Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Kriz ve Bütçe Açıkları

Giriş

Kriz dengesizlik demektir. Dengesizlik, kamu bütçesinin gelirleriyle giderlerini karşılayamaması ve alternatif araçlara yönelerek bütçe açığını kapatmaya çalışması demektir. Bu da, maliyet demektir. Elbette ki bu maliyet piyasaya faiz ve enflasyon olarak yansıyacaktır.

Türkiye’de 1980’li yılların başlarından itibaren dış borç bulmakta zorlanan hükümetlerin iç borçlanma kaynaklarına yönelmesiyle başlayan borç stokundaki büyüme, 2002 yılına gelindiğinde 200 milyar  dolar seviyelerine çıkmış bulunmaktadır. Borçlanmanın bir adım öncesinin dış yardım programları olduğu bilinmektedir. Bu olgu da Türkiye’ye ilk kez giren Marchall yardımlarıyla başlamış ve gerek askeri gerekse ekonomik yardımlar adı altında günümüze kadar gelmiştir. Yardım anlaşmaları temelde birbirleriyle ilintili, tamamlayıcı ve yerel özellikleri değiştirmeye yönelik maddelerden oluşan bir anlaşmalar setidir. Kendi içindeki bütünlüğü, mantıksal temelleri ve borç verenler açısından yararlı işleyişi mükemmeldir. Ülkelerarası borç ilişkilerine uyulacak koşulları borç verenler belirler. Borç alanlar da bu koşullara uymak zorunda kalırlar. Kalkınmak ve sanayileşmek isteyen ülkelerin önüne konulan bu yardım imkanı, daha sonra, hükümetlerin borçlanmaya yönelmesini sağlamış ve kalkınmanın finansmanında cazip bir kaynak olarak kullanılmıştır. Ancak, bu gün olayın gerçek yüzü gün ışığına çıkmış ve ülke ekonomisi giderek daha çok borçlanan ve tabiidir ki daha çok faiz ödeyen bir ülke konumuna getirilmiştir.

                                                                               Neden Bütçe Açığı

Vergi gelirlerini çeşitli nedenlerle tam olarak toplayamayan hükümetler, vergi reformları adı altında yalnızca yeni vergiler koyabilmekte ya da mevcut vergilerin oranlarını yükseltmek durumunda kalabilmektedirler. Yeni vergiler konulurken ya da vergi oranları artırılırken tarihi bir yanılgıya düşülmekte, artan vergi oranı oranında daha çok vergi toplanabileceğini, ya da vergi gelirlerini artırabileceklerini düşünmektedirler. Oysa, gelir seviyesine göre vergi oranlarının zaten yüksek olduğu bir ülkede, vergilere karşı bir tepki varken, hatta asıl vergi vermesi gereken reel kesimden vergi alamayıp ta sadece bordrolu kesime yüklenen bir siyasi yapı içerisinde, vergi gelirlerinin çok artmayacağı, hatta bu durumda devletin vergi kaybına uğrayacağı kaçınılmazdır. Nitekim, yapılan çalışmalar bu sonucu vermiştir. Siyasilerin, kıyaslama yoluyla AB ülkelerinde daha yüksek vergilerin alındığı yolundaki iddiaları bir açıdan bakıldığında doğru olabilir. Ancak, Türkiye’de toplumun gelir seviyesinin yüksek olmadığını ve gelir seviyeleri mukayese edildiğinde, ülkemizde vergi oranlarının çok yüksek olduğu gerçeğini kabul etmek istememektedirler. Bu yanılgının nedenini anlamak mümkün değildir. Türkiye olarak bütün ekonomik, politik ve siyasi dengelerimizi AB ve ABD’ne göre ayarlarken, toplumun gelir seviyelerini de o ülkelerin gelir seviyesi düzeyine çıkarmayı düşünememek bir çelişki değil midir? Bu çelişki de toplumun bordrolu kesimini sıkıntıya sokmaktadır. Reel kesimin elinde, masraflarını yüksek göstermek, iskontolu mal satmak gibi çeşitli vergi kaçırma yöntemleri varken, bordrolu kesimin elinde, vergisi kaynakta kesildiği için, hiçbir vergi kaçırma ya da vergiden kaçınma gibi bir imkan yoktur. Bu da, çalışan bordrolu kesimin enflasyonla mücadele programları ya da istikrar tedbirleri yöntemiyle kısıtlanan gelirleriyle birlikte, tüketimini etkileyerek, reel kesimin üretimini etkiler hale gelen bir mekanizmayı çalıştırmaya başlamıştır. Gelirini artıramayan kesimler mecburen tüketimi kısıtlamak zorunda kalmıştır. Daha az tüketim de bir adım sonra daha az üretime dönüşmeye başlamış, ve üretici kesimini sıkıntıya girmesine neden olmuştur. Ekonominin genel düzeyi böylece daralma, küçülme ve hatta iflaslara kadar giden bir süreci başlatmıştır. Üretimin fazlasının ortaya çıkmasıyla birlikte firmalardan işçi çıkarmalar başlamış, bu da hiç istenmeyen ama siyasilerin hiç de üstünde durmayı düşünmedikleri istihdam sorununu gündeme getirmiştir. Daha az üretim, daha az emek, daha az emek de daha az elemana ihtiyaç, yani daha çok işsizlik demektir. Daha çok işsizlik te daha az vergi kaynağı anlamına gelecektir. Hem üretimin kısıtlanması nedeniyle daha az kar gösteren firmaların daha az vergi vermeleri, hem de işsiz kalan kesimin vergi vermemesi nedeniyle, devlet daha az vergi geliri elde etmek zorunda kalacaktır. Hükümetlerin işsizlikle ilgili hiçbir şey yapmaması da ayrı bir çelişkidir. Sürekli artan işsizlik de artan enflasyonla birlikte düşünüldüğünde, bu günkü ekonominin gerçek hastalığı ortaya çıkmış olmaktadır. Buna ekonomi literatüründü STAGFLASYON denilmektedir. Hastalık teşhis edildiğine göre, hükümetlerin acilen enflasyonla mücadele ederken, işsizlikle de mücadele etmesi zorunluluğunu gündeme getirmiştir. 30 yıldır düşürülemeyen, ya da düşürülmek istenmeyen-çünkü siyasi iktidarlar enflasyonu bir açıdan vergi gibi kullanabilmektedir- enflasyonla mücadele bir noktada hükümetlerin çaresizliğini ifade etmektedir. Bu çaresizlik, sanki kadermiş gibi, öte yandan artan işsizliğe bir çare düşünülmesini de önlemektedir. İşsizliğin ne kadar büyük bir tehlike olduğunun bilincinde değillermiş gibi davranmaya devam eden siyasi iktidarlar, bunun sosyal, ekonomik ve politik boyutları olan çok derin bir gelişme olduğunun farkında değiller mi? Olayın en tehlikeli kısmı ise, sosyal patlamaların yaşanması olasılığının giderek büyümesidir. Aile kurumlarının yozlaşması, ahlaki çöküş, siyasi yozlaşma, ekonomik çöküş ve sonunda ekonomik ve siyasi dengelerinde bozulmalar ve dengesizlik ortamına ekonominin sürüklenmesidir. Siyasi iktidarlar oy peşinde koşmaktan başka amaç gütmeyen ve devletin kaynaklarına hükmetmekten başka amaçları olmayan bir misyonu yüklenmiş gibidirler. Dolayısıyla amaç, ilgileniyormuş gibi görünüp ilgilenmemek, yani yalan, aldatma ve oy avcılığı üzerin kurulmuş bir anlayışla sonuçlanmaktadır. Elbette ki bu pembe tablo gerçeği yansıtmamakta, gerçek bir köşede görünmeyi beklemektedir. Ülke sürekli zaman kaybetmektedir.

Ekonomi, doğrudan siyasete entegre olmuştur. Dış etkiler  hariç, içerdeki kriz kaynaklarının başında da kötü bir ekonomi yönetimi vardır. Kötü yönetim ise, mevcut dengelerin bozulmasından başka bir rol oynamamaktadır. Zaten ülke ekonomisinde dengeler son derece hassas gelişmeler üzerine kurulmuştur. En küçük bir çıkış dengelerin kolayca bozulmasını sağlayabilmektedir. Bu olgu da, kurumlaşamamanın bir sonucu olarak kendini gösterir. Siyasi partiler kişisel birer saltanat haline gelmiştir ve aile şirketi gibi yönetilmektedir. Ülkede uluslar arası kriterlerle değerlendirilebilecek gerçek bir liderin varlığından söz etmekte mümkün değildir. Bu günkü anlamda lider, medyatik bir kavramdan öteye geçmemektedir. Hatta, hükümeti oluşturan partilerden bazıları hem hükümet içinde yer almakta, hem de muhalefetmiş gibi hükümeti provoke etmeye devam etmek gibi bir yöntem uygulayarak, yeni bir çıkış yapıyormuş gibi oy potansiyelini artırma amacına yönelik olarak, polemik yapmaya devam edebilmektedir. Bu durum, sonuç olarak ülke çıkarlarından önce bireysel çıkarların geldiği, sonra da grup çıkarlarının ön plana geçtiği çıkar çatışmasının yaşandığı bir siyaset arenası yaratmaktadır. Sonuç olarak, ülkenin içine düşürüldüğü durum, kişisel çıkarlar uğruna toplumun geleceğini ipotek altına alan bir tutuma dönüşmektedir. Mevcut şartlar altında her türlü sağlık sorununa rağmen bir başbakanın koltuğunu bırakmak istememesi bunun en çarpıcı örneğidir. Olmazsa olmaz mantığıyla bir yere varılamayacağı bilinmelidir. 

Ekonomi, kötü yönetim ve ben bilirim mantığıyla bu hale getirildikten sonra, bakın nereye doğru sürüklenmektedir: Bu gün ülkenin borç stoku 200 milyar dolar civarındadır. İstikrar politikası uygulayarak IMF’nin de yönetmesiyle yatırımlar durdurulmuş, şirket birleşmeleri ve özelleştirme kanalları işletilerek işçi çıkarmaları yoğunlaşmıştır. Enflasyonla mücadele bir tarafa itilmiş, bunun yanında işsizlikle ilgili hiçbir şey yapılamaz hale gelmiş, sadece rakamlarla konuşulan bir ekonomi söylenir olmuştur. Oysa, bilinmektedir ki rakamlar en kolay politika yapma yöntemlerini bünyelerinde taşırlar. Özelleştirme yoluyla ekonomi hızla yabancılaşmaktadır. Her konuda ABD’ni kendine örnek alan Türkiye, ABD’nin kendi içinde yaptıklarından habersizmiş gibi sadece kendisine söyleneni yapar hale gelmiştir. Bu da,  tarım politikaları ile başlayan, özelleştirme ile devam eden bir süreci başlatmış ve ekonomi IMF’nin yönetimine teslim edilmiştir. ABD’nde devletin ekonomideki ağırlığı %35’ler dolaylarındadır.  Tarım sektörüne destek had safhaya çıkmış ve bugün %20’lere varan bir sübvansiyon uygulanır hale getirilmiştir. Türkiye’de ise, gerek tarım ürünleri fiyat politikaları, gerekse sübvansiyonların kaldırılmasıyla tarım sektörü yeni bir çöküntünün içine itilmiştir. ABD’ni kendine örnek alan Türkiye, neden ABD’nin kendi ülke ekonomisine uyguladığı kalkındırıcı politikaları görmezden gelmektedir. Her ülke önce kendi toplumunun refahını ve geleceğini düşünmek doğrultusunda çalışmalar yaparken, Türkiye neden gerçekleri gözardı etmektedir. Bu soruların cevapları bilinmekte, ancak telaffuz edilememektedir.  Bu ülke, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar dış güdüm altına sokulmamıştır. 

Vergilerin oranlarının artırılmasının vergi gelirlerini artırmayacağı görüşü yaygındır. Nitekim, bu uygulama ile bu görüş doğrulanmıştır. Temizel yasalarıyla bankacılık kesimi tarihinde ilk kez enflasyondan arındırılmış  gelirler düzeniyle zarar açıklamışlardır. Bankacılığın bir mali hizmet üretim sektörü olduğu düşünüldüğünde nasıl zara ettiğini anlamak mümkün değildir.

Borçlanma konusu bir başka olaydır. Borç servisi yapamaz hale getirilmiş bir ekonomide, yeni borç bulmakla sevinen bir siyasi ortam yaratılmıştır. Sanki bu borçlar geri ödenmeyecektir. Hem de kısa vadeli ve yüksek faiziyle birlikte, borç alıyoruz diye sevinen bir siyaset bu ülkeyi nereye götürebilecektir. Borç alarak borç ödemek kısırdöngüsünde bir ekonomi ne zaman yatırımlara, üretime, istihdama, kalkınmaya yönelecektir.  Toplumun geleceği ne olacaktır. Güçlü ekonomilerden borç alarak yüksek faizle ne zamana kadar onları beslemeye devam edeceğiz. Bu soruların cevabı henüz yoktur. Siyasiler de çok açıkça, ben mi yaptım diyebilmektedirler. Sanki iktidar olmak şikayet yeriymiş gibi. Başbakan ve bakanlar kendi saltanatlarında rahattırlar. Bu toplum patlamaz diyen bir başbakan gerçek durumuna rağmen yerinden kalkmak istememektedir. Bu toplum, boşanmaların artmasıyla, aile kurumlarının çökmesiyle, intiharların artmasıyla, sokaklarda gasp, soygun vurgun ve rüşvetin hortlamasıyla zaten patlamıştır da çatlamıştır bile. Sağır sultanlar bile duymuşlardır da bizim sultanlar bir türlü duymak istememektedirler.

Yarı mali işlemlerle her yıl ortalama 10-15 milyar doları nereye harcadığı bilinmeyen bir ülkede yılda ortalama 15- 20 milyar doları borç ana para ve faizi ödemek zorunda bırakılan bir ülke, banka batmalarıyla 50 milyar doları birilerinin cebine aktaran bir sistem, bordrolu kesimin dışındaki kurumlardan doğru dürüst vergi toplayamayan bir maliye, çok hassas, hatta temelsiz temeller üzerine oturtulmuş bir borsa, kendini çıkmazda hisseden ve devlete ve siyasete güveni kalmamış bir toplum güvenceyi dolarizasyonda bulmuş gibidir. Şu veriler ne kadar çarpıcıdır. 2002 yılı bütçesi 98 katrilyon lira olarak açıklanmıştır. Bunun ilk etapta 27 katrilyon açık vermesi bekleniyordu. 2001 yılının sonlarında IMF’nin de baskılarıyla alınan kararlarla GSMH 200 milyar dolardan 135 milyar dolara çekilmiştir. Ekonomi sürekli olarak küçülmektedir ama siyaset büyümeden bahsetmektedir. Kriz bitti çığlıkları yanılgısı sürerken, erken seçim çığlıkları dengelerin bir defa daha bozulmasına neden olmuştur. Başbakan hala vurdumduymazlığa devam etmektedir.

                                                   Temel Dengelerdeki Dengesizlikler

2002 yılı bütçesinin ilk dört aylık verilerine göre, giderler 35.4 katrilyon, gelirler 20.2 katrilyondur. İlk dört ayın bütçe açığı 15.2 katrilyondur. Peşinen kabul edilen 27 katrilyonluk yıllık açık limitinin ilk dört ayda %60.1’i aşılmış durumdadır. Oysa, 2001 yılının ilk dört ayında bütçe açığı sadece 333 trilyon TL ile yıllık bütçe açığı hedefinin yalnızca %1’i kadardı. Vergi gelirleri 15.3 katrilyon, faiz giderleri ise vergi gelirlerinin %128’i kadar, yani 19.6 katrilyondur. Görüldüğü gibi, toplanan her 100 liralık vergi gelirine karşılık 28 lira da bütçeden koyarak 128 lira faiz ödemek durumunda kalınmıştır. Yani, vergi gelirleri faiz giderlerini dahi karşılayamayacak durumdadır. 2002 yılının ilk dört aylık verileri bize katı gerçeği yansıtmaktadır. Durum iyi değildir Harcanan her 100 liranın 56 lirası faize, 20 lirası SSK, Bağ-kur ve Emekli sandığına, 12 lirası ise KİT’lere transfer, tarım destekleme, vergi iadesi ve diğer giderlerden oluşmaktadır. Bir başka deyişle, 2002 yılının ilk dört ayındaki bazı giderler ile vergi gelirlerine göre hesap edildiğinde, devlet dakikada 113 milyar lira faiz, 40 milyar lira personal, 21 milyar lira SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığına, 4 milyar lira yatırımlara harcarken, yani toplam 180 milyar lira harcarken, yalnızca 89 milyar lira vergi geliri elde edebilmiştir.

Şüphesiz ki burada devletin olağanüstü israfçı tutumu ön plana çıkmaktadır. Her kesime uyguladığı istikrar (daraltıcı politika) programını, devlet bir türlü kendine uygulayamamaktadır. Ankara saltanatına devam ederken, toplumun büyük kesimi darboğaz içinde kıvranmaktadır. Yatırımların, üretimin, istihdamın adı bile anılmamakta, yalnızca borç servisinin sürdürülebilirliği ile yetinilerek, bununla da övünülmektedir. Sanayi çökmüştür, sağlık, eğitim, istihdam bitirilmiştir. Toplumun %80’ninin 18-25 yaş grubunu oluşturduğu da düşünülürse, bu kadar genç nüfusa istihdam sağlanamamakta, gençlik deli mayın gibi ne yapacağını bilemez bir hale gelerek karamsarlığa kapılmakta ve umudunu da yitirecek bir noktaya doğru hızla itilmektedir.

Stagflasyonist bir ekonomik yapı hem küçülmekte, hem de durağanlığını korumaktadır.

Hala cevabını bulamadığımız şu sorular ortada durmaktadır: Ekonomik kriz ile tütün ve şeker yasalarının ne ilgisi vardır. Ekonomik krize çözüm üreten kadroların ilk elden çıkarılması şartmış gibi toplumun önüne konulan bu iki yasanın çıkarılmasının ekonomik krizin önlenmesinde nasıl bir etkiye sahip olduğu bilinmemektedir. Ülke buğday ithal eden bir ülke konumuna düşürülürken, bir de şeker ve tütün ithal eden bir hale mi getirilmek istenmektedir. İthalat da dövizle olabileceğine göre, hem borç ödeyen, hem de ithalatı artan bir ülkenin geleceğini nasıl kurtarması planlanmaktadır. IMF’ye, dolayısıyla da en büyük sermayeye ve hegemon bir güce sahip olan ABD’nin istediği doğrultuda gidildiğinde ülkenin geleceği ne olacaktır. Ülkeler öncelikle kendi çıkarlarını düşünmek zorunda değiller midir. Yönetimin IMF’ye teslim edilmesi, yalnızca borç para verdiği için mi? Bu güne kadar yüzlerce ülkede uygulanan IMF politikalarının ülkeleri ne hale getirdiği bilinmiyor mu? İstikrarlı, kararlı, ülkenin geleceğini düşünen kadrolar, dış baskılar oluşmadan içeride bir takım değişiklikleri yapamazlar mı?  AB istedi de yapmak zorunda kaldık, mantığı ne kadar tutarlıdır?. Nereye gidiyoruz diye sormakta haksız mıyız.

Öte yandan, bu ülkenin önünde plan yoktur. Planlama 1980’li yıllardan itibaren resmen vardır ancak fiilen kaldırılmıştır. Serbest piyasa ekonomisi denilirken, plansız ve programsız, denetimsiz, isteyenin istediği gibi at koşturduğu bir ekonomi tipi mi anlaşılıyor. Bu piyasanın içerisinde devlet nerededir? Görevi nelerdir? Büyük bir ülke, büyük potansiyel güce sahip bir ülke nasıl bu hale getirilir, anlamak mümkün değildir. ABD’de liberal politikalar ya da piyasa ekonomisi uygulanmaktadır. Piyasa ekonomisi demek denetimsizlik demek değildir. Devletin hiçbir şeye karışmaması anlamına gelmemektedir. Bir yerde yanılıyoruz ama nerede?

                                                                       Sonuç

Sonuç olarak, dengeler bozulmuştur. Bu bozuk dengeler üzerine bir de siyasetteki çatlaklar ve çıkmazlar gündeme oturtulursa, kantarın topunun kaçacağı günler yakındır demektir.Öncelikle merkezi hükümet saltanattan vazgeçmelidir. İstikrar tedbirlerini önce merkezin kendisi uygulamalı ve uymalıdır. Sonra da toplumdan isteme hakları doğabilmelidir. Siyasi belirsizlik ülkenin önündeki en önemli sorunlardan biridir. Bir ekonomi yönetimi için belirsizlikten daha tehlikeli bir şey olamaz. Hala siyasette ben bilirim mantığı hakimdir. Seçilmişlerle atanmışların kavgası el altından sürdürülmektedir. Seçilenlerin kalitesini biliyoruz. Ya atanmışlar olarak nitelenen bürokrasi... Onun da amacı yetkilerini ve mali imkanlarını en yüksek noktaya çıkarmaktır. Bu ülkede bir kral yeter. Ama bu ülkede herkes kral kesilmiştir. Bu ülke bu kadar ağırlığı taşıyamaz. Yakında başka yönlerden çatlaklar ve patlamalar ortaya çıkarsa şaşırmamak gerekir.

Veriler bizi istemesek de karamsarlığa itmektedir. Işık, biraz daha ışık demekte haksız mıyız.

Kaynak: Doç. Dr. Şevki ÖZBİLEN - ADÜ. Nazilli İİBF

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005