönemdeki görüşleri
tamamıyla bu doğrultuda ve yoğunlukla adalet
üzerine oturtulmuştur. Fakat, sonraları Clark,
Darwin kurallarından, iktisat ve biyoloji
kurallarından ve sosyal yaşantıdan çok
etkilenmiştir. Smith de sistemindeki denge kuramını
biyolojiden etkileşim içinde geliştirmiştir. Darvvin
kuralları ortaya çıktıktan sonra, Clark, "bu düzenin
ilahi olduğu, ama bunun iyi olmayan Hris-tiyanlarca
bozulduğu" mantığından biraz uzaklaşıyor. Bu dönemde
Clark, "Social Justice Without Socialism" başlıklı
bir kitap yazıyor. Türkçe'ye, "Sosyalizm Olmadan
Sosyal Adalet" olarak çevrilebilen bu kitapta da
Clark yine düzeni koruyor, çünkü düşüncelerde ilâhi
doku hâlâ korunuyor, ama "Allah'ın düzenini kötü
Hıristiyanlar bozuyor" diye algılamaktan vazgeçiyor
ve sistemin düzeltilmesi gerektiği mantığına
ulaşıyor burada. Yani iyi Hristiyan-kötü Hristiyan
mantığından vazgeçiyor.
Clark, toplumda gelişen ekonomi kurallarını da kabul
ediyor, yani ekonomi kurallarını Allah'ın kurallan
yerine koymaya başlıyor ve burada ekonomi teorileri
geliştirmeye girişiyor. Meselâ, Clark'ın ilginç bir
teorisi de şudur: "Bir işe çok yeni bir emekçi
girerse, yeni ve eski emekçilerin aynı yükün altında
aynı ücreti alması lazımdır." diyor. Peki, neden
farklı hizmet süreleri^olan işçilerin aynı ücreti
alması lazım? Biz buna bugün şöyle karşılık
verebiliriz. İşletmeye uzun süre emek vermiş olan
işçinin, yeni işe girmiş olan işçiye göre daha
yüksek ücret alması gerekir. Clark böyle
düşünmemekte, ona göre, çalışmak kutsal bir şeydir;
bir ibadettir, "iyi bir Hristiyan" kavramı da belki
bu düşüncede hâlâ yürürlüktedir. Çalışmak kutsal bir
şey olduğundan, çalışan insan o kutsallıkla
mükâfatını zaten alıyor. Oysa, çalışmayan insan
cezalandırılmış oluyor, böylece zaten
cezalandırılmış olan bir işçinin bir de düşük
ücretle ikinci sefer cezalandırılması doğru
değildir. Kutsallıkla açıklanmaya çalışılan bu
yaklaşımda, adaleti sağlama endişesinin de
bulunduğunu düşünüyorum.
Arkadaşlar, burada bir şeyi dikkatinize sunmak
istiyorum. Kilise geleneğine sahip bu iktisatçılar,
Osmanlı'daki ulemâ sınıfına benzer biçimde, din ve
kutsallık görüntüsü altında dönemin varolan
sistemini ve sınıfsal ilişkisini korumaktadırlar.
Dikkat edersek, kilise geleneğine sahip bu
iktisatçılar iki önemli şey yapmıştır. Bunlardan
birincisi, bu iktisatçılar oluşan sistemi dinle
meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Meselâ, Clark
Marksizmi açıkça reddediyor ve Marks'm açıkça
Allah'ın kurallarına
karşı geldiğini söylüyor. Çünkü, Marks'da "iradi
olarak değiştirmek var" diyor. Çok büyük bir
olasılıkla İslâmi yaklaşım da bu konuda benzer bir
tavır takınıyor olabilir. Ancak açıktır ki, böylesi
teslimiyetçi görüş, aklı geri plâna itmektedir. Bu
tür görüşler, akılcılıkla, "Allah mülkün sahibidir"
hükmünü birleştirerek, akılcılıkla sistemi savunmaya
yeltenmemektedir. "Mülk" sözcüğü ile, açıktır ki,
maddi mal varlıkları değil, bütün kurallar,
kaideler, sosyal yapılar, hükümler, kanaatler, vs
anlaşılmaktadır. Bu görüşe göre, "mülk", yani tüm
kâinat yanında, tüm kurallar ve usûller de Allah'ın
eseridir ve bu düzenin değiştirilmesi doğru
değildir. Zira Allah, üstün iradedir, oysa bireyler
ise, bu üstün iradenin parçacıklarıdır. Bu mantık
çerçevesinde, düzeni değiştirmeye kalkmadan, onu
ıslâh etmeye çalışmak gerekir. Düzeni değiştirmeye
kalkmak üstün iradeye karşı gelmek anlamına geldiği
halde, düzeni ıslâh etmek düzene ve onu oluşturan
iradeye hizmet etmek anlamına gelir.
Clark'ın fikirleri çerçevesinde çalışma ve değer
yaratma da kutsanmaktadır. Bu açıdan Clark Antik
Yunan felsefesinden ayrılır. Zira, Antik Yunan
felsefesinde çalışma kutsal sayılmamaktadır. Oysa
Clark'da çalışma kutsanmaya başlanıyor. Bu açıdan
Clark, daha çok Kalvinist ve Prüten görüşlere
yaklaşmaktadır. Bu tür görüşler genel olarak
Weberyan görüşler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
görüşe göre, insanlar çalışmalı, iyi olmalıdır.
Bizim, Allah rahmet eylesin, Sabri Ülgener Hocamız,
Weberyan görüşlere çok değer verirdi. Ona göre,
bireylerin birer iyi insan olması gerekir. Hocanın
kendisi de öyleydi gerçekten, farklı bir hocamızdı.
Sabri Ülgener Hoca bize "Milli Gelir ve İstihdam"
derslerine gelirdi. Kendisinden çok yararlandım,
ancak ben bu görüşlerin geçerli olduğu kanaatini
taşımıyorum. Zira bireyin, sistemden çok farklı bir
şekilde ve oldukça güçlü biçimde etkilendiğini
düşünüyorum.
İkinci iktisatçımız ise, 1844'lerden 1920'lere kadar
yaşamış olan Philip Henry Wicksteed'dir. Wicksteed o
kadar kutsal bir yerden geliyor ki, ailesi ona,
eski bir Püriten ulu kişinin adı olan Philip Henry
adını veriyor. Wicksteed de piyasaların taraflı
olduğuna (yâni, ulu bir ruha sahip olduğuna) ve
moral etik taşıdığına inanıyor. Aynı mantık burada
da geçerli. Yani, Allah nasıl kâinatı yaratmış,
onunla beraber dağları, taşları yaratmış ise, aynı
şekilde sosyal düzeni de yaratmıştır. O esnada
Allah piyasaları da yaratmıştır, dolayısıyla
piyasalar moral olarak geçerlidir. Ancak, aynı
yaklaşımı burada da görüyoruz. Wicksteed'e göre,
piyasanın işleyişinde aktörlerin (aynen bu ifadeyi
kullanıyor) değer yargıları ve kriterleri önemlidir.
Piyasaların işleyişinin Allah'ın istediği, onun
yarattığı şekle dönüştürebilmek için, aktörlerin
rolleri, moral değer yargıları fevkalade önemlidir.
Görülüyor ki, burada da aynı mantık geçerlidir;
sistemin iyi işleyebilmesi için, iyi ve samimi
dindar olmak, ahlâklı Hristiyan olmak gereklidir.
Üçüncü iktisatçımız da, yine kilise geleneğinden
gelen Frank Knight'dır. Bu iktisatçının
düşüncelerinde yavaş yavaş dinsel gelenekçiliğin
zayıfladığını görüyoruz. Knight'a göre
ilişkilerimiz, biri "şahsî ilişkiler", diğeri ise
"sosyal ilişkiler" olmak üzere iki türlüdür. Şahsî
ilişkilerde niyet önemlidir, sosyal ilişkilerde ise
eylem
önemlidir. Niyet konusunda yine "iyi
Hristiyan, iyi dindar" kavramı devreye giriyor, yani
niyetiniz nedir? Bu yaklaşım bütün dindarlarda
vardır, İslâm felsefesinde de vardır. Fakat, sosyal
ilişkilere baktığımızda orada eylemler ve
aksiyonlar, yani davranışlar çok önemlidir. Devlet
yönetimi, hükümet icraatı, genel yönetim ve
toplumsal ilişkiler gibi faaliyetler bu alana
giriyor. Dolayısıyla, sosyal ilişkilerde "müzakere"
veya "istişare" kavramı önemli olmaktadır. İstişare
kavramı, konuların ve meselelerin konuşulmasını,
müzakere edilmesini ifade eder. Çünkü, ancak
konuşularak karşı taraf algılanır, sizin
çıkarlarınız ortaya koyulur. Müzakere ortamında bir
tür fikir piyasası oluşturularak, fikir
karşılaştırılması gerçekleştirilir. Ancak, fikir
karşılaştırılması yapılırken güç ilişkilerinin
nasıl bertaraf edileceği açık değildir. Oysa Knight
güç ilişkisinden de bahseder.
Knight'ın yazılarını okurken şöyle bir yoruma gitmek olası
olabiliyor. Bireyler arasındaki ilişkide "sevgi" (love)
duygusunun önemli olduğu ortaya çıkıyor. Bu
bağlamda yine iyi Hristiyan olma konusu devreye
giriyor. İyi Hristiyan bir birey, karşısındakini
severse, ona sevgi ile yaklaşırsa, onun üzerinde bir
güç ilişkisi kurmaya çalışmaz.
Bugüne geldiğimizde, arkadaşlar, artık eski
dönemlerdeki gibi dinsel yaklaşımlar iktisat
kitaplarında yer almıyor. Hatta, günümüzün iktisat
kitaplarında ahlâk, din vb gibi konular yer alsa,
bize biraz komik gelmez mi? Örneğin, herhangi bir
çağdaş iktisatçının standart bir makro veya mikro
kitabını okurken ahlâk, din ya da etik gibi
konulara rastlamak olası değildir. Bırakın dini bir
tarafa, "ahlâk" veya "etik" sözcüğü geçse bize
ilginç gelmez mi! İktisat okunurken, ilk derste
hepimize iktisat biliminin ahlâk konusu ile ilgili
olmadığı öğretilmiştir. Ancak günümüz iktisatçıları
arasında da Amartya Sen gibi etik konularıyla
uğraşanlar bulunmaktadır. Amartya Sen'in "Ethics in
Economics" ya da "iktisatta etik" başlıklı bir eseri
de bulunmaktadır. Bu konuların dinsel yaklaşımlarla
ya da Weberyan düşüncelerle yakın ilgisi
bulunmaktadır. Sabri Ülgener'in bu konularda
çeşitli eserleri bulunmaktadır. Örneğin, "İktisadî
İnhitat Tarihimiz, Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri" çok
değerli bir eserdir. Değerli meslektaşımız Prof. Dr.
Ahmet Güner Sayar "Sabri Ülgener" adlı değerli bir
eser yayınladı. Bu eserin içinde tüm bu bilgiler
bulunmaktadır. İyi insan, ahlâklı insan olunması
gerektiği görüşler burada yer almaktadır. Ancak, tüm
bu görüşlere rağmen, birey-toplum ilişkisi üzerinde
ciddî olarak düşünülmesi gereken bir konudur. Zira,
toplumun birey üzerindeki etkisi çok derindir.
Toplumun kurallarına göre davranmak zorunda kalan
birey zamanla bu kuralları meşrulaştırıyor ve
içselleştiriyor. Şöyle basit bir örnek verebiliriz.
Diyelim ki, bir birey ticari bir işle uğraşıyor,
yani ekonomik bir faaliyetle uğraşıyor. Bu alanda da
herkes şu veya bu sebepten vergi kaçırıyor. Ele
aldığımız birey vergi kaçakçılığı yapmaz ise
batacak. O zaman birey nasıl davranacaktır? Bu
durumda birey vergi kaçakçılığı yapmasın mı, yoksa
vergi kaçırarak, hatta vergi kaçakçılığını
meşrulaştırarak işine devam mı etsin? Sosyolojik
sistemler de doğal sistemler gibi midir?
Sistemler her an Allah'ın denetim ve gözetiminde mi
oluşturuluyor, yoksa bir kez oluşturulduktan sonra
kendi kuralı çerçevesinde mi deviniyor, konusunda
dindarların ve ateistlerin görüşleri farklıdır.
Yeni iktisada döndüğümüzde, artık bugünkü iktisatta
yahut da sosyolojide lâik bir görüş açısının geçerli
olduğunu görmekteyiz. Gerçekte farklı alanlarda
farklı sistemler çalışmaktadır; doğa başka türlü
çalışıyor, fizik başka türlü çalışıyor, o da kendi
içinde değişiyor, deviniyor. Sosyal olaylar ise
başka türlü deviniyor, insanlar kendi
davranışlarıyla birlikte bir sosyolojik doku
oluşturuyorlar. Sistemlerin veya düzenlerin Allah'ın
mıdır, kulun mudur, yahut yeryüzünün müdür,
tartışmaları anlamlı değildir.
Müsaadenizle son sözüm de şu olsun; hangi sistem
içinde olursa olsun, bizim de aklımız olduğuna göre,
kendimiz ve toplum için ileriye yönelik plân ve
programlar yapabiliriz ve onu uygulayabiliriz. Hatta
akıl ve irade sahibi varlıklar olarak, söz konusu
davranış biçimleri geliştirme konusunda
sorumluluğumuzun olduğunu kabul etmeliyiz. Şöyle bir
örnek üzerinden yürüyelim. Kadın erkek ilişkisi bir
doğa ilişkisidir. Ancak kadın erkek ilişkisinin bir
doğa ilişkisi olması, durmadan çocuk doğurmamıza
neden oluşturamaz. Bu doğa ilişkisini nasıl
denetleyebiliyorsak, hatta denetlememiz
gerekiyorsa, aynı şekilde, sosyal ve ekonomik
sistemleri de denetleyebilmen, aklımıza göre
şekillendirmeliyiz. Modern dünyada artık depremi,
hatta mevsimleri denetlemeye kalktığımıza göre,
ekonomik ve sosyal sistemleri de denetleme yoluna
girmemiz gerekir. Zaten bilimsel çabaların amacı da,
olguların oluşum ve hareket kurallarını saptayarak,
ileriye ait tahmin ve öngörüde bulunmak, istenmeyen
ya da sakıncalı oluşumları olabildiğince engellemek
veya oluşum kurallarını değiştirmektir. İktisat ve
sosyal alanda bu tür radikal bakış açılarına yer
verilmemesinin nedeni, hakim güçler tarafından
oluşturulmuş olan düzenin, çıkar grupları aleyhine
bozulmasını engellemektir. Dinsel görüşleri çıkar
gruplarının menfaatlerini koruma perdesi olarak
kullanmak sahteciliktir. Lâik sistemde de dinsel
sistemde de insan aklının kullanılması kaçınılmaz
bir zarurettir. Hatta dinsel sistemlerde insan
aklının kullanılması dinsel görevler arasında
sayılmalıdır. Zira birey, bütünsel iradenin bir
parçası olarak, onun meziyetlerinden nasiplenmiş
demektir. Akıl ve irade, eğer bütünsel irade
tarafından insanlara verilmiş ise, onun insanlık
lehine kullanılması vazgeçilemez bir dinsel
görevdir. Öte yandan, aklî bilimler doğrultusunda
davranan lâik bireyler ortamında ise, akıl tek yol
göstericidir. Görülüyor ki, her iki açılım da akla
ve düşünceye yer vermektedir. Ne var ki, birey
aklini ve iradesini kullanırken, bencilce daima
kendi yönünde ve başkalarına maliyet yıkıcı biçimde
davranmamalıdır.
Tarih boyunca dinsel görüşler tarafsız olarak ve bir
ibadet kuralı olarak algılan-mamıştır. Dinler uğruna
yapıldığı söylenen savaşların altında ekonomik
çıkarlar yatmaktadır. Sistem içinde hakim sınıflar
dini de hakimiyetleri altına alarak, toplumu
etkilemede güçlü bir ideolojik alet olarak
kullanmışlardır. Maalesef, günümüzde de bu çarpıtma
sürmektedir.
Prof. Dr. İzzettin Önder
|