Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Klasik Sistemlerin Sonu 

Erol Yarar 

The Economist'in yayımladığı 98 yılı ra­porundaki bazı göstergeler, bize dünya top­lumları hakkında önemli saydığım ipuçları ve­riyordu. Rapor, bir yerinde Avrupa, ABD ve Ja­ponya'ya ait bir dizi göstergeyi karşılaştırmak­taydı. Japonya'nın ABD ve AB düzeyinde bir devlet statüsünde tek başına karşılaştırılması ayrıca dikkate değer bir durumdu. 

Bütçe içindeki kamu harcamaları oranı AB'de yüzde 40 iken, bu oran ABD'de yüzde 20, Japonya'da yüzde 16 düzeyindeydi, işsizlik oranı toplam işgücüne göre AB'de yüzde 10.8, ABD'de yüzde 5.2, Japonya'da yüzde 34 idi. Bir de kişisel bilgisayar kullanımı oranlarına bakalım: AB'de her yüz kişiden 15'i bir bilgisa­yara sahipken bu oran Japonya'da 21, ABD'de ise 37 kişiyi buluyor. 

Bu ve benzeri göstergelerden yola çıka­rak Batı toplumlarını kendi aralarında karşılaş­tırmak mümkün. Fakat biz burada onlara ba­karak diğer toplumların değerlendirmesini yapmak niyetindeyiz. 

Avrupa Sistemi 

Avaıpa'da kamu harcamalarının bütçe­nin neredeyse yarısını bulması bize Avrupa sis­temi hakkında yeterince fikir veriyor. Fakat burada elbette bir toplam değerden söz edili­yor. Yoksa Avrupa içinde kültürel ve sosyal açıdan tarihten gelen farklar söz konusudur. Fransızların bireyci ve çatışmacı, Almanların disiplin ve organizasyoncu, ingilizlerin realist ve faydacı, irlandalıların daha direnişçi ve ro­mantik olduğu söylenir, italya ve hele Yuna­nistan'a gidenler, bu toplumların soğukkanlı kuzeylilere göre bize daha çok benzediğini he­men fark ederler. Bu örnekler çoğaltılabilir. Fa­kat Avrupa'nın yakın tarih içinde yoğrulmuş olduğu ortak bir siyasi ve kültürel hamur var­dır. Yakın tarih içinde bu toplumlar farklı zamanlar ve biçimlerde de olsa benzer serüven­leri yaşamıştır. Mesela Fransız ihtilalinde bir odaklanma söz konusudur. İhtilal aslında bü­tün kıtada beklenen bir değişimin, Fransız usu­lü patlak verişidir. Klasik imparatorluk sistemi, yerini toplumsal uzlaşmaya dayanan yeni bir sisteme bırakmak üzeredir. İmparatorlar düşe­cek, saray meclisleri yerini daha geniş bir tem­sile dayanan parlamentoya bırakacak, kral ve soylular dahil herkesi bağlayacak bir anayasa hazırlanacaktır. Kıtanın çeşitli ülkelerinde bu, çeşitli biçimlerde gerçekleşti.

Fakat büyük topraklara sahip devlet an­lamına gelen imparatorluk, büyük ölçüde kral veya imparator otoritesine dayandığından, temsilcilik ve anayasa eğilimi, ister istemez farklı kültürlerin ve ulusların farklı taleplerini açığa çıkardı. Milliyetçilik akımı bütün Avru­pa'yı sardı. Almanya ve İtalya gibi milli devlet­ler bu ortamda meydana geldi. Macaristan, Os­manlı Devleti bu ortamda parçalandı. 

19- yüzyılda  Avrupa'da milli devlet ve parlamenter düzen yerleşme süreci yaşamıştı.  20. yüzyıl ise otoriter ve devletçi sistemlerin ağır bastığı yıllarla başladı. Adeta imparatorla­rın bıraktığı boşluğu devlet otoritesi doldur­mak istiyordu. Vatandaş açısından değişen bir şey yoktu. Rusya, Almanya, italya, doktriner, merkezi ve hakim devlet anlayışlarının uygula­ma merkezi oldu. Fakat tıpkı ortak ideallerin Fransız ihtilalinde patlak vermesi gibi, bu  tek partili otoriter ülkeler Avrupa'da genelde ha­kim olan bir sistem eğiliminin üst düzeydeki uygulama merkeziydi. Bu anlayışta ailenin ve bireysel sorumlulukların yerini devlet alıyor, devlet vatandaşı eğitiyor, yetiştiriyor, sosyal yardım yapıyor, ona belirlenmiş oranlarda re­fah sağlıyordu. Bireysel yetenekler ve haklar ancak devlet sistemi içinde bir anlam kazanı­yordu. Almanya'da faşizm, Rusya'da sosyalizm yükselirken, Avrupa'nın en demokratik ülkesi İngiltere'de işçi partisi iktidarları yaşanıyordu. Bu iktidarlar sosyal hayatın büyük bir bölümü-nü kamu hizmetleri kapsamına alıyor, büyük ingiltere şehirlerinde yoğun bir Belediye hiz- metleri kampanyası yaşanıyordu. Stratejik adı verilen sosyal servisler tamamen devlet kont­rolüne almıyor ve devlet iş adamı hüviyetini sürekli geliştiriyordu. Oysa başta İngiltere ol­mak üzere batı Avrupa ülkelerinin sömürgeci­lik deneyimlerinden kalan özel teşebbüs gele­neği vardı. 

İşte Avrupa'daki genel eğilim bu dö­nemde devletleri sürekli daha büyüyen bir yü­kün altına sürükledi. Sosyal devletin temelleri iyice sabitleşti. Oysa ABD'de doğu ve Batı'yı birleştiren demiryolları, daha 18. Yüzyılda ta­mamen özel şirketler tarafından yaptırılmıştı. 

Uluslararası Sistem 

ikinci dünya savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler siyasi olmaktan çok teknolojik an­lamda önem taşıyordu. Artık büyük işçi kitlele­rinin bir arada çalıştığı dev ağır sanayi işletme­leri, yerini sorumlulukların paylaşıldığı küçük birimlere bırakmaya başladı. Ağır sanayiin tek­noloji üretimindeki payı giderek azalmaya ye­rini elektronik ve bilgisayardaki gelişmelere bırakmaya başladı. Sanayi devrimi, toprak mülkiyetinin önemini ortadan kaldırmıştı. Yeni ortaya çıkan bu dönemde ise teknolojik üretim de eski önemini kaybediyor, bilgi ve enfor­masyon toplumu doğuyordu. Şirketlerde de milli hakimiyetten çok çokuluslu birlikler öne çıkıyordu. Artık dev şirketlerin vatanı yok gi­biydi.

Bilgisayar ağıyla dünya giderek küçülü­yor, uluslararası platformlar, giderek eski milli devletlerin bazı yükümlülüklerini devralıyor­du. Klasik dönemde "içişlerine karışmak" ola­rak algılanan pek çok siyasi karar artık Avru­pa'nın bazı merkezlerinde alınabiliyor, insan Hakları Mahkemesi, kendi devletlerinden şika­yetçi olan vatandaşlardan gelen başvuru dilek-çeleriyle dolu. Bunlar karara bağlanıyor ve devletler kendi vatandaşlarına tazminat öde­meye mahkum oluyor. 

Avrupa'da 18. Yüzyıldan beri sözü edi­len birlik gerçekleşme yolunda. 1998, para bir­liğine geçilen yıl olacak. Avrupa'nın içinde bulunduğu önemli bir dalga, özelleştirme. Dev­letler geçen yüzyıldan beri yüklendiği görevle­ri özel şirketlere devretme sürecinde. Fakat yi­ne de geleneklerin odaklaştığı Avnıpa, ABD ve Japonya'nın çok gerisinde. 

Batı'da yayımlanan ekonomik dergiler­de sürekli birtakım kuruluşların satışıyla ilgili ilanlar görmek mümkün. Toplumsal dinamik­leri daha gelişmiş olanlar erken davranırken, daha kemikleşmiş toplumlarda devletin yü­kümlülüklerini devretmesi daha zor oluyor. 

Bu sadece ekonomik yükümlülüklerin devredilmesi süreci değil. Sosyal güçleri birbi­rinden bağımsız olarak düşünemezsiniz. Tele­fonu özel şirkete devredebilen bir devlet, top­lumuna güvenmektedir. Bu nedenle, şirketler­le birlikte sivil toplum örgütleri devletin so­rumluluklarına ortak veya yönlendirici bir ko­numa yükselmektedir. Devlet, toplumdan ver­gi toplayarak geçinen dev ve hantal bir meka­nizma olmaktan çıkma yolundadır. 

Avrupa'daki genel trend bu yöndedir. Adeta devletle toplumun aynileşmesi söz ko­nusudur. 

Negatif Faktörler 

Uluslararası örgütlerin güçlenmesinin yanında bölgesel ekonomik ve siyasi birlikler de kendini gösteriyor. Bunlar o bölgelerdeki ortak kültürel değerlerin de ifadesi olduğun­dan tarihten miras kalan hakimiyet kültürü devreye girebilir. Bugün Avrupa birliğinden söz ederken, 19. Yüzyılda da bir kutsal ittifak düşüncesinin varolduğunu unutmamak gere­kir. Bu çerçevede Avrupa Birliğinin bir Hıristi­yan Kulübü olup olmadığı tartışılıyor. 

Aslında bu bir ölçüde normal de karşıla­nabilir. Fakat aynı birlik uğruna başka ülkele­rin ulusal çıkarlarıyla oynama hakkını kendile­rinde görebiliyorlar. Mesela serbest pazardan çokça söz edilen günümüzde Batılı güçler ge­leneksel siyasi otoritelerini Japonya veya diğer Doğu Asya ekonomilerine karşı avantaj olarak kullanma eğilimi gösteriyorlar. Bu da serbest Pazar şartlarını baltalıyor. 

Olaya islam dünyası açısından bakar­sak, Batılı ülkelerin nüfuz bölgesi olarak görü­len İslam ülkelerinin uluslararası pazarlardan serbest rekabet şartları içinde mal ve hizmet al­ması mümkün olmayabiliyor. Hükümetler ara­cılığıyla çeşitli siyasi ve ekonomik baskılar söz konusu olabiliyor. 

Uluslararası örgütlenme sürecini ta­mamlamamış durumda olan islam ülkeleri kendi aralarındaki ekonomik işbirliği ortamını da aynı nedenlerle kuramamaktadır. Bunun tek nedeni Batı ülkelerinin baskısı değildir. Bu ülkelerdeki sivil toplum güçleri ve parlamento sistemi fonksiyonel olmadığından, halen ka­rarlar devlet düzeyinde verilmekte, bu da ço­ğunlukla toplumun eğilimlerine uygun olma­maktadır. Bu ülkelerdeki özel şirketler de he­nüz uluslararası pazarlarda serbest bir hareket ortamı bulabilmiş değildir. Çünkü buna sahip olacak ekonomik ve siyasi güce ulaşabilmiş değildir. 

Devletler düzeyinde düşünürsek, is­lam dünyasında oluşturulan birlikler (islam Konferansı Teşkilatı gibi) yerleşik örgütler ne­deniyle pek hareket imkanı bulamamakta ve çoğunlukla uygulanamayan kararlar alabil­mektedir. İslam toplumlarının Avrupa, Ameri­ka ve Doğu Asya'da (ASEAN) olduğu gibi fonksiyonel birlikler kurabilmesi için daha ön­ce birtakım faktörlerin devreye girebilmesi ge­rekmektedir. 

Siyasi otoriteleri dikkate almazsak, ço­kuluslu dev şirketlerin de aynı ölçüde etki ala­nı oluşturduklarını görüyoruz. Birçok batılı dev şirketin cirosu, dünyanın çoğu devletinin bütçesinden çok daha fazla. Bu güçlerini siya­si baskıya dönüştürme imkanına her zaman sa­hip bulunuyorlar. Serbest piyasa, adil ölçülerle rekabet yapılan bir piyasa değil. 

Farkların Farkı 

Batı  toplumlarında yüzyılların içinde, bütün bireysel ve toplumsal dinamikleri sonuna kadar ortaya çıkaran, onlardan yararlanan şirketler, sivil örgütler, siyasi partiler ve niha­yet parlementolar ortaya çıkmıştır. Bu açıdan Batı toplumlarının kendi içlerinde bile önemli performans farkları mevcuttur. Avrupa ile ABD arasındaki farklar bize bu toplumlar arasındaki farklar hakkında ipuçlan vermektedir. ABD başından beri sivil güçlerin devleti olmuştur, insan Hakları Evrensel Beyannamesi ilk olarak orada yayımlandı. Sonra Fransa onu bir ölçüde Avuppa'ya taşıdı. ABD'de başından beri birey­lerin, şirketlerin, sivil örgütlerin potansiyelini en üst düzeye çıkaran, buyurgan devleti arka plana iten ama düzenleyici ve hakem pozisyo­nundaki devleti öne çıkaran bir siyasi kültür vardı. Bu sistemde her şirket adeta ayrı bir dev­letti. 

ABD'nin önemli bir avantajı Batı top­lumlarının bir kompozisyonu durumunda ol­masıydı. Bu ona farklı kültür ve inançlara say­gı duyma, vicdan özgürlüğü- sağlama yeteneği kazandırdı. Bunları bütün uluslar için ideal olarak düşünmek de yanlıştır. Burada önemli olan belli bir ulusun kendi geleceğini ellerinde bulundurması halidir.

ABD'de kişisel bilgisayara sahip olma oranı Avrupa'ya göre çok yüksek. İki katından fazla. Bu insanların kişisel olarak belli bilgilere ulaşabilme imkanı anlamına geliyor. Avrupa bu konuda daha fazla aracı kullanıyor olmalı ki daha az bilgisayar devrede. Kamu harcama­larında ise Avrupa'nın büyük bir "üstünlüğü" var. Buna üstünlük denirse. Demek ki gele­neksel Avrupa sistemi, devlete daha fazla gü­venmiş, işleri ona havale etmiş, bizzat hizmet sektörleri oluşturmamış. 

Devletin ortalarda görünmediği Avrupa'da durum böyleyse, İslam ülkelerinde ve Türkiye'de durum nasıldır? Türkiye'yi de Avru­pa'ya göre karşılaştırmak lazım. Bizdeki gös­tergelere baktığımızda kişisel bilgisayar kulla­nımı asgariye iniyor, kamu harcamaları azami­ye çıkıyor. Bunun bir tek anlamı vardır: sivil inisiyatif ortadan kayboluyor. Bunu söylerken, elbette daha birçok sosyal göstergeyi dikkate alıyoruz. 

Şu halde burada üç basamaktan söz ediyoruz: Amerika-Avrupa ve Türkiye. 

Türkiye toplum örgütlenmesi yeteneği bakımından, daha tutucu olduğu söylenen Do­ğu Asya ülkelerinin birçoğundan geride kaldı. Japonya'yı saymayalım. Mesela Kore yakın za­mana kadar Türkiye'nin çok gerilerinde iken bugün daha dinamik, üretici ve sivil bir toplum hüviyeti gösteriyor. Malezya ise sağlam, rasyo­nel bir toplum düzenini çoktan kurmuş durumda. The Economist gibi dergiler "büyük düşüncelerin sonu"ndan söz ederken yönünü Batıya çevirmiş bir devlet geleneği bizde hala resmi idealler empoze etmeye çalışıyor. Dö­külmekte olan bir ekonomik yapıda henüz hiçbir olumlu sonucu alınmamış bir eğitim re­formuyla resmen övünülüyorsa, bunun başka bir açıklaması yoktur. Oysa devletin başardığı reformların çağı çoktan geçmiş durumda. Bu­gün sözü edilecek tek başarı, eğitimin sivil ini­siyatiflere ne ölçüde terkedilebildiği olabilirdi. Ama bizde tartışmalar yazık ki henüz o düzey­de seyretmiyor. 

Tanımların Yer Değişmesi 

Buradan geleneksel Batı terminolojisi­nin ana konularından ilerletici ve durdurucu faktörlere gelmiş oluyoruz. Geleneksel kültür içinde bunlara ilerici diye iki isim bulup işin kolayına kaçmışız. Elimizde 19. Yüzyıl Fransız kültür ölçüleri içinde oluşmuş olan klasik mo-dernist ve aydınlanmacı kültüre "ileri" gözüyle bakan statik ve resmi bir kültür var. Bunun öl­çüleri çağdaş dünyanın ölçüleriyle hiç örtüşmüyor. Bilgi toplumu, ileri teknoloji, toplum­sal refah düzeyi, bireysel özgürlükler, insan haklan bu pozitivist kültürde pek fazla önem arzetmiyor. Yani ABD ile Avrupa arasında or­taya çıkan farkın çok ileri düzeyinde devletçi ve tekçi bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Sovyet sisteminin düşüş yıllarında bu yaklaşım hızını kaybetti. Bu sayede Türkiye bir bakıma soluk aldı, toplumsal güç potansiyellerinin farkına vardı, büyük sosyal ve ekonomik gelişmelerini eşiğine geldi. 

Batıda olduğu gibi bu ekonomik patla­ma eğilimi, aynı zamanda özel teşebbüs ruhu­nun kendini özgür hissetmesine bağlıydı. Yok­sa sosyal özgürlükleri bulunmayan girişimcile­rin, ekonomik atılımlar yapabilmesi beklene­mezdi. O şirketini geleceğe taşırken, gerekli bilgi ve yetişmiş eleman ihtiyacım karşılamak isteyecekti. Bu da eğitimin fonksiyonelleşmesi demekti. Artık birtakım fildişi kulelerde karar verilmiş konularda, ne işe yarayacağı belirsiz araştırmalar yapılamayacaktı. Bu henüz tekno­loji üretme düzeyine erişmiş değildi. Ama çağ­daş bilgi toplumunu kurmak da güçlü ve sivil inisiyatif gücüne sahip nitelikli elemanlara ihti­yaç gösteriyordu. Gerçekten, Anadolu sathın­da, kendi ayakları üzerinde durabilecekleri mesajını alan müteşebbisler, kendi yan sistem­lerini kurmaya başladılar. Bugün büyük şehir­lerde salgın halinde olan yöneticilik kursları ve yayınlarının anlamı budur. Muhasebe, finans­man, yabancı dil, sekreterlik, yöneticilik gibi alanlarda mantar gibi kurslar bitmiştir. Bu alan­da bir yayın patlaması söz konusudur. Resmi okullardan iş açısından yetişmemiş olarak me­zun olan adaylar, ancak bu kursları alarak is­tihdam edilebilmektedir. Çünkü günümüz iş dünyası bunu gerektirmektedir. 

Sivil dünyada bunlar olurken gelenek­sel devlet bürokrasisi ve kamu sektörü ağırlığı­nı hissettirmeye devam etmektedir. Yerini bı­rakmak şöyle dursun, eski günlerine dönüş yapma gayrederi içindedir. Özelleştirme çalış­maları birçok Doğu Avrupa ülkesinin çok geri­sinde kalmıştır. Keza demokratikleşme açısın­dan da özellikle şu günlerde Türkiye nal topla­ma pozisyonundadır. Bunu biz değil Batı med­yasında çıkan yorumlar söylüyor. Birileri hala vatan kurtarma uğruna çok arzuladıkları Batı dünyasının gözünden düşmeyi göze alabiliyor. Asıl vahimi, bir zümrenin böyle şeyleri göze al­ması, yazık ki bütün Türkiye'yi ilgilendiriyor. Cumhuriyetin başlarında geleneksel güçleri halk temsil ediyordu. Ve devlet reformun ön­cüsüydü. Aradan 70 yıl geçti. Dünyada sistem­ler çok değişti. Ama bizde devlet hala refor­mun öncülüğünü yapma peşinde. Oysa Türki­ye'de reform yapılacaksa, bu ancak devletin inisiyatifi sivil örgütlere bırakmasıyla gerçekle­şebilir. Çünkü bu ülkede bir bir buçuk asırdır görülmeyen şey budur. 

Şu anda Türkiye'nin çağdaş iktisadi ve siyasi örgütlenme açısından tutucu güçleri res­mi kültür oluşturuyor. Halk ise gerçek ilerici güçler rolünde. Ekonomik birlikler oluşturu­yor, idealist değil pratik çözümler peşinde ko­şuyor, kendi okulunu yapıyor, çocuklarının eğitiminde söz sahibi olmak istiyor. Ülkesinde ve dışarıda meydana gelen siyasi olaylara kat­kıda bulunmak istiyor, protesto etmek istiyor, sesinin duyurulmasını istiyor. Bu eğilimlerden ancak totaliter sistemler ürker. 

Geleneksel resmi kültür hala cumhuri­yet, demokrasi, laiklik gibi kavramlara sarıl­mak istiyor. Ama bu kavramların içi çoktan bo­şalmış durumda. Cumhuriyet derken, cumhu­ru, laiklik derken laikliği tasfiye etmeyi kaste­diyorlar. Çünkü bütün devletçi sistemler ide­olojik olmak sorundadır. Devletin "toplayıcı" olduğu söylenen değişmez bir felsefesi olacak­tır. Ve bu halkın her türlü temayülünün üstün­dedir. Halkın içinde ortaya çıkan siyasal talep­ler de normal, aşırı, kuşkulu, illegal gibi grup­lara ayrılmaktadır. Ve devlete yakınlığı bilinen sivil kesim, her zaman devlet desteğinin avan­tajım yaşamaktadır. Devlet tarafsız hakem du­rumunda değildir. 

Ülkemizde tanımlann yer değiştirdiğini ifade etmek istiyoruz.  Bizdeki muhafazakar güçler, dine yakın olan güçler değil. Aksine di­ne ve toplum değerlerine bağlı olanlar, dina­mik gücü temsil ediyor. Daha laik ve demokra­tik davranıyor. Siyasetten bir soğuma söz konusu. Ama siyasi katılım yollan ne ölçüde tıka-lı olursa olsun bir yolunu bulup duvarları yıkmak istiyor. Duvarların bekçileri ise eski Doğu Avrupa sistemini koruma peşinde olanlar. Vatandasın halkına kuşkuyla baktığı eski Doğu Avnıpa sistemlerinin. 

Son Söz 

Bize öyle geliyor ki Türkiye'nin gelece­ği bu iki taraf arasında yapacağı tercihe bağlı­dır. Bu tercihin ne tek başına muhafazakar resmi kültüre, ne de dinamik sivil güçlere bağlı olmadığı, uluslararası konjonktürün bu tercih­te belirleyici bir rol oynayacağı bir gerçektir. Üç taraftan hangisinin ağırlığı baskın çıkarsa geleceğin Türkiye tablosunu o çizecektir. Her durumda, klasik sistem savunucuları dünyada­ki değişmeler karşısında geleneksel yerlerini muhafaza edemeyecektir. 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005