Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Küreselleşme Karşısında Ulus-devlet, Milli Kimlik ve Milli Kültür 

Küreselleşme tartışmaları gündeme geldiğinde en sık karşılaşılan konu bu süreçte ulus-devletlerin zayıfladığı ve süreç ilerledikçe ortadan kalkabileceği noktasına var­maktadır. Küreselleşmeyi eğer tek ve kaçınılmaz bir zo­runluluk olarak algılarsak sonuçta zorunlu olarak meyda­na çıkacakları peşinen kabul etmemiz gerekir. Küreselleş­meyi durdurulması mümkün olmayan bir kader gibi göstermek, popülist kanaat maniplasyonundan başka bir şey değildir. (Koçdemir 2002: 75) Halbuki gördük ki küresel­leşme adını verebileceğimiz bir sosyal süreç yaşanmakta olmasına rağmen bir mutlaklık taşımamaktadır. Aynı an­da bu sürece aykırı olduğu iddia edilen başka süreçler de varlığını devam ettirmekte ve aralarında geçişlilikler göz­lenmektedir. Buna göre sosyal gerçeklikte tek renk, tek biçim ve tek çizgi anlayışının geçerli olmadığı bir defa da­ha ortaya çıkmaktadır. 

Sanayi toplumundan sonra oluşmakta olan "yeni top­lum" farklı isimlendirmelerle tanımlansa da kabul edilen ortak noktası dünyayı küresel bir yapıya doğru götürdü­ğüdür. Sanayi sonrası veya kapitalist sonrası toplum ola­rak da adlandırılan bu yeni oluşmakta olan bilgi toplumu­nun dünyada coğrafi, siyasi ve kültürel anlamdaki sınır­ları kaldırdığına dair yaygın bir kanaat oluşmuştur. Bu ka­naat on dokuzuncu yüzyıldaki modernleşme ve sanayileş­me sürecinde "bütün insan topluluklarının aynı süreci ya­şayarak ve aynı determinist aşamalardan geçerek tek bir bütüne ulaşacakları" iddiasıyla çok benzeşmektedir. İler­lemeci ve evrenselci sosyal değişme teorilerinin ana formu burada da karşımıza çıkmakta, meydana gelen tekno­lojik ve siyasi gelişmeler sonucunda farklılaşmaların kalktığı, dünyanın birbiriyle entegre olduğu ve gitgide benzeştiği iddiaları revaç bulmaktadır. 

Küreselleşmeyle birlikte dünya ekonomisinin bütün­leşeceği, milliyet farklılıklarının ortadan kalkacağı yönün­deki iddialar şüpheyle karşılanmalıdır. Bütünleşme teori­si (convergence theory) olarak adlandırılan küresel yak­laşımı destekleyen birçok delil ortaya konabilir. Bunlar daha önceki bölümlerde ayrıntılarıyla ortaya koymaya ça­lıştığımız gibi, Sovyetler Birliğinin yıkılması ve bilişim devriminin sunduğu teknolojik imkanlar sonucu ortaya çıkan gelişmelerdir. Bu gelişmelerin milli ekonomileri, milli devletleri ve milletler arası sınırları ortadan kaldıra­cağı iddiası ve beklentisi 1990'larda üst düzeye çıkmıştır. Fakat görülmektedir ki dünya ekonomisinde tamamen bütünleşme sağlanamadığı gibi, milliyet farklılıkları da ortadan kaldırılamamaktadır. Ortada bir paradoks vardır. (Boyer 1996: 57) Gelişmiş ve zengin ülkeler arasında bile gerçekleşmeyen bütünleşme, çok fakir ülkelerle hiç sağla­namamaktadır. Dolayısıyla bütünleşmeyi destekleyen bü­tün delillere rağmen milliyet farklılıklarını ortadan kaldı­racak bir global gelişme görülmemektedir. 

McLuhan'ın ifadesiyle bütün dünyanın "Global Köy" olarak adlandırıldığı günümüzde, bu köyün sakinlerinin birbirinden anında haber almalarının ve etkileşimde bu­lunmalarının yanı sıra kendi kişiliklerini koruyup koruya­mayacağı konusu önemli bir problem oluşturmaktadır. Küreselleşme olgusunun dünyayı küçülttüğü, hızlandır­dığı, etkilediği bir gerçektir. Fakat bunun bir hegemonya ve homojenleştirme projesi olarak sürdürülmesi berabe­rinde haklı tepkileri ve meydan okumaları getirir. Millî devletleri ve kültürleri dünya üzerinden sil*"., rollerini ortadan kaldırma, varlıklarını tehdit etme kendiliğinden bir milliyetçilik dalgasını harekete geçirmektedir. Bu du­rum gittikçe küçülmüş ve bölünmüş lokal devletlerin gücünü aştığında, tarihsel, kültürel ve coğrafi olarak bir­birine yakın güçlerin birleşmeleri ve dayanışmaları ile 'glokalleşme'yi de ortaya çıkarır. Burada tarihsel, kültürel ve siyasi olarak güçlü ülkeler ön plana çıkarak önemli rol­ler üstlenme eğilimi göstermektedirler. Bölgesel ve tarih­sel güçlerin küreselleşen dünyada tek süper güce rağmen neler yapabilecekleri ve tarihsel süreçte hangi  rolleri üstlenecekleri yaşadığımız dünyanın sosyal gerçekliğinde görülecektir. 

Ulus-devlet Avrupa'nın ortaçağdan çıkıp modernleş-mesiyle birlikte ortaya çıkan ve yaklaşık on sekizinci yüzyıldan beri dünyada yaygınlaşan bir devlet sistemidir. Küreselleşen dünyada ortaya çıkan ilişki biçimleri klasik­leşmiş ve kalıplaşmış devlet biçimini zorlamakta, sınırları anlamsızlaştırmakta, ekonomik ilişkilerde fonksiyonunu gün geçtikçe kaybetmektedir. Egemen olduğu toplumun ortak kültürünün bile daha üst veya popüler kültürler ta­rafından fazlasıyla etki altında kaldı ji gözlenmektedir. Bununla birlikte devletler siyaset sahnesinin en mühim kolektif aktörleri konumundadırlar. (Habermas 2002: 27) Bu aktörlerin ortadan kalkacağına ve dünyanın "tek dünya devletine" doğru ilerleyeceğine dair ideolojik küreselleş­me taraftarlarının iddiaları tartışma götürmektedir. Bu yaşanan süreçte on dokuzuncu yüzyıl kapitalizmindeki gibi uluslar arası güçlerin egemenlik alanlarını genişlet­meleri ve milli sınırları zorlamaları belki daha üst düzeye çıkmış  durumdadır.  Buna  rağmen  dünyanın  sınırsız, ulus-devletsiz, farklı kültürsüz bir yapıya ulaşma ihtima­li bilimsel bir gerçeklikmiş gibi sunulması mümkün gö­rünmemektedir. Sadece tartışılması gereken böyle bir dönemde ulus-devletlerin ne kadar güç kaybına uğradığı ve bunun yerine yükselen aktörlerin sosyal gerçekliğe ne kadar uygun düşecekleri gibi konular üzerinde yoğunlaşa­caktır 

Küreselleşmenin derinleşmesi sonucunda oluşturulan yeni dünya düzeni, millet egemenliğine dayalı devletlerin bağımsızlığı düşüncesine bağlı olan uluslar arası sistemi ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Daha önce kapitalizmin beselediği evrenselci ve mükemmelleştirmeci amaç, yeni süreçte kaçınılmaz bir son gibi sunularak ulus-devletleri tehdit eder konumda ortaya çıkmaktadır. (Amin 1999: 124) Habermas, küreselleşme çağının ulus devletler ve demokrasiye karşı bir meydan okuma olduğundan yola çıkarak burada  meydana  gelen  iktidar  kaybının   derecesini tartışıyor. Bu hususta üç önemli noktaya işaret ediyor. Bi­rincisi devletin küresel gelişmeler karşısında kendi vatan­daşları ve çevresindeki olup bitenler üzerinde kontrol ka­biliyeti ve gücünü yitirmesidir ki, buna çevre kirliliği, ani sınır ihlalleri, silah kaçakçılığı örnek olarak verilebilir. İkincisi karar mekanizmasında alışılagelen demokratik eğilimlerin dışında uyulması istenen uluslar arası antlaş­malar ve hukuki kurallara dayanmak zorunda olunmasın­dan doğan meşruiyet eksikliği söz konusudur. Üçüncüsü ulus devletin kendi egemenlik alanında ekonomik olay­lardaki belirleyici rolünün azalması sonucu, milli ekono­minin işlevsel bütünlüğünün kaybolmasına yol açmıştır. (Habermas 2002: 29) Dünya ekonomisindeki üretim ve tüke­timin sınır ötesi akışkanlığının artması doğal olarak mil­let temeline dayalı ulus-devletlerin kendi ülkelerinde da­ha önceden elde ettikleri bazı kaynakları kontrol edemez duruma getirmiştir. Hem kendi kurallarını uygulayama­maları, hem de ekonomik ilişkilerden kaynaklanan kayıp­ları hesap edildiğinde belli derecede egemenlik zayıfla­masının ortaya çıktığı görülmektedir. Küreselleşmecilerin belirttiği gibi dünyada bütün ekonomik faaliyetler ulus-ötesi küresel bir sistem haline gelecek olursa bunun bütün insanlar için ve ayrı ayrı milletler için ne getirece­ği endişe uyandırmaktadır. Özellikle yoksul ülkelerdeki gittikçe büyüyen dengesizlik ve dünya üretim kaynak­larından gittikçe daha az pay almaları bu endişeleri artır­maktadır. 

Dünya ekonomisini ele geçirme safhasında büyük me­safe aldıkları görülen ulus-ötesi sermaye sahipleri, yerel ve küçük üreticilerin büyümesini engelledikleri gibi fırsat buldukça ele geçirme yoluna gitmektedir. Ortaya millet egemenliğine dayanmayan ulus-ötesi büyük şirketlerin kurduğu tekeller çıkmaktadır, bunların dünya zenginlik­lerinden ihtiyacı olan insanlara pay vermelerini beklemek fazla iyimserlik olacaktır. Dolayısıyla Chossudovsky'nin (1999: 42) ifadesiyle bu tekellerin merkezi dışındaki özel­likle geri kalmış ülkelerin ekonomilerinde soykırım uygu­lanmaktadır. Bu ekonomik soykırım sömürgecilik tarihi­nin çeşitli dönemlerindeki soykırımlarla karşılaştırıldı­ğında, toplumsal etkileri çok daha yıkıcı olmaktadır. Söz konusu yeni ekonomik ve siyasal egemenlik biçimi piya­sa güçlerinin görünüşte tarafsız etkileşimi aracılığıyla in­sanları ve milli hükümetleri ikinci plana itiyor. Küresel ekonomik sistemin merkezinde, gelişmekte olan ülkele­rin küresel ekonomi içindeki rollerini ve konumlarını zayıflatacak adaletsiz ve haksız bir yaklaşım yer almak­tadır. Sonuçta ulus-ötesi tekel durumundaki büyük şir­ketler tarafından uygulanan küresel ekonomik politikalar doğrudan milli ekonomileri imha etmeye yönelik sür­dürülmektedir. Bu durum ise küreselleşmeden çok şeyler bekleyen ve olumlu propagandanın etkisinde kalmış olan çevreler tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. 

Ulus devletlerin sömürgecilik sonrası sayılarının art­ması ve Birleşmiş Milletler teşkilatının kurulması ile İkinci Dünya Savaşı sonrası en parlak dönemleri olmuş­tur. Bu dönemde ortaya çıkan devletlerin çoğu eski emperyal sömürgecilerinin etkisinde küçük ve zayıf kalmış­lardır. Ayrıca dünya siyasi sisteminin iki kutupTü ve gerilimli bir şekilde yapılanması, milletler üstü bloklaşmaları gerekli kılmış ve ulus-devletlerin bazı sorumluluklarını buralara aktarmalarına yol açmıştır. Sovyet Bloğunun çökmesiyle bağımsızlığını kazanan milletler ile dünya sis­temi tekrar ulus-devlet üzerine zenginleşmiştir. Fakat küreselleşme ile birlikte ekonomik, askeri, siyasi alanlar­da milletler üstü birlikler, bölgesel güçler ve kurumlar ta­rafından kuşatma altına alınmış durumdadır. (Shavv 1997:3) Burada en şanslı durumda olan ulus-devletler ise eski dönemlerinde emperyal gücü olan ve tarihi kökleri kuv­vetli olanlardır. Hem on dokuzuncu yüzyılda Batıda orta­ya çıkan ulus-devletler, hem de bunların devamı olan ve İkinci Dünya Savaşında büyük darbe aldığı halde yeniden ayağa kalkabilen devletler diğerlerinden farklı değerlendi­rilmelidir. Çünkü sadece Amerikan kaynaklı küreselleş­me karşısında ciddi anlamda direnci yine bu tür devletler göstermektedir. Bunların dayandıkları geleneksel ve kök­lü kültür farklılığını ve ekonomik ilişkilerde uluslar arası düzeyde varlıklarını her zaman hissettirmektedirler. 

Küreselleşmeciliğin önemli iddialarından birisi de, küreselleşen bir çağda ulusların kendi geleneksel kimlik­lerini olduğu gibi muhafaza etme şanslarının kalmamış olduğudur. Buna göre kimliklerin değişmezliği artık bir efsane olmuştur. Ulaşım kolaylıklarının yaygınlaşması, elektronik haberleşme teknolojisinin olağanüstü hızla ge­lişmesi, nüfus hareketleri, emek ve sermayenin akışkan­lığı gibi etkenler insanların hem kendilerinden çok uzak­taki olaylardan ve değerlerden etkilenmelerini kolaylaş­tırmakta, hem de onları hayatın her anında farklı kimlik­lerle yüz yüze getirmektedir. Bu da ulus devletlerin kendi toplumlarını küresel gelişmeden tecrit etme imkanını ne­redeyse tümüyle ortadan kaldırmaktadır. Toplumların bilgi kaynaklan, hayat tarzları ve değerler bakımından hızte çeşitlendiği böyle bir çağda homojen bir kültürel-etnik kimliğe dayanan ulus ve yurttaşlık anlayışlarının kendini idame  ettirmesi  mümkün  görünmemektedir.   (Erdoğan 2000: 3) Fakat küreselleşmenin farklılıkları ve milli kültü­rel özellikleri ortadan kaldırıcı saldırganlığı karşısında milli ve etnik hareketlenmelerin güçlenmekte olduğu ger­çeği gözden kaçırılmaktadır. Bir tarafta küresel boyutta bir kültür oluşturulmasından bahsedilirken, diğer tarafta milletlerin kendilerine ait homojen kültürleri olamaya­cağı varsayılmaktadır. Belli oranda küresel kitle kültürü bütün toplumları etkisi altına alsa da gittiği yerlerde ye­rel özelliklere uyum sağlamadan etkileyici olamadığının farkındadır ve belli oranda yerelleşmeye mecbur kalmak­tadır. 

Sömürgecilik döneminden beri İngiltere'nin, küresel­leşme döneminden beri Amerika'nın bütün dünyada ge­çerli dil olarak İngilizce'yi yaygınlaştırmaya çalıştıkları görülür. Sovyetler Birliği döneminde komünist sistemin egemen olduğu ülkelerde Rusça'nın yaygınlaştırılması da aynı şekilde dünya egemenliği peşindeki güçlerin temel stratejilerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Küre­selleşme  sürecinin önlenemezliğini  savunanların iddi­aları arasında dünyanın bütünleşmeye doğru gittiği ve bütünleşmenin ortak dili olarak da İngilizce'nin kullanıl­ması gerektiği üstü örtülü olarak vurgulanmaktadır. Med­ya ve internet ortamında fiili olarak İngilizce hegemon­yasının gittikçe yayılması, İngilizce'nin kültürler arası bir dil olarak dünya üzerinde hegemonyacı ve yeni-kolonici bir yayılma  eğiliminde  olduğu  gözlenmektedir.   (Tsuda 2001: l). İngilizce'nin artık dünya dili olduğu ve kullanıl­ması gerektiği tarzındaki küreselci İddialar aynı zamanda tepki çekmektedir. Bir dilin küreselleşmenin aracı olarak dünya üzerinde yaygınlaşması genellikle kültür emperyalizmi çerçevesinde değerlendirilebilir. Özellikle İngiliz­ce'nin kültür ve medya emperyalizminin uygulama~~dili olarak uluslar arası kitle iletişiminin küreselleştirici bir aracı olması dikkat çekicidir. Bunun karşısında köklü bazı kültürlerin direnç gösterdikleri ve kendi kültürlerinin taşıyıcısı konumundaki dillerini dünyaya açma girişimle­ri görülmektedir. 

Yirminci yüzyıl milliyetçiliği daha çok emperyalist baskılara karşı bir direnç olarak savunma psikolojisi üze­rine inşa olmuştur. Küreselleşme çağının doğurduğu mil­liyetçilik de belli ölçülerde homojenleştirmeye ve sömü­rülmeye karşı bir savunma gerektirir. Fakat bu çağın ileti­şim ve bilgi teknolojisindeki yüksek hızının yol açtığı ge­lişmeler milletlerin pasif direnişte kalmalarına uygun de­ğildir. Eğer aktif üretim ve dışa yönelme olmazsa milliyet­çilik olarak yapılabilecek fazla bir şey görünmemektedir. Çalışkan'ın (2002)(Küreselleşme Makalesi) değerlendirmesine göre "yirmi birinci yüzyılın, globalleşme çağının milliyetçiliği 'saldırı milli­yetçiliği' gerektiriyor." Türkiye de bu çerçevede değerlen­dirilecek olursa küreselleşme çağının gereklerini görmek durumundadır. Halbuki Türkiye'de milliyetçiliğin, yir­minci yüzyılın "savunma milliyetçiliği" anlayışında sür­dürdüğü gözlenmektedir. Oysa günümüzün milliyetçiliği savunma tavrından çıkıp globalleşmenin gerektirdiği dışa açık ve günümüzün şartlarına uygun tavırlar geliştirmek zorundadır. Bu anlamdaki saldırı milliyetçiliği topla tü­fekle saldırı değil, kaliteyle, ürünle ve kültürle dışa dönük ataklardır. Küreselleşme bunu gerektiriyor. Çünkü artık "başını kaldıran kazanır". Başını kaldırıp dünyaya bakan ve ne üretip nereye ne satacağına, turizmde hangi ülkeler­den ne kadar turist çekeceğine bakan kazanır. 

Yirmi birinci yüzyılın yeni-milliyetçiliği dışa dönük, dinamik ve atak bir milliyetçilik gerektiriyor. Küreselleş­me çağı olarak adlandırılan yirmi birinci yüzyılın, milletler dünyasında gerektirdiği birtakım öncelikler gündem­dedir. Artık geri dönüşü olmayan bir şekilde hemen he­men bütün ülkelere yayılan temel bazı değerler önem ka­zanmıştır ve ülkelerin bunlara uyması adeta zorunludur. Dünyada içine kapanarak, dışarıyla ilişkilerini keserek ayakta kalabilen veya güçlenen ülke görülmemektedir. İnsan haklan, demokrasi, şeffaflık, katılımcılık, bölgesel işbirliği ve ortaklıklar ülkelerin rahatlamalarına ve geliş­melerine yol açmaktadır. Artık ülkeler vatandaşlarının da­ha rahat yaşamalarını, ekonomik imkanlar elde etmeleri­ni, dünya ekonomisinden yeterince pay alabilmelerini sağlamanın peşinde hareket etmektedirler. Dış pazarlara dünya kalitesinde mallar üreterek satamadıkları ve dün­yadaki teknolojik ve ekonomik sistemlere uyum sağlaya­madıkları sürece güçlenmeleri, hatta problemlerini çöz­meleri zor görünmektedir. Dünya ekonomisi ile işbirliği­ne gitmeden ve bölgesel pazarlarda güçlenmeden tek başına ayakta kalmak zorlaşıyor. Bölgesel ve İç çatışmalar ülkeleri zayıflatıp ekonomik olarak güçsüz düşürüyor. İç ve dış barış, bölgesel barış ve işbirliğinin güçlenmesi ülkelerin ve milletlerin ekonomik kalkınmasını olumlu etkiliyor, hatta şahlandırıyor. 

Çalışkan, küreselleşmeye uygun milliyetçi bir gelişme örneği olarak Gagavuzlar ile ilgili bir olayı veriyor. Bin yıl önce Karadeniz'in kuzeyinden dolaşıp Balkanlar'a gelen ve zamanla Hıristiyanlığı benimseyen Oğuz boylarının to­runları Gagavuzlar, Sovyet Bloğu yıkılırken önce üstü "Kurt amblemli mavi gök sancağı" bayrak yaptılar. (Çün­kü onlar Kurt efsane ve simgesini bin yıl ötesinden taşı­mış ve masallarla, ağıtlarla, türkülerle yaşamlarının bir parçası haline getirmişlerdi. Kutup yıldızı onların dilinde "Yıldız canavar"dır, yani Kurt'u simgeler). Ve ilginç geliş­meler sonucu Moldavyalı milliyetçilere karşı direnen Ga­gavuzlar,  yine Moldavyalı  milliyetçilere karşı  direnen Komünist Rus milliyetçileri ile ittifak yapmak zorunda kaldılar. 90'h yılların başında Reuter ve AP ajanslarının dünyaya geçtiği yanyana dalgalanan orak-çekişli kızıl Sov­yet bayrağı ile Kurt amblemli Gagavuz bayrağı globalleşmenin dünyaya sunduğu en renkli en ilginç görüntüler­den birisiydi. Gagavuzların iki binlerin başında Moldavya'daki seçimlerde yine Rus komünistleri ile Moldavyalı milliyetçilere karşı işbirliği yaptığı da biliniyor. Yani Ga­gavuzların Bozkurt'u dünyayı kavramak ve esnek davran­mak konusunda hayli mesafe almış durumda. (Çalışkan 2002: 2) 

Amerikan hegemonyasının yirminci yüzyılda yayılma­sı ile birlikte Batılı olmayan dünyadaki milli varlıkların dirilişi paralel gelişti. Hatta yirminci yüzyılın başından beri devam eden gelişmeler Batılı olmayan ülkelerin Ba­tıya karşı hareketlenmeleri örneklerini vermektedir. Buna karşılık 1945'ten sonra dünya egemenliğini pekiştirmeye başlayan Birleşik Devletler, küreselleşen dünyada nihayet tek süper güç olarak kalabilmiştir. Bu durum bir paradoks gibi görünmesine rağmen birbirini besleyen bir süreç ha­line geldi. Sömürgecilik sonrası milli kurtuluş hareketle­ri, büyük bir liberal cennet hayaliyle bütün zıtlıkların ve olumsuzlukların tedricen ortadan kalkacağını zannettiler. Hayal kırıklığına uğradılar. Yeryüzündeki ekonomik ve sosyal zıtlıklar bütün beklentilere rağmen kaybolmadı. Aksine hem ekonomik, hem de sosyal zıtlıklar istikrarlı bir şekilde artmaya devam etti. Ümit ettikleri devlet gü­dümlü reformculuk ve devrimci hareketler de boş çıktı. Dolayısıyla birbiriyle çatışan, çelişen grupların meydana getirdiği kaotik durumun düzene sokulması anlamında bir dünya sistemi inşası ihtiyacı Amerika'nın güçlenmesi­ne yol açtı. (Wallerstein 2000: l) Güçlü olmayan milliyetçilik hareketlerinin varlığı küresel Amerikan gücünün pekiş­mesine yardımcı  olmaktadır.  Bir dünya  hegemonyası oluşturan Amerika, belki kendisini tehdit edecek milli­yetçiliklerden rahatsız olur, ama küçük çaplı grup hare­ketlerinden kendisine güç alır. 

Batı, sömürgeciliğinin devamı olarak etkisi altında bıraktığı bütün toplumların hayat tarzını belirleme eğili­mindedir. Bugün Avrupa yerine Amerika öncülüğünde kurulmaya çalışılan küresel toplum veya süreçte, her şey birbirine benzetilmeye ve belli merkezlere mahkumiyet derecesinde bağımlılık sağlanmaya çalışılmaktadır. Dün­ya üzerinde her başkent giderek bir diğerine benzemekte, neredeyse tamamı McLuhan'ın tasvir ettiği global köye dönüşmektedir. Hakim tarz ise hep Batılı olmaktadır. Dünyanın giderek tekdüze bir hal alması, geniş farklı­lıklar yelpazesinin daralması ve yerli motiflerle bezenmiş modellerin gittikçe ortadan kalkması dünyada bazı endi­şeler de uyandırmaktadır. (Harrison 2001: 41) Farklı kültürel yapılara sahip toplulukların bütün değerlerini, norm­larını, özelliklerini kaybetmeleri bir anlamda kişilik kay­bına ve yabancılaşmaya yol açmaktadır. Kültür emperya­lizminin etkili bir biçimde kullanılması sömürge ülkeler­de olduğu gibi Batının etkisinde kalan diğer ülkelerde de Batının istediği sonuçları vermeye başlamıştır. Fakat ge­nel olarak kimlik ve şahsiyet kaybetmeye başlayan top­lumlarda bunu fark eden önder insanların çabalarıyla mil­liyetçilik hareketleri canlanmakta ve devreye girmektedir. 

Küreselleşmenin temel faktörlerinden birisi olan So­ğuk Savaş'ın sona ermesi ve sistemin çökmesiyle enter-nasyonalist iddialarını kaybeden Komünist Bloğun ege­menliği altındaki milli kimlikler tekrar canlanmaya baş­lamıştır. Bir yandan liberal kapitalizmin evrensel zaferi kutlanırken, bir taraftan da yükselen milliyetçiliklerin ya­rattığı yeni bir dönem karşımıza çıkmaktadır. Milliyetçi­lik dalgasının 1989 yılı itibariyle yükselmesi ortaya ken­dine özgü bir milliyetçilik hareketi çıkarmaktadır. Bu dalga, iktidar ilişkilerinin aynı zamanda hem milliyetçilikle, hem de enternasyonalizmle beslendiği komünist siste­min eşi görülmedik çöküşünün bir sonucudur. Burada on dokuzuncu yüzyıl milliyetçilik dalgasındaki kendi kaderi­ni tayin ihtiyacı ve herkese oy hakkı gibi unsurları, sö­mürgecilikten kurtulma aşamasının yeni bir devlet düze­ni kurma gibi unsurlarını da görebiliriz. (Delannoi 1998: 35) Küreselleşme sürecinin hızlanmasında etkili olan temel faktörlerden birisi olarak Sovyetler Birliği'nin yıkılması ve  ideoloji  olarak komünizmin  çökmesiyle  birlikte, dünyada milliyetçilik dalgasının da tekrar yükselmeye başladığı  gözlenmiştir.  Sovyetlerin ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla doğan küçük devletler, milletlerin kendi kendilerini yönetme (notion of self-determination) ilkesi doğrultusunda bağımsızlıklarını kazanmaya çalıştıkları görülür. Bu ilke doğrultusunda küçük veya büyük bütün milletler kendilerini yönetme hakkı yanı sıra uluslar arası antlaşmalara küresel ağlara ve kalıplara uymaları yönün­den ciddi bir bağımlılık içindedirler. 

Milliyetçiliği silmeyi kendisine ideolojik ilke olarak kabul eden sistemler genelde içlerinde bu özü korumuş­lardır.  Enternasyonalist komünizmin yıkılmasında bu milliyetçilik özünün büyük rolü olmuştur. İlk ciddi mu­halefet hareketi doğrudan milli görünmemekle birlikte Polonya'da açığa çıkmıştır. Milli duygularının gücünü ko­ruması sayesinde Polonyalılar, en büyük baskıların ya­şandığı Stanilist dönem boyunca bazı önemli unsurlarını ve otantik özelliklerini koruyabilmişlerdir. (Brzezinsky 1994: 142) Komünizm sonrası (postcommunist), ve Soğuk Sa­vaş sonrası dönemde Avrupa'daki küçük devletlere küre­selleşme süreci, kompleks bir karşılıklı bağımlılık, fırsat­lar ve meydan okumalar sunar. Çoğunlukla geleneksel kültür ve milli değerler ile dengeyi kaybeden siyasi orga­nizasyon ve ekonomik eylemlerin tekil standardı arasında varolan tekil bir süreç olarak küreselleşmeyi tehdit eden anlayışlar vardır. Küreselleşme, beraberinde paralel gelen kozmopolit demokratik değerlerin bir itirazı (rejection) olarak milli gurur ve kimlik değerlendirmesi olarak yo­rumlanırken, milli, kültürel, bölgesel ve diğer farklılık­ların doğduğu bir süreç olarak görülür. (Zuzul 1998: 1)(Küreselleşme Tezleri) 

Küreselleşmenin (uluslararası güç hiyerarşisinin) da­yattığı heterojen kimlikler, esneyen, nereye çekilirse ora­ya uzayan "plastik bir egemenlik" kavramı ortaya çıkar­makta ve Türkiye gibi ülkelerde kimlik bunalımı derinleş­mektedir. Bu heterojenlik tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye'yi de öncelikle "ulus devlet" kavramının sorgulan­ması ile tehdit etmektedir. Oysa uluslararası sistemin çe­kirdeğindeki büyük ülkeler, kendi kimliklerini küreselleş-tirme ile özdeşleştirmek ve bu özdeşliği homojenleştir-mek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Diğer bir de­yişle, homojenleşmeyi ulus-devlet düzeyinde değersiz kılmak isterken, küresel düzeyde bir değer olarak empo­ze etmeye çalışmaktadırlar (Sanbay, 2002). 11 Eylül sonra­sında ABD'de yaşanan bayrak satışlarındaki patlama ve milliyetçiliğin Fox Nevvs gibi haber kanallarında sürekli canlı tutulma gayretleri, homojen kimlik konusunu ABD' nin ne kadar önemsediğini ve bu simgeleri küreselleşme ile birleştirmeye ne kadar istekli olduğunu göstermekte­dir. Yoksa bunlar sadece kendiliğinden gelişmiş toplum­sal tepkiler olarak algılanmamalıdır. (Gökırmak 2001: 3) 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005