|
Orta Malların Trajedisi
Garrett HARDIN
Nükleer savaşın geleceği üzerine yazılmış düşünce ve araştırma
mahsulü bir makalenin sonucunda J. B. VViesner ve
H. F. York şu sonuca varıyorlardı: "Silâh
yarışındaki her iki taraf da sürekli olarak artan
askerî güç ve yine sürekli olarak azalan ulusal
güvenlik ikilemi (dilemma) ile karşı karşıya kalır.
Nihaî profesyonel değerlendirmemiz, bu ikilemin
teknik bir çözümünün olmadığı şeklindedir. Eğer
büyük güçler, sadece bilim ve teknoloji alanında
çözüm aramaya devam ederlerse; sonuç, durumun daha
da kötüleşmesi şeklinde olacaktır."
Dikkatlerimizi, makaledeki (nükleer [silâhların varolduğu] bir
dünyadaki ulusal güvenlik) konusu üzerine değil,
yazarların ulaştıkları sonucun biçimi, yani soruna
yönelik teknik bir çözümün bulunmadığı üzerinde
yoğunlaştırmak istiyorum. Profesyonel ve yarı
popüler bilimsel dergilerde yayımlanmış
tartışmaların gizli ve neredeyse evrensel varsayımı
şudur: Tartışılan sorun, teknik bir çözüme sahiptir.
Teknik bir çözüm, sadece, insanî değerlerin veya
ahlâkîlikle ilgili fikirlerin değişme şekliyle
ilgili çok az şey talep eden veya hiçbir şey talep
etmeyen tabiî bilimlerin tekniklerindeki bir
değişimi/değişikliği gerektiren bir şey olarak
tanımlanabilir.
(Daha önceki dönemlerde olmasa da) günümüzde teknik
çözümler, her zaman hüsnü kabul görür. Bundan önce
yapılmış kehanetlerdeki başarısızlıklardan dolayı,
istenen/ arzulanan teknik bir çözüm yolunun mümkün
olmadığını iddia etmek cesaret ister. VViesner ve
York, bu cesareti gösterdiler; bilimsel bir dergide
makalelerini yayımlayarak, soruna yönelik çözümün
tabiî bilimlerde bulunmadığı üzerinde ısrar ettiler.
Onlar, "nihaî profesyonel yargımızdır" ibaresiyle,
ihtiyatlı bir şekilde ifadelerini yumuşattılar.
Onların haklı olup olmadıkları, bu makalenin ilgi
alanına girmemektedir. Onun yerine, bu makale,
"teknik çözüm yollan olmayan sorunlar" şeklinde
nitelendirilebilecek beşerî sorunlar kümesiyle ve
daha spesifik olarak bu sorunlardan birisinin
tanımlanması ve tartışılmasıyla ilgilidir.
Bu sorunlar kümesinin boş [hiçbir elemanı olmayan] bir küme
olmadığını göstermek kolaydır. Üç kare oyununu
[dokuz kareli bir şekil üzerinde iki kişi sıra ile
birer işaret koyarlar; kendi üç işaretini yan yana
getirebilen kazanır] hatırlayınız. "Üç kare oyununu
nasıl kazanabilirim?" sorusunu/sorununu dikkate
alınız. Eğer ben, rakibimin oyunu mükemmel bir
şekilde anladığım varsayarsam, (oyun teorisinin
kurallarına göre) oyunu kazanamayacağım aşikârdır.
Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse; soruna
yönelik "teknik bir çözüm" yoktur. Ben, sadece,
"kazanma (win)" kelimesine radikal bir anlam vererek
oyunu kazanabilirim. Rakibimin kafasına vurabilir
veya puanları tahrif edebilirim. Benim, oyunu
"kazandığım" her yol ve yöntem, sezgisel olarak
anladığımız gibi, bir yönüyle, oyunun terk
edilmesini içerir. (Ben, tabiî ki, -oynamayı
reddederek- oyunu açık bir şekilde de terk
edebilirim. Bu, çoğu yetişkinin yaptığı şeydir.)
"Teknik çözümleri olmayan sorunlar" kümesinin elemanları vardır
Benim tezim şudur: Geleneksel olarak anlaşıldığı
gibi, "kirlilik sorunu", bu kümenin bir elemanıdır.
Bu sorunun geleneksel olarak nasıl anlaşıldığı,
biraz açıklığa kavuşturulmaya muhtaçtır. Nüfusun
hızlı artışından rahatsız olan pek çok insanın,
bugün keyfini çıkardıkları ayrıcalıklardan
hiçbirisinden feragat etmeksizin, nüfus
fazlalılığmın zararlarından/olumsuz yanlarından
kaçınmanın bir yolunu bulmaya uğraştıklarım söylemek
yanlış olmaz. Bu insanlar, denizleri ekip biçmenin
veya yeni tahıl türleri/cinsleri
geliştirmenin-teknolojik olarak- sorunu çözeceğini
düşünüyorlar. Ben, burada, bu insanların aradıkları
çözümün bulunamayacağım göstermeye uğraşıyorum.
Nüfus fazlalığı sorunu, aynen üç kare oyununun
kazanılmasıyla ilgili sorunda olduğu gibi, teknik
bir yolla çözülemez.
Neyi En Çoğa Çıkaracağız?
Nüfus, Malthus'un dediği gibi, tabiatıyla "geometrik olarak" veya,
şimdi bizim söyleyecek olduğumuz gibi, üstel olarak
(exponentially) artma eğilimindedir. Sınırlı/sonlu
bir dünyada, bu, dünyanın kişi başına düşen
faydalarının azalmak zorunda olduğu anlamına gelir.
Dünyamız sınırlı/sonlu bir dünya mıdır?
Dünyanın sonlu olduğu veya dünyanın sonlu olmadığını
bilmediğimiz şeklindeki bakış açıları, makul bir
savunma olarak ileri sürülebilir. Ne var ki, yakın
gelecekteki teknolojilerle birlikte, gelecek birkaç
kuşak içinde karşılaşmamız kaçınılmaz pratik
sorunlar yönünden bakıldığında; eğer yakın bir
gelecekte, dünyaya ait insan nüfusu için mevcut
dünyanın sonlu olduğunu varsaymazsak, beşerî
felâketleri büyük ölçüde artıracağımız açıktır.
"Uzay" bir kurtuluş değildir.
Sınırlı bir dünya, sadece sınırlı bir nüfusu destekleyebilir;
dolayısıyla, nüfus büyümesi/artışı, eninde sonunda,
sıfıra eşit olmak zorundadır. (Sıfırın altında veya
üstünde sürekli geniş dalgalanmaların olduğu durum,
tartışılması gerekmeyen önemsiz bir değişke (yariant)
dir.) Bu şart sağlandığında, insanoğlunun durumu ne
olacaktır? Bilhassa, Bentham'ın "en fazla sayıda
insan için en fazla fayda" gayesi, gerçekleşebilir
mi?
İkisi de birbirinden bağımsız iki sebepten dolayı
gerçekleşmez. Birincisi teoriktir. Aynı anda iki
(veya daha fazla) değişkeni en çoğa
çıkarmak/maksimize etmek, matema-
tiksel olarak mümkün değildir. Bu durum, von Neumann ve Morgenstern3
tarafından açık bir şekilde ifade edildi; ama bu
prensip, en azından D'Alembert (1717-1783)'e kadar
geriye giden, kısmî diferansiyel/türevsel eşitlikler
teorisinde gizlidir.
İkinci sebep, doğrudan doğruya biyolojik gerçeklerden
kaynaklanmaktadır. Herhangi bir organizma, yaşamak
için bir enerji kaynağına (örneğin, gıdaya) sahip
olmak zorundadır. Bu enerji, sadece iki amaç için
kullanılır: Hayatı devam ettirme ve çalışma/iş.
İnsan için hayatın devam ettirilmesi bir günde
yaklaşık bin altı yüz kilo kaloriyi (yani "hayatı
devam ettirme kalorisi (maintenance calories)"m
gerektirir. Bir kimsenin, sadece canlı kalmanın
ötesinde yaptığı herhangi bir şey, iş olarak
tanımlanacaktır; ve bu kişi, aldığı "iş kalorileri (work
calories)" tarafından desteklenir. İş kalorileri,
sadece bizim günlük konuşmamızda kastettiğimiz
şeyler için kullanılmaz; iş kalorilerine, aynı
zamanda, yüzme ve otomobil sürmeden müzik söyleme ve
şiir yazmaya kadar, eğlence kaynağının bütün
çeşitleri için de ihtiyaç duyulur. Eğer gayemiz
nüfusu en çoğa çıkarmaksa, yapmak zorunda olduğumuz
şey açıktır: Kişi başına iş kalorilerini mümkün
olduğu kadar sıfıra yaklaştırmak zorundayız. Leziz
yemekler yok; seyahatlere paydos; spora, müziğe,
edebiyata, sanata elveda; ...vs. Bir akıl yürütmeye
başvurmaksızın veya ortada bir delil olmadan,
nüfusu en çoğa çıkarmanın faydaları en çoğa
çıkarmadığını herkesin kabul edeceğini düşünüyorum.
Bu sonuca ulaşırken, bildik/alışıldık varsayımı yapmıştım: Sorun
olan enerjinin elde edilmesidir. Atom enerjisinin
ortaya çıkışı, bazılarını, bu varsayımı sorgulamaya
sevk etmiştir. Ne var ki, enerjinin sınırlı/sonlu
bir kaynak olduğu dikkate alındığında, nüfus artışı
kaçınılmaz bir sorunu yine de beraberinde getirir.
Enerjinin elde edilmesi sorunu, J. H. Fremlin'in
oldukça zekice göstermiş olduğu gibi,4
enerjinin kaybolması (dissipati-on) sorunuyla yer
değiştirir.
Optimum nüfus, o hâlde, en yüksek değerden/maksimumdan daha azdır.
Optimumu tanımlamak oldukça güçtür; bildiğim
kadarıyla, bugüne kadar, hiç kimse bu sorunu
tamamen çözememiştir. Kabul edilebilir ve dengeli
bir çözüme ulaşma, kesinlikle, bir kuşaktan daha
fazla sürecek olan, oldukça zor analitik çalışmaları
-ve hatta ikna çabalarını- gerekli kılacaktır.
Bizler, kişi başına en fazla faydayı istiyoruz; ama, fayda nedir?
Fayda, bir kimseye göre el değmemiş bölgelerdir; bir
başkasına göre de kilometrelerce kayak yapmadır; bir
kimseye göre balık avcılarının avladığı ördeklerin
yaşadıkları haliçlerdir; bir başkasına göre de
fabrika alanıdır. Bir faydayı diğeriyle
karşılaştırma, bizim genellikle söylediğimiz gibi,
imkânsızdır, çünkü faydalar, ölçülebilir şeyler
değildir. Ölçülemeyenler, karşılaştırılamazlar.
Bu, teorik olarak doğru olabilir; ama, gerçek
hayatta ölçülemeyenler ölçülebilir. Sadece bir
değerlendirme kriterine ve ağırlık/bağıl değer verme
(weighting) ile ilgili bir sisteme ihtiyaç duyulur.
Tabiattaki kriter hayatta kalmadır (survival). Bir
tür için küçük ve gizlenebilir olmak mı, yoksa büyük
ve güçlü olmak mı daha iyidir? Tabiî ayıklanma
(seiection), ölçülemeyenleri ölçmektedir. Elde
edilen uzlaşma, değişkenlerin değerleri ile ilgili
doğal bir ağırlık/bağıl değer vermeye bağlıdır.
İnsan, bu süreci taklit etmektedir. Hakikaten, insanın bilinçsiz
bir şekilde zaten bunu yaptığında şüphe yoktur. Ne
zaman ki, gizli iradeler (kararlar) aşikâr hâle
gelir; tartışmalar o zaman başlar. Yıllardır devam
eden sorun, ağırlık/bağıl değer vermenin kabul
edilebilir bir teorisinin ortaya konulmasıdır.
İşbirliğine sayalı (synergistic) etkiler, lineer/
doğrusal olmayan değişim ve geleceği hesaba
katmadaki güçlükler, entellektüel sorunu, (prensip
olarak) çözülemez hâle getirmese bile, güçleştirir.
Herhangi bir grup, bugün, bu pratik sorunu, sezgisel bir düzeyde
bile olsa, çözmüş müdür? Basit bir gerçek,.hiç
kimsenin çözmediğini bize söyler: Bugün, dünyada,
sıfır büyüme oranına sahip olan -ve bu oranı belli
bir süre sürdürmüş olan- müreffeh bir nüfus
bulunmamaktadır. Sezgisel olarak optimum noktasını
belirlemiş herhangi bir insan, çok geçmeden bu
düzeye ulaşacaktır. Bunu takiben, büyüme oranı sıfır
olur ve o seviyede kalır.
Tabiî ki, pozitif büyüme oram, bir
nüfusun optimumun altında olduğunun delili olarak
alınabilir. Ne var ki, herhangi bir makul standart
sayesinde görürüz ki, bugün, yeryüzündeki en hızlı
büyüyen nüfuslar, (genellikle) en acınacak hâlde
olanlardır. (Sabit olması gerekmeyen) bu bağlantı,
bir nüfusun pozitif büyüme oranının, eninde sonunda,
optimum seviyesine ulaşmak zorunda olduğunun bir
delili olduğu şeklindeki iyimser varsayım konusunda
şüphe uyandırmaktadır.
Bizler, pratik demografı alanında Adam Smith'in ruhunu tamamen
kovana kadar, optimum nüfus büyüklüğüne yönelik
çalışmalarda oldukça az bir ilerleme
kaydedebiliriz. İktisadî işlerde, Milletlerin
Zenginliği {The Wealth ofNations) (1776), "görünmez
el"i; "sadece kendi çıkarını kollayarak işe koyulan"
bir insanın, güya "görünmez bir el yardımıyla..
.kamu yararına hizmet ettiği" düşüncesini popüler
hâle getirdi.5 Adam Smith, ve belki de
onu takip edenlerden hiçbir kimse, bunun sürekli bir
doğru olduğunu iddia etmedi; ama Smith, rasyonel
tahlile dayalı pozitif eylemle ilişkilendirildikten
sonraki baskın bir düşünce biçimine, yani bireysel
olarak ulaşılan kararların, hakikaten, bütün toplum
için en iyi kararlar olacağını varsayma eğilimine
katkıda bulundu. Eğer bu varsayım doğruysa, bizim,
bugünkü yeniden üretimdeki laissezfaire
politikamızın devamını haklılaştınr. Eğer bu
varsayım doğruysa, bizler, insanların, optimum
nüfusu elde etmek için bireysel doğurganlıklarını
kontrol edeceklerini varsayabiliriz. Eğer bu
varsayım doğru değilse, bizler, hangilerinin
savunulabilir olduğunu anlamak/görmek için bireysel
özgürlüklerimizi yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç
duyarız.
Bir Orta Malındaki Özgürlüğün Trajedisi
Nüfus kontrolünde görünmez elin işlemediğinin ortaya
konulması, William Foster Lloyd (1794-1852) adındaki
bir matematik amatörü tarafından 1833 yılında
yazılan neredeyse hiç bilinmeyen bir broşürde ilk
defa tasvir edilen bir senaryoda aranmalıdır.6
Biz, bu senaryoyu, "trajedi" kelimesini
Whitehead'in kullandığı gibi kullanarak, pekâlâ
"orta mallarının trajedisi" olarak
nitelendirebiliriz7: "Dramatik trajedinin
esası, mutsuzluk değildir; bu esas, şeylerin
amansız/sürekli çalışmasının ihtişamı içinde
süregelir/ daima mevcut olur." Whitehead, daha
sonra, şöyle devam etmektedir: "Kaderin bu
kaçınılmazlığı, insan hayatı yönünden, sadece
hakikaten mutsuzluk içeren vak'aları yoluyla izah
edilebilir. Çünkü, sadece önemsiz (ikinci derecede)
vak'alardır ki, kaçışın faydasız-lığı piyeste/oyunda
aşikâr hâle getirilebilir."
Orta mallarının trajedisi bu şekilde gelişir. Herkese açık bir mera
hayal ediniz. Her çobanın mümkün olduğu kadar fazla
sayıda sığırı merada otlatmaya gayret göstereceği
beklenmelidir/beklenir. Böyle bir düzenleme,
yüzyıllar boyunca tatminkâr ve gayet makul bir
şekilde çalışabilir/iş görebilir; çünkü kabile
savaşları, avlanmayı yasaklama ve hastalık, gayet
güzel bir şekilde hem insanların hem de hayvanların
sayısını, toprağın taşıma kapasitesinin altında
tutar. Ne var ki, nihaî olarak, hesaplaşma günü,
yani çok arzulanan sosyal istikrar gayesinin gerçek
olduğu gün gelir. Bu noktada, orta mallarının
tabiatında saklı olan mantık, sürekli olarak trajedi
yaratır.
Rasyonel bir varlık olarak her bir çoban, çıkarını en çoğa
çıkarmaya uğraşır. Açık veya gizli bir şekilde, az
veya çok bilinçli bir şekilde her bir çoban, "Sürüme
ilâve bir hayvan eklememin bana sağlayacağı fayda
nedir?" diye sorar. Bu fayda, birisi pozitif diğeri
de negatif olan iki unsura sahiptir.
(1) Pozitif unsur, bir hayvan artışının bir fonksiyonudur. Çünkü
çoban, ilâve hayvanın satışından elde edilen
gelirlerin tamamına sahip olur; pozitif fayda,
neredeyse +1 'dir.
(2) Negatif unsur, sürüye katılan son hayvanın sebep olduğu ilâve
aşırı otlatmanın bir fonksiyonudur. Çünkü aşırı
otlatmanın etkileri, bütün çobanlar tarafından
paylaşılır. Belirli bir karar alıcı çoban için
negatif fayda, sadece -1 'in küçük bir kısmıdır.
Bu unsuru kısmî faydalarına ilâve eden rasyonel bir çoban şu sonuca
varır: Takip etmem için tek makul yol, bu sürüye
başka bir hayvan daha eklemektir. Bu mantık yürütme
böyle devam eder gider... Ama bu sonuç, orta
mallarını paylaşan her bir ve her çoban tarafından
ulaşılan bir sonuçtur. Orada trajedi olur. Her bir
çoban, kendisini (sınırlı bir dünyada) sınırsız bir
şekilde sürüsünü artırmaya zorlayan bir sistemin
içine kıstırılır. Herkesin koşarak gittiği varış
noktası/gaye, felâkettir; bu kişiler, orta
mallarının serbestçe kullanılmasına inanan bir
toplumda kendileri için en iyi çıkar ne ise, onun
peşinde koşan insanlardır. Orta mallarının serbestçe
kullanımı, herkesi iflâsa götürür.
Bazıları, bunun basmakalıp bir söz olduğunu söyleyecektir. Keşke,
onların dediği doğru olsaydı! Bir anlamda, bu,
binlerce yıl önce öğrenildi; ama tabiî ayıklanma,
psikolojik inkârla ilgili güçleri himaye eder.8
Birey, bireysel olarak, gerçeği inkâr etme
kabiliyetinden fayda elde eder; oysa, bu bireyin
bir üyesi olduğu toplum, bir bütün olarak bundan
zarar görür. Eğitim, yanlış şey yapmak için varolan
tabiî temayülü etkisizleştire-bilir; ama, nesillerin
önlenemez/durdurulamaz ardıllığı/art arda gelmesi,
bu bilgi tabanının sürekli taze tutulmasını
gerektirir.
Leominster, Massachusetts'de birkaç yıl önce meydana
gelen basit bir olay, bilginin nasıl geçici olduğunu
göstermektedir. Yılbaşı alışveriş sezonu boyunca,
şehir merkezlerindeki park sayaçları, plâka okumaya
mani olan plâstik torbalarla kaplıydı: "Yılbaşı
sonrasına kadar açmayınız. Ücretsiz park etme,
belediye başkanı ve meclisinin iznine tâbidir." Bir
başka ifadeyle, şehrin ileri gelenleri, vatandaşları
hâlihazırdaki kıt alan için artan talep
beklentisiyle karşı karşıya bırakarak, orta malları
sistemini yeniden kurum-sallaştırdı. (İstihza ile
bizler, bu kimselerin, bu geriletici/yozlaştırıcı
kanun yüzünden kaybettikleri oylardan daha fazlasını
kazandıkları konusuna şüpheyle yaklaşırız.)
Orta mallarının mantığı, belki, tarımın keşfinden veya
gayrimenkullerde özel mülkiyetin icadından dolayı,
uzun süre, buna benzer bir şekilde anlaşılmıştır. Ne
var ki, bu mantık, sadece yeterli bir şekilde
genelleştirilemeyen özel vak'alarda anlaşılır. Bugün
dâhi, Batı bölgelerindeki ulusal topraklan kiralayan
çobanlar, kararsız bir anlayıştan başka bir tavır
ortaya koymuyorlar; federal idareleri, aşırı
otlatmanın erozyona ve zararlı otların hâkimiyetine
sebep olduğu noktaya kadar, nüfusu artırma konusunda
sürekli sıkıştırıyorlar. Aynı şekilde, dünya
okyanusları, orta malları felsefesinin varlığını
sürdürmesinden zarar görmeye devam etmektedir.
Deniz kıyılarındaki uluslar, hâlâ otomatik olarak
"denizlerin serbestçe kullanımı" sloganına
sarılırlar. Bu ülkeler, "okyanusların sonu
gelmez/tükenmez kaynaklarf'na inandığını beyan
ederek, balık ve balina türleri tükenmeye yüz
tuttuktan sonra türleri hatırlarlar.9
Ulusal parklar, orta malları trajedisinin cari olduğu başka bir
örneği ortaya koyar. Bugün, bu parklar, hiçbir
sınırlamaya tâbi olmaksızın, herkese açıktır. Nüfus,
hiçbir sınır olmaksızın büyüyor gibi gözüküyor; ne
var ki, parkların kendisi genişlik olarak
sınırlıdır-bunun istisnası Yosemite Vadisi'dir.
Ziyaretçilerin parklarda aradıkları değerler,
sürekli olarak erozyona uğratılmaktadır. Açıkçası,
bizler, en kısa zamanda parklara orta mallan
muamelesi yapmaktan vazgeçmek zorundayız; veya bu
parklar hiç kimse için bir değer ifade
etmeyecektir.
Ne yapacağız? Birkaç seçeneğimiz vardır. Bu parkları, özel mülkiyet
olarak satıp elden çıkarabiliriz; kamusal mülkiyet
olarak muhafaza edebilir ancak, buralara giriş
hakkını tahsis edebiliriz. Tahsis, ihale sistemi
kullanılarak, zenginlik temeline dayalı olarak
yapılabileceği gibi, üzerinde anlaşılmış bazı
standartlar yardımıyla tanımlanabilecek şekilde,
yetenek temeline dayalı olarak da yapılabilir. Veya
bu tahsis, uzun kuyrukların oluşması durumunda, ilk
gelen ilk hizmeti alır şeklindeki bir idare
anlayışına dayanabilir. Bu yöntemlerin hepsinin
itiraz edilebilir yöntemler olduğunu düşünüyorum.
Ama, bizler, bu yöntemlerden birisini seçmek veya
ulusal parklar olarak nitelendirdiğimiz orta
mallarının tahribine razı olmak zorundayız.
Kirlilik
Orta mallarının trajedisi, ters yönde, kirlilik
sorunlarında yeniden ortaya çıkar/çıkmaktadır.
Burada sorun, bir şeyi orta mallarının dışına
çıkarma sorunu değildir; sorun olan, bir şeyin orta
mallarının içinde değerlendirilmesidir:
Kanalizasyonun veya kimyevî, radyoaktif ve sıcak
atıkların suya bırakılması; zararlı ve tehlikeli
dumanların havaya salınması; dikkati dağıtan, hoş
olmayan reklâm işaretlerinin sürücülerin görüş
sahasına yerleştirilmesi gibi. Fayda hesaplamaları,
öncekilere fazlasıyla benzemektedir. Rasyonel insan,
orta mallarına bıraktığı atıkların maliyetinin
kendisine düşen payını, bu atıkları salıverme yerine
arıtma durumunda ortaya çıkacak maliyetin kendisine
düşen payından daha düşük bulur. Çünkü bu, herkes
için doğrudur; sadece bağımsız, rasyonel, özgür
girişimciler olarak davrandığımız sürece, bu durum
devam eder; hepimiz, "kendi yuvamızı pisleten" bir
sistemin içinde kıstırılırız.
Bir mal sepeti olarak orta mallarının trajedisi, özel mülkiyet veya
biçimsel olarak buna benzeyen bir şey tarafından
bertaraf edilir. Ama etrafımızdaki hava ve suya
kolayca çit çekilemez; öte yandan, çöplük gibi orta
mallarının trajedisi, çeşitli şekillerde, örneğin
zorlayıcı kanunla veya atıkları arıtmayı çöplüğe
atmaya göre daha ucuz hâle getiren vergileme
araçlarıyla engellenmek zorundadır. Bu sorunun
çözümünde, bugüne kadar, ilk günküne göre ilerleme
sağlamış değiliz. Hakikaten, yeryüzünün pozitif
kaynaklarını tüketmekten bizleri caydıran belirli
bir özel mülkiyet kavramımız, kirliliği
artırmaktadır. Bir nehrin kenarındaki bir
fabrikanın sahibi -ki, onun mülkiyeti nebin
ortasına kadar uzanır- çoğu kere, kapısının önünden
akan suyu bulandırmaya yönelik tabiî bir hakkının
olmadığını anlamada güçlük çeker. Mülkiyeti orta
malların yeni algılanmış bu yeni yönüne uyumlu hâle
getirmek için, hukukun, ki her zaman çağların
ötesindedir, gözden geçirilmesi ve bu çerçevede
yapılacak olan düzenlemelerin hayata geçirilmesi
zaruridir.
Kirlilik sorunu nüfusun bir sonucudur. Hudutta/sınırda yaşayan
yalnız bir Amerikalının atıklarını nasıl
düzenlediği sorun değildi. "Akan su, her on milde
bir, kendisim temizler", dedemin bana sürekli
söylediği bir ifadeydi; ve bu mit (myth), dedem bir
çocukken, neredeyse gerçekle eş anlama geliyordu.
Çünkü çok fazla insan yoktu. Ne var ki, nüfus
arttıkça, doğal kimyevî ve biyolojik yeniden
kullanma/kullanılabilir hâle getirme (recy-cling)
süreçleri, mülkiyet haklarım yeniden tanımlamayı
gerektirecek bir hâle geldi.
İtidali Kanun İle Nasıl Zorunlu Hâle Getirebiliriz?
Nüflıs yoğunluğunun bir fonksiyonu olarak kirlilik sorununun
tahlili, ahlâkîliğin genel olarak kabul görmüş bir
prensibini ortaya çıkarmaz; yani, bir kanunun
ahlâkîliği, o andaki devlet sisteminin bir
fonksiyonudur.10 Orta mallarını çöplük
gibi kullanma, ilk başlardaki şartlarda
halka/kamuya zarar vermez; çünkü halk/kamu yoktur;
(oysa) bir metropoldeki aynı davranış
dayanılmazdır. Yüz elli yıl önce, ovada oturan bir
kimse, Amerikan bizonunu öldürebilir; akşam yemeği
için sadece dilini kesebilir; hayvanın kalan
kısmını atabilirdi. Bu davranış, onun için, hiçbir
şekilde israf olarak görülmezdi. Bugün, sadece
birkaç bin bizon kaldığı dikkate alınırsa, böyle bir
davranış karşısında dehşete düşeriz.
Sırası gelmişken, bir kanunun ahlâkîliğinin bir
fotoğrafla (kuş bakışı) belirlenemeyeceğini
belirtmekte yarar vardır. Bir kimse, bir fili
öldüren veya otluk bölgeleri ateşe veren birisinin
başkalarına zarar verip vermediğini bilemez; bilmesi
için, öldürme ve yakma eylemini gerçekleştiren
kimsenin eylemini gerçekleştirdiği siste' n tamamını
bilmesi gerekir. Eski bir Çinli, "Bir resim,
binlerce kelimeye değer" demişti; ama buresmi
anlatmak için on binlerce kelimeye başvurmak
gerekebilir (yani bir kanunu, muteber kılmak için
on binlerce kelimeye ihtiyaç duyulabilir). Bu,
çevrecilerin olduğu kadar, genel olarak fotografık
kesit yoluyla başkalarını ikna etmeye uğraşan
reformcuların kullandığı yöntemdir. Ama bir
iddianın esası, resmedilemez; -kelimelerle- rasyonel
bir şekilde ortaya konulması zaruridir.
Ahlâkîliğin sisteme duyarlı olması, geçmişteki pek çok etik
düzenleyicinin (codifıers) dikkatini başka yöne
çekti. "Yapmayacaksın/etmeyeceksin!..", belirli
durumlara müsamaha göstermeyen geleneksel etik
direktiflerin şeklidir. Toplumumuzun kanunları, eski
etik' in kalıplarını takip eder ve dolayısıyla,
karmaşık, kalabalık ve değişebilir bir dünyayı idare
etmeye pek de uygun değildir. Kaçınılmaz çözümümüz,
idare hukukuyla yazılı kanuna ilâve yapmaktır.
Çünkü, pratik olarak, çöpleri arka bahçede yakmak
veya egzoz kontrolü yapılmadan otomobil kullanmak
için güvenli olan tüm şartları önceden belirleyip
yazılı hukuka dahil etmek imkânsızdır dolayısıyla,
kanunla, detaylan bürokrasiye bırakırız. Sonuç,
idare hukukudur; bu da, haklı olarak, eski bir
gerekçeden, -Quis custodiet ipsos cus-todes?-
bekçileri kim gözetler endişesinden dolayı, korku
yaratır. John Adams, "İnsanları değil kanunların
idaresi"ne sahip olmak zorundayız, dedi. Bütün
sistemlerdeki kanunların ahlâkîliğini
değerlendirmeye uğraşan bürokratlar,
garip/görülmedik bir şekilde, kanunların değil de
insanların idaresini beraberinde getiren
rüşvetçiliğe meyyaldir.
Yasaklama, yasama faaliyetine girişmek için kolaydır; ne var ki,
(kanunlar, zorunlu olarak uygulamaya konulmasa da)
itidali/ölçülülüğü nasıl kanun ile zorunlu hâle
getiririz? Deneyim, bunun, en iyi idare hukukunun
aracılığıyla gerçekleştirilebileceğini
göstermektedir. Eğer bekçileri gözetleme duygusunun
idare hukukunu kullanmayı imkânsız hâle getirdiğini
varsayarsak, zorunlu olarak imkânları
sınırlandırırız. Bu ibareyi, daha ziyade,
kaçınamayacağımız korku verici tehlikelerin sürekli
hatırlatıcısı olarak akılda tutmalıyız. Bizi
bekleyen büyük zorluk, emanetçileri/bekçileri dürüst
tutmak için ihtiyaç duyulan düzeltici geri
beslemeleri (jeedbacks) bulmaktadır/icat etmektedir.
Hem emanetçilerin/bekçilerin hem de düzeltici geri
beslemelerin ihtiyaç duyulan otoritelerini
meşrulaştırmanın yollarını bulmak zorundayız.
Üreme Özgürlüğü Tahammül Edilemezdir
Orta mallarının trajedisi, nüfus sorunlarında başka bir şekilde
kendisini gösterir. Sadece "it iti yer" prensibi
tarafından yönetilen bir dünyada -eğer hakikaten
böyle bir dünya olsaydı dahi- bir ailenin sahip
olduğu çocukların sayısı, kamusal bir sorun
olmayacaktı. Bol bol çocuk yapan ebeveynler, daha
az sayıda torun bırakacaklardı. Fazla
bırakamayacaklardı; çünkü, çocuklarıyla yeteri
ölçüde ilgilenemeyeceklerdi. David Lack ve
diğerleri, böyle bir negatif geri beslemenin delil
oluşturabilecek şekilde kuşların doğurganlığını
kontrol ettiğini bulmuşlardır.'' Ne var ki,
insanlar, kuş değillerdir ve en azından binlerce
yıldır onlar gibi eylemde bulunmamışlardır.
Eğer her bir aile, sadece kendi kaynaklarına bağlı
olsaydı; eğer tedbirsiz ailelerin çocukları ölüme
terk edilseydi; eğer, örneğin, aşırı üremenin
"ceza"sı hücre zincirlerine yönelik olsaydı; -bu
durumda- ailelerin üremesini kontrol etmede kamusal
bir yarar olmayacaktı. Oysa toplumumuz, refah
devletine derinden bağlıdır; ve dolayısıyla, orta
malları trajedisinin başka bir yönüyle/yüzüyle karşı
karşıya kalmaktadır.
Bir refah devletinde, aşırı üremeyi genişlemelerini/büyümelerini
güvence altına almaya yönelik bir politika olarak
kabul eden belli bir aileyle, dinle, ırkla veya
sınıfla (veyahut da ayırt edilebilir ve birbirine
sıkı sıkıya bağlı herhangi bir grupla) nasıl
ilgileneceğiz? I3 Doğan herkesin orta
mallarında eşit bir hakka sahip olduğu inancı ile
üreme özgürlüğü kavramını bir arada düşünmek,
dünyayı trajik bir eylem biçiminin içine
hapsetmektedir.
Maalesef, bu, tam da Birleşmiş Milletler (BM) tarafından takip
edilen bir eylem biçimidir. 1967 yılının sonunda,
yaklaşık otuz ülke şu konuda anlaştı: "İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi, aileyi toplumun tabiî ve
esaslı bir parçası/birimi olarak tanımlamaktadır.
Buna göre; ailenin genişliğiyle ilgili herhangi bir
tercih ve karar, kesinlikle ailenin kendisine ait
olmak zorundadır; ve böyle bir tercih ve karar,
başka birisi tarafından verilemez."
Bu hakkın geçerliliğini kategorik olarak reddetmeye kalkışmak
zordur. Bu hakkı inkâr ederek bir kimse, kendisini,
17. yüzyıldaki büyücülerin varlığını inkâr eden
Salem, Mas-sachusetts'de iskân eden birisi kadar
huzursuz hisseder; çünkü bugün, liberal çevrelerde,
tabu gibi bir şey, BM'nin eleştirilmesine mani olur.
Onlarda, BM'nin "son ve güzel umudumuz" olduğu, suçu
onda bulmamamız gerektiği şeklinde bir duygu vardır.
Fanatik muhafazakârların (archconservatives)
ekmeğine yağ sürmemeliyiz. Yine de, Robert Louis'in
dediğini unutmayalım: "Arkadaşlar tarafından
gizlenen gerçek, düşmanın en yi silâhıdır." Eğer
bizler, gerçeği seviyorsak, BM tarafından kabul
edilmiş olsa bile, İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi'nin geçerliliğini açık bir şekilde inkâr
etmek zorundayız. Ayrıca, aynı trajik ideali kabul
etmede/benimsemede BM'in izlediği yol ve yöntemlerin
hatasını görmek için, Plânlı Ebeveynlik-Dünya
Nüfusuna (Planned Parenthood- JVorldPo-pulation)
ulaşmaya yönelik çabasında, Kingsley Davis'e
katılmalıyız.
Vicdan Kendi Kendisini Yokediyor
Vicdana başvurarak uzun vadede insanoğlunun üremesini/çoğalmasını
kontrol edeceğimizi düşünmek yanlıştır. Charles
Galton Danvin, dedesinin büyük kitabının 100. yılı
üzerine yaptığı konuşmada bu noktaya dikkat çekti.
Onun iddiası, açıktır ve Danvinyendir.
İnsanlar farklı farklıdır. Üremeyi sınırlandırmaya
başvurulmasıyla birlikte, bazı insanlar, şüphesiz,
başka şeylere başvurmak yerine bahaneye başvurur.
Çok sayıda çocuğu olanlar, hassas vicdanlılara göre,
gelecek neslin daha büyük bir kısmını meydana
getireceklerdir. İki grup arasındaki farklılıklar
nesilden nesle artacaktır.
C. G. Darwin'in kelimeleriyle ifade edelim: "Çocuk yapabilme
içgüdüsünü bu şekilde geliştirmek için yüzlerce
yılın geçeceği pekâlâ söylenebilir. Ne var ki, böyle
bir gelişme olmuş olsaydı bile, doğa öcünü almış
olacak; vicdanının sesini dinleyen insanlar, çocuk
yapma içgüdüsüne sahip olanlarla yer değiştirmiş
olacaktı.If'
Bu iddia, vicdana veya çocuk isteğinin kalıtsal olduğunu -ama
buradaki kalıtsallığm yalnızca oldukça genel dış
görünüş anlamında bir kalıtsallık olduğunu-
varsayar. Bu tutum tohum hücreler yoluyla ister
devredilmiş olsun isterse olmasın, sonuç aynı
olacaktır. (Eğer bir kimse, birincisinde olduğu
gibi, ikinci ihtimali de inkâr ederse, o hâlde,
eğitimin gayesi nedir?) Bu iddia, burada, nüfus
sorunu çerçevesinde ifade edilmiştir; ama toplumun,
-vicdanı sayesinde- genel yarar düşüncesiyle
kendisini alıkoyması için bir orta malını sömüren
bir bireyden ricada bulunduğu örneklerde olduğu
gibi, başka örneklere de uygulanır. Böyle bir yola
başvurmak, vicdanın yarıştan elenmesine sebep olan
eleyici (selective) bir sistemi kurmak demektir.
Vicdanın Patojenik Etkileri
Vicdana başvurmanın uzun vadeli dezavantajı, onu mahkûm etmek için
yeterli olmalıdır ama vicdana başvurma, kısa vadeli
ciddî dezavantajlara da sahiptir. Eğer bir orta
malını sömüren bir kimseye "vicdan adına" bu
sömürüye son vermesini istersek, ona ne söyleriz? Bu
kimse neye kulak asar? Bir kimse, sadece şu an
değil, gecenin bir saatinde, örneğin uykusunun
ortasında, sadece bizim söylediğimiz kelimeleri
değil, farkında olmadan vermiş olduğumuz sözlü
iletişimin dışındaki ipuçlarını da düşünmez mi? Er
veya geç, farkında olarak veya olmayarak, bu kimse,
iki tane ileti aldığını ve bunların birbiriyle
çeliştiğini algılar: (1) (Niyet edilen iletişim)
"eğer bizim istediğimizi yapmazsan, seni, açık bir
şekilde sorumlu bir vatandaş gibi davranmadığın için
mahkûm edeceğiz"; (2) (niyet edilmemiş iletişim)
"eğer bizim istediğimiz gibi davramrsan, bizim
dışımızda-kiler orta mallarını sömürürken, bunu
yapmaktan uzak durabildiğin için seni budala
bularak zımnen mahkûm edeceğiz."
O hâlde, herkes, Bateson'un "iki arada bir derede kalma (double
bind)" olarak adlandırmış olduğu şeye takılıp
kalır. Bateson ve birlikte çalıştığı kimseler,
şizofreninin meydana gelmesinde önemli bir etken
faktör olarak mütalâa etmek için, "iki arada bir
derede kalma"nm makul bir örnek olduğunu ortaya
koymuşlardır.'7 İki arada bir derede
kalma, her zaman bu ölçüde zarar verici olmayabilir,
ama bu duruma maruz kalan kimselerin zihinsel
sağlığını her zaman tehlikeye düşürür. "Kötü bir
vicdan", Nietzsche'nin dediğini gibi, "bir hastalık
türüdür".
Başkalanndaki (bir) vicdanı hatırlamak, denetim
alanını legal/hukukî sınırlarının ötesine taşımak
isteyen bir kimseyi ayartıyor. En yüksek düzeydeki
liderler, bu ayartmaya mağlup olurlar. Geçmiş
kuşakta, sendikalardan yüksek ücretlerle ilgili
taleplerini gönüllü olarak düşürmeleri veya çelik
üreten şirketlerin fiyat tarifeleriyle ilgili
genelgelere gönüllü olarak saygı göstermeleri
konularında başarısızlığa uğramış bir devlet başkanı
olmuş mudur'? Ben böyle bir devlet başkanı
hatırlamıyorum. Bu tür durumlarda kullanılan
retorik, ortak hareket etmeyenlerde suçluluk duygusu
yaratmaya yönelik olarak tasarlanır.
Yüzyıllardır, hiçbir delil olmaksızın, suçluluğun medenî bir
hayatın değerli, belki de kaçınılmaz/vazgeçilmez,
bir parçası olduğu kabul edildi. Şimdi, Freudyen
sonrası dünyada, bundan şüphe duyarız.
Paul Goodman, şunları söylerken, modern bir bakış açısını ortaya
koyar: "Ne zeka, politika ne de merhamet; hiçbir
iyi, bugüne kadar suçluluk duygusundan
kaynaklanmamıştır/ortaya çıkmamıştır. Suçlu,
objeyi/nesneyi değil, sadece kendisini, hatta kendi
menfaatlerini değil, -anlamlı olabilecek olan-
endişelerini dikkate alır."18
Bir kimsenin, endişenin sonuçlarını görmek için profesyonel bir
psikiyatr olması zorunlu değildir. Batı dünyasında
bizler, kısmen yasaklayıcı konularla sürdürülmüş
olan korkunç iki yüzyıldan/Eros [Eski Yunan'da aşk
tanrısı] un Uzun Karanlık Çağları 'ndan daha yeni
çıkıyoruz; ama, belki de bunu eğitimin endişe
yaratan mekanizmaları sayesinde daha etkin bir
şekilde yapıyoruz. Alex Comfort, Endişe Yaratanlar (The
Anxiety Ma/ters)1" adlı kitabında bu
hikâyeyi çok güzel ortaya koyuyor; bu kitapta ortaya
konan hoş hikâyeler, bundan ibaret de değildir.
Delil bulmak zor olduğu için, bizler, endişenin sonuçlarının, belli
bakış açılarından bakıldığında, bazen arzu
edilebilir sonuçlar olabildiğini bile kabul
edebiliriz. Sormamız gereken daha kapsamlı soru
şudur: Bir politika sorunu olarak; (niyet edilmese
de) yönelimi psikolojik olarak patojenik olan bir
tekniğin kullanımını da desteklemeli miyiz?
Günümüzün sorumlu ebeveynlerinden çok şey duyuyoruz;
bu durumu ifade eden kelimelerden oluşan bir ibare,
doğum kontrolüne kendisini adamış bazı
organizasyonların isimlerinde bir araya
getirilmektedir. Bazı insanlar, ülkenin (dünyanın)
üreyenlerine/ çocuk sahibi olanlarına sorumluluk
aşılamak için yoğun propaganda kampanyalarını
önermiştir. Ama vicdan kelimesinin anlamı nedir?
Hatırı sayılır ölçüde cezalandırmaların olmadığı
bir durumda, sorumluluk kelimesini kullandığımız
zaman, bir orta malının kullanımında özgür olan bir
insanı kendi menfaatlerine karşı hareket etmesi için
yıldır-mış oluyor muyuz? Sorumluluk, hatırı sayılır
ölçüde karşılıksız bir şey için sözlü bir kalıp;
hiçbir şey elde etmemek için yapılan bir
çabadır/girişimdir.
Eğer sorumluluk kelimesi mutlaka kullanılacaksa, bu kelimenin
anlamının Charles Frankel'in onu kullandığı gibi20
olması gerektiğini düşünüyomm: "Sorumluluk", der bu
filozof, "kat'î sosyal düzenlemelerin bir ürünüdür".
Frankel'in -propaganda değil de-sosyal düzenlemeler
istediğine dikkat ediniz.
Karşılıklı Olarak Üzerinde Anlaşılmış Müşterek Zorlama
Sorumluluk yaratan sosyal düzenlemeler, bir tür
zorlama yaratan düzenlemelerdir. Banka soymayı
dikkate alınız. Bir bankadan para alan/çalan kimse,
sanki banka bir orta malıymış gibi eylemde bulunur.
Böyle bir eylemi nasıl önleriz? Açıkçası, sadece bu
kimseye sözlü olarak sorumluluğunu hatırlatıp bu kimsenin
davranışını kontrol etmeye uğraşarak bu eylemi
önleyemeyiz. Propagandaya güvenmek yerine,
Frankel'in kılavuzunu takip ederek bir bankanın bir
orta malı olmadığında ısrar ederiz; bankayı orta
malı olmaktan alıkoyacak kat'î sosyal düzenlemeleri
ararız. Bu sebeple, soygunculuk yapanların
özgürlüğüne tecavüz etmemizi, ne inkâr ederiz ne de
bundan esef duyarız.
Banka soymanın ahlâkîliğini, açıkçası, anlamak kolaydır zira, bu
etkinliğin tamamen yasaklanmasını kabul ederiz.
İstisna gözetmeksizin, "Bankaları soymayacaksınız!"ı
söylemeyi istiyoruz. Ama itidal/ölçülülük de zorla(ma)
ile yaratılabilir. Vergilendirme, güzel bir
zorlayıcı araçtır. Şehir merkezlerinde park
yapanları park alanını kullanmada itidalli
davranmaya sevk etmek için, kısa süreli yapılan
parklar için park sayaçları; daha uzun süreli
yapılan parklar için trafik cezaları belirleriz.
Gerçekte, bir vatandaşı istediği kadar uzun bir süre
park yapmaktan menetmeye ihtiyacımız yoktur;
ihtiyacımız olan tek şey, bu vatandaşın park
etmesinin karşılığını artan bir şekilde
pahalılaştırmaktır. Yasaklama yoktur ama bizim ona
teklif ettiğimiz seçenekler, dikkatli bir şekilde
tarafgir seçeneklerdir. Madison Bulvarı'nda yaşayan
bir kimse bu ikna yöntemini eleştirebilir; ben,
zorlama kelimesini daha geniş anlamda kullanmayı
tercih ederim.
Zorlama, şimdilerde pek çok liberal için hoş olmayan bir kelimedir;
ama ilânihaye böyle olması gerekmez. Küfürlerde
olduğu gibi, bu kelimenin nahoşluğu, akla müracaat
edilerek giderilebilir; mazeret göstermeden veya
sıkılmadan, bıkmadan usanmadan bunun üzerinde
durulabilir. Pek çok kimse için zorlama kelimesi,
soğuk ve sorumsuz bürokratların keyfî kararlarını
ima eder, ama bu, kelimenin anlamının zorunlu bir
parçası değildir. Benim önerdiğim tek zorlama türü,
müşterek zorlama (mutual coercion), yani
(zorlamadan) etkilenen/etkilenmiş insanların
çoğunluğunun karşılıklı olarak üzerinde anlaşmaya
vardıkları bir zorlamadır.
Zorlama için karşılıklı olarak anlaştığımızı söylemek, bundan
hoşnut olmamız veyahut da ondan hoşnutmuşuz gibi
davranmamız gerektiğini söylemek değildir.
Vergilerden kim hoşlanır'? Hepimiz vergilerden
şikâyet eder dururuz. Ama zorunlu vergileri kabul
ederiz çünkü zorunlu vergilerin vicdansızları
kayıracağını fark ederiz. Orta mallarının
korkusundan kaçmak için vergileri ve diğer zorlayıcı
araçları kurumsallaştırır ve (homurdanarak da olsa)
destekleriz.
Orta malarına
yönelik bir alternatifin, tercih etmek için mükemmel
bir şekilde âdil olan bir alternatif olmasına gerek
yoktur. Gayrimenkul ve diğer maddî mallarda bizim
seçmiş olduğumuz alternatif, hukukî mirasla birlikte
özel mülkiyet kurumudur. Bu sistem mükemmel bir
şekilde âdil midir? Genetik olarak eğitilmiş bir
biyolog olarak ben, bu kurumun âdil olduğunu kabul
etmiyorum. Bana, eğer bireysel mirasta mutlaka
farklılıklar olacaksa; hukukî zilyetliğin (possession)
biyolojik kahtımla/irsî vasıfla mükemmel bir
şekilde korelasyona/ilişkiye sahip olması gerekiyor
yani mülkiyet ve gücün bekçileri olmaya biyolojik
olarak daha uygun olanların hukukî olarak daha fazla
mirasa sahip olması gerekiyor gibi gözüküyor. Ama
genetik yeni gen/çapraz gen oluşturma, hukukî
mirasla ilgili kanunlarımızda gizli "tıpkı babasına
çekmiş" öğretisini sürekli olarak boşa
çıkarır/gülünç düşürür. Ahmak birisi, milyonlarca
lira miras elde edebilir; ve emanette tutulan bir
mülk onun mülkünü aynen muhafaza edebilir. Bizler,
özel mülkiyetle ilgili hukukî sistemimizin
adaletsiz olduğunu kabul etmek zorundayız -ama, buna
tahammül ederiz, çünkü, şu an itibariyle, başka bir
kimsenin bundan daha iyi bir sistem icat etmiş
olduğuna ikna olmuş değiliz. Orta mallarının
alternatifini tasavvur etmek, çok korkunç bir
şeydir. Adaletsizlik toptan yıkıma/felâkete tercih
edilebilir.
Bu, reform ve bir çifte standart tarafından düşüncesiz bir şekilde
idare edilen statüko (status quo) arasındaki
savaşın/mücadelenin hususiyetlerinden birisidir. Ne
zaman ki, bir reform önlemi önerilir; reformun
muhalifleri, zafer kazanmış bir şekilde onda bir
kusur keşfettikleri zaman, bu reform önerisine çoğu
kere mani olunur. Kingsley Davis'in işaret etmiş
olduğu gibi;21 statükonun sadık kulları,
bazen, tarihî gerçeğin aksine, oybirliğine dayalı
bir anlaşma olmaksızın bir reformun mümkün
olmadığını ima ederler. Anlayabildiğim kadarıyla,
önerilen reformların otomatik (olarak) reddi, iki
bilinçsiz varsayımdan birisine dayandırılır: (1)
Statüko, mükemmeldir; veya (2) karşı karşıya
olduğumuz tercih, reform ile eylemsizlik
arasındadır; eğer önerilen reform mükemmel değilse,
mükemmel bir öneriyi beklerken, galiba, hiçbir
eylemde bulunmamamız gerekir.
Ne var ki, hiçbir şey yapmadan duramayız. Binlerce yıldır yapmış
olduğumuz şey de eylemdir. Bu eylemler, gayriahlâkî
şeyleri de beraberinde getirir. Statükonun eylem
olduğunun bir kez farkına vardığımızda, o zaman,
statükonun keşfedilebilir avantajları ve
dezavantajlarıyla önerilen reformun avantajları ve
dezavantajlarını, deneyim yoksunluğumuzu
olabildiğince gözardı ederek karşılaştırabiliriz.
Böyle bir karşılaştırmaya dayalı olarak, sadece
mükemmel sistemlerin hoş görülebilir olduğu
şeklindeki işe yaramayan bir varsayımı içermeyecek
rasyonel bir karar alabiliriz.
Acil İhtiyacın Teşhisi
İnsan nüfusu problemleriyle ilgili bu tahlilin en basit özeti belki
şudur: Orta malları, mutlaka savunulacaksa, sadece
düşük nüfus yoğunluğu şartlarında savunulabilir.
İnsan nüfusu arttıkça, orta mallarının değişik
yönleri sırayla terk edilmek zorunda kalınmıştır.
Birincisi, tarım alanlarını çevirerek ve avlanma ile balık tutma
alanlarını sınırlandırarak, gıda teminindeki orta
mallarını terk ettik. Bu smırla(ndır)malar, dünyanın
her tarafında bugün bile hâlâ tamamlanmış değildir.
İkincisi, biraz daha sonraki bir dönemde, atıkları bertaraf etme
alam olarak kullandığımız orta mallarının terk
edilmiş olduğunu gördük. Ev için lâğım pisliğinin
bertaraf edilmesi üzerine getirilen
sınırlandırmalar, Batı dünyasında yaygm bir şekilde
kabul edilmektedir; hâlen otomobiller, fabrikalar,
böcek spreyleri, gübreleme işlemleri ve atom
enerjisi tesisleri tarafından kirletilen orta
mallarını sona erdirmeye uğraşıyoruz.
Yine de, daha iptidaî/gelişmemiş bir durumda, orta
mallarının zararlarını fark etmemiz memnuniyet
vericidir. Kamusal ortamda ses dalgalarının
yayılmasının üzerinde neredeyse hiçbir sınırla(ndır)ma
yoktur. Alışveriş yapan/çarşıya çıkan halk, rızası
olmaksızın, itinasız/savruk müzik parçaları
tarafından taciz edilmektedir. Hükümetimiz, bir
sahilden diğer sahile yolcularını üç saat daha hızlı
taşıyacak süpersonik (sesten daha hızlı gidebilen)
taşıma aracı icat etmek için milyonlarca dolar
harcamıştır; oysa bu araç, taşıdığı her bir insan
için elli bin insanı rahatsız edecektir.
Reklâmcılar, radyo ve televiz-
yon yayın organlarını anlaşılmaz hâle getirirler ve seyahat
edenlerin bakış açılarını kirletirler. Eğlence
konularındaki orta mallarını ortadan kaldırmak için
katetmemiz gereken daha çok yolumuz var. Bu, püriten
[ahlâk ve din hususunda çok titiz] mirasımızın bize
günah bir şey olarak haz veya erdemin bir işareti
olarak elem veren (yani, reklâm kirliliği) bir
bakış açısını sağlamasından dolayı mı böyledir?
Orta mallarının her yeni kuşatması, bir kimsenin kişisel
özgürlüğünün ihlâlini içerir. Uzak geçmişte yapılan
ihlâller, kabul görmektedir; zira, hiçbir çağdaş, bu
ihlâllerden kaynaklanan bir kayıptan dolayı
yakmmamaktadır. Bizim titizlikle karşı çıktığımız
şey, yeni önerilen ihlâllerdir; ortalık, "hak" ve
"özgürlük" çığlıklarından geçilmiyor. Ama, özgürlük
ne anlama geliyor? İnsanlar, hırsızlığa yönelik
kanunları çıkarma konusunda karşılıklı olarak
anlaştıklarında, insanoğlu daha özgür hâle geldi; en
azından varolan durum muhafaza edildi. Orta malları
mantığına hapsedilen bireyler, sadece evrensel bir
felâkete/yıkıma sebep olmak için özgürdür; bu
insanlar, karşılıklı/müşterek zorlamanın önemini bir
kez anladıklarında, başka amaçlan takip etmek için
özgür hâle gelirler. "Özgürlük, acil ihtiyacın
teşhisidir" diyen kimsenin Hegel olduğuna
inanıyorum.
Şimdilerde teşhis etmek zorunda olduğumuz acil ihtiyacın en önemli
yönü, üremedeki orta mallarının terk edilmesiyle
ilgili zorunluluktur. Hiçbir teknik çözüm, aşırı
nüfusun beraberinde getireceği elemlerden bizi
kurtaramaz. Üreme özgürlüğü, bizi tamamen felâkete
götürecektir. Bugün, sert tedbirlerden kaçınmak
için, birçoğumuz vicdanlı ve sorumlu ebeveynliğin
propagandasını yapmak için ayartılıyoruz. Bu
ayartmaya karşı durulması zorunludur; çünkü bağımsız
bir şekilde eylemde bulunan vicdanlara müracaat
etmek, uzun vadede bütün vicdanların kaybolması ve
kısa vadede endişede bir artış için bir seçim yapmak
demektir.
Muhafaza edebildiğimiz ve eğitebildiğimiz/öğretebildiğimiz yegâne
yol, başka ve daha değerli özgürlüklerimiz için
üreme özgürlüğümüzden feragat etmek ve bunu da en
kısa zamanda yapmaktır. "Özgürlük, acil ihtiyacın
teşhis edilmesidir" -ve bu, üreme özgürlüğünü terk
etme zorunluluğunu herkese göstermek için eğitimin
görevidir. Sadece böyle yapılırsa, orta mallarının
trajedisinin bu yönüne bir son verebiliriz.
Çeviren:
Yusuf Şahin
|