Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Orta Malların Trajedisi 

Garrett HARDIN 

Nükleer savaşın geleceği üzerine yazılmış düşünce ve araştırma mahsulü bir makale­nin sonucunda J. B. VViesner ve H. F. York şu sonuca varıyorlardı: "Silâh yarışındaki her iki taraf da sürekli olarak artan askerî güç ve yine sürekli olarak azalan ulusal güvenlik ikilemi (dilemma) ile karşı karşıya kalır. Nihaî profesyonel değerlendirmemiz, bu ikile­min teknik bir çözümünün olmadığı şeklindedir. Eğer büyük güçler, sadece bilim ve teknoloji alanında çözüm aramaya devam ederlerse; sonuç, durumun daha da kötüleş­mesi şeklinde olacaktır." 

Dikkatlerimizi, makaledeki (nükleer [silâhların varolduğu] bir dünyadaki ulusal gü­venlik) konusu üzerine değil, yazarların ulaştıkları sonucun biçimi, yani soruna yönelik teknik bir çözümün bulunmadığı üzerinde yoğunlaştırmak istiyorum. Profesyonel ve yarı popüler bilimsel dergilerde yayımlanmış tartışmaların gizli ve neredeyse evrensel varsayımı şudur: Tartışılan sorun, teknik bir çözüme sahiptir. Teknik bir çözüm, sadece, insanî değerlerin veya ahlâkîlikle ilgili fikirlerin değişme şekliyle ilgili çok az şey talep eden veya hiçbir şey talep etmeyen tabiî bilimlerin tekniklerindeki bir değişimi/değişik­liği gerektiren bir şey olarak tanımlanabilir.

(Daha önceki dönemlerde olmasa da) günümüzde teknik çözümler, her zaman hüsnü kabul görür. Bundan önce yapılmış kehanetlerdeki başarısızlıklardan dolayı, istenen/ arzulanan teknik bir çözüm yolunun mümkün olmadığını iddia etmek cesaret ister. VViesner ve York, bu cesareti gösterdiler; bilimsel bir dergide makalelerini yayımlaya­rak, soruna yönelik çözümün tabiî bilimlerde bulunmadığı üzerinde ısrar ettiler. Onlar, "nihaî profesyonel yargımızdır" ibaresiyle, ihtiyatlı bir şekilde ifadelerini yumuşattılar. Onların haklı olup olmadıkları, bu makalenin ilgi alanına girmemektedir. Onun yerine, bu makale, "teknik çözüm yollan olmayan sorunlar" şeklinde nitelendirilebilecek beşerî sorunlar kümesiyle ve daha spesifik olarak bu sorunlardan birisinin tanımlanması ve tartışılmasıyla ilgilidir.

Bu sorunlar kümesinin boş [hiçbir elemanı olmayan] bir küme olmadığını göstermek kolaydır. Üç kare oyununu [dokuz kareli bir şekil üzerinde iki kişi sıra ile birer işaret koyarlar; kendi üç işaretini yan yana getirebilen kazanır] hatırlayınız. "Üç kare oyununu nasıl kazanabilirim?" sorusunu/sorununu dikkate alınız. Eğer ben, rakibimin oyunu mükemmel bir şekilde anladığım varsayarsam, (oyun teorisinin kurallarına göre) oyunu kazanamayacağım aşikârdır. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse; soruna yönelik "teknik bir çözüm" yoktur. Ben, sadece, "kazanma (win)" kelimesine radikal bir anlam vererek oyunu kazanabilirim. Rakibimin kafasına vurabilir veya puanları tahrif edebili­rim. Benim, oyunu "kazandığım" her yol ve yöntem, sezgisel olarak anladığımız gibi, bir yönüyle, oyunun terk edilmesini içerir. (Ben, tabiî ki, -oynamayı reddederek- oyunu açık bir şekilde de terk edebilirim. Bu, çoğu yetişkinin yaptığı şeydir.) 

"Teknik çözümleri olmayan sorunlar" kümesinin elemanları vardır Benim tezim şudur: Geleneksel olarak anlaşıldığı gibi, "kirlilik sorunu", bu kümenin bir elemanıdır. Bu so­runun geleneksel olarak nasıl anlaşıldığı, biraz açıklığa kavuşturulmaya muhtaçtır. Nü­fusun hızlı artışından rahatsız olan pek çok insanın, bugün keyfini çıkardıkları ayrıcalık­lardan hiçbirisinden feragat etmeksizin, nüfus fazlalılığmın zararlarından/olumsuz yan­larından kaçınmanın bir yolunu bulmaya uğraştıklarım söylemek yanlış olmaz. Bu in­sanlar, denizleri ekip biçmenin veya yeni tahıl türleri/cinsleri geliştirmenin-teknolojik olarak- sorunu çözeceğini düşünüyorlar. Ben, burada, bu insanların aradıkları çözümün bulunamayacağım göstermeye uğraşıyorum. Nüfus fazlalığı sorunu, aynen üç kare oyu­nunun kazanılmasıyla ilgili sorunda olduğu gibi, teknik bir yolla çözülemez. 

Neyi En Çoğa Çıkaracağız? 

Nüfus, Malthus'un dediği gibi, tabiatıyla "geometrik olarak" veya, şimdi bizim söy­leyecek olduğumuz gibi, üstel olarak (exponentially) artma eğilimindedir. Sınırlı/sonlu bir dünyada, bu, dünyanın kişi başına düşen faydalarının azalmak zorunda olduğu anla­mına gelir. Dünyamız sınırlı/sonlu bir dünya mıdır?


Dünyanın sonlu olduğu veya dünyanın sonlu olmadığını bilmediğimiz şeklindeki bakış açıları, makul bir savunma olarak ileri sürülebilir. Ne var ki, yakın gelecekteki teknolojilerle birlikte, gelecek birkaç kuşak içinde karşılaşmamız kaçınılmaz pratik so­runlar yönünden bakıldığında; eğer yakın bir gelecekte, dünyaya ait insan nüfusu için mevcut dünyanın sonlu olduğunu varsaymazsak, beşerî felâketleri büyük ölçüde artıra­cağımız açıktır. "Uzay" bir kurtuluş değildir. 

Sınırlı bir dünya, sadece sınırlı bir nüfusu destekleyebilir; dolayısıyla, nüfus büyü­mesi/artışı, eninde sonunda, sıfıra eşit olmak zorundadır. (Sıfırın altında veya üstünde sürekli geniş dalgalanmaların olduğu durum, tartışılması gerekmeyen önemsiz bir değiş­ke (yariant) dir.) Bu şart sağlandığında, insanoğlunun durumu ne olacaktır? Bilhassa, Bentham'ın "en fazla sayıda insan için en fazla fayda" gayesi, gerçekleşebilir mi? 

İkisi de birbirinden bağımsız iki sebepten dolayı gerçekleşmez. Birincisi teoriktir. Aynı anda iki (veya daha fazla) değişkeni en çoğa çıkarmak/maksimize etmek, matema-

tiksel olarak mümkün değildir. Bu durum, von Neumann ve Morgenstern3 tarafından açık bir şekilde ifade edildi; ama bu prensip, en azından D'Alembert (1717-1783)'e kadar geriye giden, kısmî diferansiyel/türevsel eşitlikler teorisinde gizlidir. 

İkinci sebep, doğrudan doğruya biyolojik gerçeklerden kaynaklanmaktadır. Her­hangi bir organizma, yaşamak için bir enerji kaynağına (örneğin, gıdaya) sahip olmak zorundadır. Bu enerji, sadece iki amaç için kullanılır: Hayatı devam ettirme ve çalış­ma/iş. İnsan için hayatın devam ettirilmesi bir günde yaklaşık bin altı yüz kilo kaloriyi (yani "hayatı devam ettirme kalorisi (maintenance calories)"m gerektirir. Bir kimse­nin, sadece canlı kalmanın ötesinde yaptığı herhangi bir şey, iş olarak tanımlanacaktır; ve bu kişi, aldığı "iş kalorileri (work calories)" tarafından desteklenir. İş kalorileri, sadece bizim günlük konuşmamızda kastettiğimiz şeyler için kullanılmaz; iş kalorile­rine, aynı zamanda, yüzme ve otomobil sürmeden müzik söyleme ve şiir yazmaya kadar, eğlence kaynağının bütün çeşitleri için de ihtiyaç duyulur. Eğer gayemiz nüfusu en çoğa çıkarmaksa, yapmak zorunda olduğumuz şey açıktır: Kişi başına iş kalorileri­ni mümkün olduğu kadar sıfıra yaklaştırmak zorundayız. Leziz yemekler yok; seya­hatlere paydos; spora, müziğe, edebiyata, sanata elveda; ...vs. Bir akıl yürütmeye baş­vurmaksızın veya ortada bir delil olmadan, nüfusu en çoğa çıkarmanın faydaları en çoğa çıkarmadığını herkesin kabul edeceğini düşünüyorum.

Bu sonuca ulaşırken, bildik/alışıldık varsayımı yapmıştım: Sorun olan enerjinin elde edilmesidir. Atom enerjisinin ortaya çıkışı, bazılarını, bu varsayımı sorgulamaya sevk etmiştir. Ne var ki, enerjinin sınırlı/sonlu bir kaynak olduğu dikkate alındığında, nüfus artışı kaçınılmaz bir sorunu yine de beraberinde getirir. Enerjinin elde edilmesi sorunu, J. H. Fremlin'in oldukça zekice göstermiş olduğu gibi,4 enerjinin kaybolması (dissipati-on) sorunuyla yer değiştirir.

Optimum nüfus, o hâlde, en yüksek değerden/maksimumdan daha azdır. Optimumu tanımlamak oldukça güçtür; bildiğim kadarıyla, bugüne kadar, hiç kimse bu sorunu ta­mamen çözememiştir. Kabul edilebilir ve dengeli bir çözüme ulaşma, kesinlikle, bir kuşaktan daha fazla sürecek olan, oldukça zor analitik çalışmaları -ve hatta ikna çabala­rını- gerekli kılacaktır. 

Bizler, kişi başına en fazla faydayı istiyoruz; ama, fayda nedir? Fayda, bir kimseye göre el değmemiş bölgelerdir; bir başkasına göre de kilometrelerce kayak yapmadır; bir kimseye göre balık avcılarının avladığı ördeklerin yaşadıkları haliçlerdir; bir başkasına göre de fabrika alanıdır. Bir faydayı diğeriyle karşılaştırma, bizim genellikle söylediği­miz gibi, imkânsızdır, çünkü faydalar, ölçülebilir şeyler değildir. Ölçülemeyenler, karşı­laştırılamazlar.


Bu, teorik olarak doğru olabilir; ama, gerçek hayatta ölçülemeyenler ölçülebilir. Sa­dece bir değerlendirme kriterine ve ağırlık/bağıl değer verme (weighting) ile ilgili bir sisteme ihtiyaç duyulur. Tabiattaki kriter hayatta kalmadır (survival). Bir tür için küçük ve gizlenebilir olmak mı, yoksa büyük ve güçlü olmak mı daha iyidir? Tabiî ayıklanma (seiection), ölçülemeyenleri ölçmektedir. Elde edilen uzlaşma, değişkenlerin değerleri ile ilgili doğal bir ağırlık/bağıl değer vermeye bağlıdır.
 

İnsan, bu süreci taklit etmektedir. Hakikaten, insanın bilinçsiz bir şekilde zaten bunu yaptığında şüphe yoktur. Ne zaman ki, gizli iradeler (kararlar) aşikâr hâle gelir; tartışma­lar o zaman başlar. Yıllardır devam eden sorun, ağırlık/bağıl değer vermenin kabul edi­lebilir bir teorisinin ortaya konulmasıdır. İşbirliğine sayalı (synergistic) etkiler, lineer/ doğrusal olmayan değişim ve geleceği hesaba katmadaki güçlükler, entellektüel sorunu, (prensip olarak) çözülemez hâle getirmese bile, güçleştirir.

Herhangi bir grup, bugün, bu pratik sorunu, sezgisel bir düzeyde bile olsa, çözmüş müdür? Basit bir gerçek,.hiç kimsenin çözmediğini bize söyler: Bugün, dünyada, sıfır büyüme oranına sahip olan -ve bu oranı belli bir süre sürdürmüş olan- müreffeh bir nüfus bulunmamaktadır. Sezgisel olarak optimum noktasını belirlemiş herhangi bir in­san, çok geçmeden bu düzeye ulaşacaktır. Bunu takiben, büyüme oranı sıfır olur ve o seviyede kalır. 

Tabiî ki, pozitif büyüme oram, bir nüfusun optimumun altında olduğunun delili ola­rak alınabilir. Ne var ki, herhangi bir makul standart sayesinde görürüz ki, bugün, yeryü­zündeki en hızlı büyüyen nüfuslar, (genellikle) en acınacak hâlde olanlardır. (Sabit ol­ması gerekmeyen) bu bağlantı, bir nüfusun pozitif büyüme oranının, eninde sonunda, optimum seviyesine ulaşmak zorunda olduğunun bir delili olduğu şeklindeki iyimser varsayım konusunda şüphe uyandırmaktadır. 

Bizler, pratik demografı alanında Adam Smith'in ruhunu tamamen kovana kadar, optimum nüfus büyüklüğüne yönelik çalışmalarda oldukça az bir ilerleme kaydedebili­riz. İktisadî işlerde, Milletlerin Zenginliği {The Wealth ofNations) (1776), "görünmez el"i; "sadece kendi çıkarını kollayarak işe koyulan" bir insanın, güya "görünmez bir el yardımıyla.. .kamu yararına hizmet ettiği" düşüncesini popüler hâle getirdi.5 Adam Smith, ve belki de onu takip edenlerden hiçbir kimse, bunun sürekli bir doğru olduğunu iddia etmedi; ama Smith, rasyonel tahlile dayalı pozitif eylemle ilişkilendirildikten sonraki baskın bir düşünce biçimine, yani bireysel olarak ulaşılan kararların, hakikaten, bütün toplum için en iyi kararlar olacağını varsayma eğilimine katkıda bulundu. Eğer bu varsa­yım doğruysa, bizim, bugünkü yeniden üretimdeki laissezfaire politikamızın devamını haklılaştınr. Eğer bu varsayım doğruysa, bizler, insanların, optimum nüfusu elde etmek için bireysel doğurganlıklarını kontrol edeceklerini varsayabiliriz. Eğer bu varsayım doğru değilse, bizler, hangilerinin savunulabilir olduğunu anlamak/görmek için bireysel öz­gürlüklerimizi yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç duyarız. 

Bir Orta Malındaki Özgürlüğün Trajedisi 

Nüfus kontrolünde görünmez elin işlemediğinin ortaya konulması, William Foster Lloyd (1794-1852) adındaki bir matematik amatörü tarafından 1833 yılında yazılan ne­redeyse hiç bilinmeyen bir broşürde ilk defa tasvir edilen bir senaryoda aranmalıdır.6 Biz, bu senaryoyu, "trajedi" kelimesini Whitehead'in kullandığı gibi kullanarak, pekâlâ "orta mallarının trajedisi" olarak nitelendirebiliriz7: "Dramatik trajedinin esası, mutsuzluk değildir; bu esas, şeylerin amansız/sürekli çalışmasının ihtişamı içinde süregelir/ daima mevcut olur." Whitehead, daha sonra, şöyle devam etmektedir: "Kaderin bu kaçı­nılmazlığı, insan hayatı yönünden, sadece hakikaten mutsuzluk içeren vak'aları yoluyla izah edilebilir. Çünkü, sadece önemsiz (ikinci derecede) vak'alardır ki, kaçışın faydasız-lığı piyeste/oyunda aşikâr hâle getirilebilir." 

Orta mallarının trajedisi bu şekilde gelişir. Herkese açık bir mera hayal ediniz. Her çobanın mümkün olduğu kadar fazla sayıda sığırı merada otlatmaya gayret göstereceği beklenmelidir/beklenir. Böyle bir düzenleme, yüzyıllar boyunca tatminkâr ve gayet ma­kul bir şekilde çalışabilir/iş görebilir; çünkü kabile savaşları, avlanmayı yasaklama ve hastalık, gayet güzel bir şekilde hem insanların hem de hayvanların sayısını, toprağın taşıma kapasitesinin altında tutar. Ne var ki, nihaî olarak, hesaplaşma günü, yani çok arzulanan sosyal istikrar gayesinin gerçek olduğu gün gelir. Bu noktada, orta mallarının tabiatında saklı olan mantık, sürekli olarak trajedi yaratır.

Rasyonel bir varlık olarak her bir çoban, çıkarını en çoğa çıkarmaya uğraşır. Açık veya gizli bir şekilde, az veya çok bilinçli bir şekilde her bir çoban, "Sürüme ilâve bir hayvan eklememin bana sağlayacağı fayda nedir?" diye sorar. Bu fayda, birisi pozitif diğeri de negatif olan iki unsura sahiptir.

(1) Pozitif unsur, bir hayvan artışının bir fonksiyonudur. Çünkü çoban, ilâve hayva­nın satışından elde edilen gelirlerin tamamına sahip olur; pozitif fayda, neredeyse +1 'dir.

(2) Negatif unsur, sürüye katılan son hayvanın sebep olduğu ilâve aşırı otlatmanın bir fonksiyonudur. Çünkü aşırı otlatmanın etkileri, bütün çobanlar tarafından paylaşılır. Belirli bir karar alıcı çoban için negatif fayda, sadece -1 'in küçük bir kısmıdır. 

Bu unsuru kısmî faydalarına ilâve eden rasyonel bir çoban şu sonuca varır: Takip etmem için tek makul yol, bu sürüye başka bir hayvan daha eklemektir. Bu mantık yürüt­me böyle devam eder gider... Ama bu sonuç, orta mallarını paylaşan her bir ve her çoban tarafından ulaşılan bir sonuçtur. Orada trajedi olur. Her bir çoban, kendisini (sınırlı bir dünyada) sınırsız bir şekilde sürüsünü artırmaya zorlayan bir sistemin içine kıstırılır. Herkesin koşarak gittiği varış noktası/gaye, felâkettir; bu kişiler, orta mallarının serbest­çe kullanılmasına inanan bir toplumda kendileri için en iyi çıkar ne ise, onun peşinde koşan insanlardır. Orta mallarının serbestçe kullanımı, herkesi iflâsa götürür.

Bazıları, bunun basmakalıp bir söz olduğunu söyleyecektir. Keşke, onların dediği doğru olsaydı! Bir anlamda, bu, binlerce yıl önce öğrenildi; ama tabiî ayıklanma, psiko­lojik inkârla ilgili güçleri himaye eder.8 Birey, bireysel olarak, gerçeği inkâr etme kabi­liyetinden fayda elde eder; oysa, bu bireyin bir üyesi olduğu toplum, bir bütün olarak bundan zarar görür. Eğitim, yanlış şey yapmak için varolan tabiî temayülü etkisizleştire-bilir; ama, nesillerin önlenemez/durdurulamaz ardıllığı/art arda gelmesi, bu bilgi tabanı­nın sürekli taze tutulmasını gerektirir. 

Leominster, Massachusetts'de birkaç yıl önce meydana gelen basit bir olay, bilginin nasıl geçici olduğunu göstermektedir. Yılbaşı alışveriş sezonu boyunca, şehir merkezle­rindeki park sayaçları, plâka okumaya mani olan plâstik torbalarla kaplıydı: "Yılbaşı sonrasına kadar açmayınız. Ücretsiz park etme, belediye başkanı ve meclisinin iznine tâbidir." Bir başka ifadeyle, şehrin ileri gelenleri, vatandaşları hâlihazırdaki kıt alan için artan talep beklentisiyle karşı karşıya bırakarak, orta malları sistemini yeniden kurum-sallaştırdı. (İstihza ile bizler, bu kimselerin, bu geriletici/yozlaştırıcı kanun yüzünden kaybettikleri oylardan daha fazlasını kazandıkları konusuna şüpheyle yaklaşırız.)

Orta mallarının mantığı, belki, tarımın keşfinden veya gayrimenkullerde özel mülki­yetin icadından dolayı, uzun süre, buna benzer bir şekilde anlaşılmıştır. Ne var ki, bu mantık, sadece yeterli bir şekilde genelleştirilemeyen özel vak'alarda anlaşılır. Bugün dâhi, Batı bölgelerindeki ulusal topraklan kiralayan çobanlar, kararsız bir anlayıştan başka bir tavır ortaya koymuyorlar; federal idareleri, aşırı otlatmanın erozyona ve zararlı otların hâkimiyetine sebep olduğu noktaya kadar, nüfusu artırma konusunda sürekli sı­kıştırıyorlar. Aynı şekilde, dünya okyanusları, orta malları felsefesinin varlığını sürdür­mesinden zarar görmeye devam etmektedir. Deniz kıyılarındaki uluslar, hâlâ otomatik olarak "denizlerin serbestçe kullanımı" sloganına sarılırlar. Bu ülkeler, "okyanusların sonu gelmez/tükenmez kaynaklarf'na inandığını beyan ederek, balık ve balina türleri tükenmeye yüz tuttuktan sonra türleri hatırlarlar.9

Ulusal parklar, orta malları trajedisinin cari olduğu başka bir örneği ortaya koyar. Bugün, bu parklar, hiçbir sınırlamaya tâbi olmaksızın, herkese açıktır. Nüfus, hiçbir sı­nır olmaksızın büyüyor gibi gözüküyor; ne var ki, parkların kendisi genişlik olarak sınır­lıdır-bunun istisnası Yosemite Vadisi'dir. Ziyaretçilerin parklarda aradıkları değerler, sürekli olarak erozyona uğratılmaktadır. Açıkçası, bizler, en kısa zamanda parklara orta mallan muamelesi yapmaktan vazgeçmek zorundayız; veya bu parklar hiç kimse için bir değer ifade etmeyecektir. 

Ne yapacağız? Birkaç seçeneğimiz vardır. Bu parkları, özel mülkiyet olarak satıp elden çıkarabiliriz; kamusal mülkiyet olarak muhafaza edebilir ancak, buralara giriş hak­kını tahsis edebiliriz. Tahsis, ihale sistemi kullanılarak, zenginlik temeline dayalı olarak yapılabileceği gibi, üzerinde anlaşılmış bazı standartlar yardımıyla tanımlanabilecek şe­kilde, yetenek temeline dayalı olarak da yapılabilir. Veya bu tahsis, uzun kuyrukların oluşması durumunda, ilk gelen ilk hizmeti alır şeklindeki bir idare anlayışına dayanabi­lir. Bu yöntemlerin hepsinin itiraz edilebilir yöntemler olduğunu düşünüyorum. Ama, bizler, bu yöntemlerden birisini seçmek veya ulusal parklar olarak nitelendirdiğimiz orta mallarının tahribine razı olmak zorundayız.

Kirlilik 

Orta mallarının trajedisi, ters yönde, kirlilik sorunlarında yeniden ortaya çıkar/çık­maktadır. Burada sorun, bir şeyi orta mallarının dışına çıkarma sorunu değildir; sorun olan, bir şeyin orta mallarının içinde değerlendirilmesidir: Kanalizasyonun veya kim­yevî, radyoaktif ve sıcak atıkların suya bırakılması; zararlı ve tehlikeli dumanların hava­ya salınması; dikkati dağıtan, hoş olmayan reklâm işaretlerinin sürücülerin görüş sahası­na yerleştirilmesi gibi. Fayda hesaplamaları, öncekilere fazlasıyla benzemektedir. Rasyonel insan, orta mallarına bıraktığı atıkların maliyetinin kendisine düşen payını, bu atıkları salıverme yerine arıtma durumunda ortaya çıkacak maliyetin kendisine düşen payından daha düşük bulur. Çünkü bu, herkes için doğrudur; sadece bağımsız, rasyonel, özgür girişimciler olarak davrandığımız sürece, bu durum devam eder; hepimiz, "kendi yuvamızı pisleten" bir sistemin içinde kıstırılırız. 

Bir mal sepeti olarak orta mallarının trajedisi, özel mülkiyet veya biçimsel olarak buna benzeyen bir şey tarafından bertaraf edilir. Ama etrafımızdaki hava ve suya kolay­ca çit çekilemez; öte yandan, çöplük gibi orta mallarının trajedisi, çeşitli şekillerde, ör­neğin zorlayıcı kanunla veya atıkları arıtmayı çöplüğe atmaya göre daha ucuz hâle geti­ren vergileme araçlarıyla engellenmek zorundadır. Bu sorunun çözümünde, bugüne ka­dar, ilk günküne göre ilerleme sağlamış değiliz. Hakikaten, yeryüzünün pozitif kaynak­larını tüketmekten bizleri caydıran belirli bir özel mülkiyet kavramımız, kirliliği artır­maktadır. Bir nehrin kenarındaki bir fabrikanın sahibi -ki, onun mülkiyeti nebin ortası­na kadar uzanır- çoğu kere, kapısının önünden akan suyu bulandırmaya yönelik tabiî bir hakkının olmadığını anlamada güçlük çeker. Mülkiyeti orta malların yeni algılanmış bu yeni yönüne uyumlu hâle getirmek için, hukukun, ki her zaman çağların ötesindedir, gözden geçirilmesi ve bu çerçevede yapılacak olan düzenlemelerin hayata geçirilmesi zaruridir.

Kirlilik sorunu nüfusun bir sonucudur. Hudutta/sınırda yaşayan yalnız bir Amerikalı­nın atıklarını nasıl düzenlediği sorun değildi. "Akan su, her on milde bir, kendisim temiz­ler", dedemin bana sürekli söylediği bir ifadeydi; ve bu mit (myth), dedem bir çocukken, neredeyse gerçekle eş anlama geliyordu. Çünkü çok fazla insan yoktu. Ne var ki, nüfus arttıkça, doğal kimyevî ve biyolojik yeniden kullanma/kullanılabilir hâle getirme (recy-cling) süreçleri, mülkiyet haklarım yeniden tanımlamayı gerektirecek bir hâle geldi. 

İtidali Kanun İle Nasıl Zorunlu Hâle Getirebiliriz? 

Nüflıs yoğunluğunun bir fonksiyonu olarak kirlilik sorununun tahlili, ahlâkîliğin genel olarak kabul görmüş bir prensibini ortaya çıkarmaz; yani, bir kanunun ahlâkîliği, o anda­ki devlet sisteminin bir fonksiyonudur.10 Orta mallarını çöplük gibi kullanma, ilk başlar­daki şartlarda halka/kamuya zarar vermez; çünkü halk/kamu yoktur; (oysa) bir metro­poldeki aynı davranış dayanılmazdır. Yüz elli yıl önce, ovada oturan bir kimse, Ameri­kan bizonunu öldürebilir; akşam yemeği için sadece dilini kesebilir; hayvanın kalan kıs­mını atabilirdi. Bu davranış, onun için, hiçbir şekilde israf olarak görülmezdi. Bugün, sadece birkaç bin bizon kaldığı dikkate alınırsa, böyle bir davranış karşısında dehşete düşeriz.

Sırası gelmişken, bir kanunun ahlâkîliğinin bir fotoğrafla (kuş bakışı) belirleneme­yeceğini belirtmekte yarar vardır. Bir kimse, bir fili öldüren veya otluk bölgeleri ateşe veren birisinin başkalarına zarar verip vermediğini bilemez; bilmesi için, öldürme ve yakma eylemini gerçekleştiren kimsenin eylemini gerçekleştirdiği siste' n tamamını bilmesi gerekir. Eski bir Çinli, "Bir resim, binlerce kelimeye değer" demişti; ama buresmi anlatmak için on binlerce kelimeye başvurmak gerekebilir (yani bir kanunu, mute­ber kılmak için on binlerce kelimeye ihtiyaç duyulabilir). Bu, çevrecilerin olduğu kadar, genel olarak fotografık kesit yoluyla başkalarını ikna etmeye uğraşan reformcuların kul­landığı yöntemdir. Ama bir iddianın esası, resmedilemez; -kelimelerle- rasyonel bir şe­kilde ortaya konulması zaruridir.

Ahlâkîliğin sisteme duyarlı olması, geçmişteki pek çok etik düzenleyicinin (codifıers) dikkatini başka yöne çekti. "Yapmayacaksın/etmeyeceksin!..", belirli durumlara müsama­ha göstermeyen geleneksel etik direktiflerin şeklidir. Toplumumuzun kanunları, eski etik' in kalıplarını takip eder ve dolayısıyla, karmaşık, kalabalık ve değişebilir bir dünyayı idare etmeye pek de uygun değildir. Kaçınılmaz çözümümüz, idare hukukuyla yazılı kanuna ilâve yapmaktır. Çünkü, pratik olarak, çöpleri arka bahçede yakmak veya egzoz kontrolü yapılmadan otomobil kullanmak için güvenli olan tüm şartları önceden belirleyip yazılı hukuka dahil etmek imkânsızdır dolayısıyla, kanunla, detaylan bürokrasiye bırakırız. So­nuç, idare hukukudur; bu da, haklı olarak, eski bir gerekçeden, -Quis custodiet ipsos cus-todes?- bekçileri kim gözetler endişesinden dolayı, korku yaratır. John Adams, "İnsanları değil kanunların idaresi"ne sahip olmak zorundayız, dedi. Bütün sistemlerdeki kanunların ahlâkîliğini değerlendirmeye uğraşan bürokratlar, garip/görülmedik bir şekilde, kanunların değil de insanların idaresini beraberinde getiren rüşvetçiliğe meyyaldir. 

Yasaklama, yasama faaliyetine girişmek için kolaydır; ne var ki, (kanunlar, zorunlu olarak uygulamaya konulmasa da) itidali/ölçülülüğü nasıl kanun ile zorunlu hâle getiri­riz? Deneyim, bunun, en iyi idare hukukunun aracılığıyla gerçekleştirilebileceğini gös­termektedir. Eğer bekçileri gözetleme duygusunun idare hukukunu kullanmayı imkânsız hâle getirdiğini varsayarsak, zorunlu olarak imkânları sınırlandırırız. Bu ibareyi, daha ziyade, kaçınamayacağımız korku verici tehlikelerin sürekli hatırlatıcısı olarak akılda tutmalıyız. Bizi bekleyen büyük zorluk, emanetçileri/bekçileri dürüst tutmak için ihtiyaç duyulan düzeltici geri beslemeleri (jeedbacks) bulmaktadır/icat etmektedir. Hem ema­netçilerin/bekçilerin hem de düzeltici geri beslemelerin ihtiyaç duyulan otoritelerini meşrulaştırmanın yollarını bulmak zorundayız. 

Üreme Özgürlüğü Tahammül Edilemezdir 

Orta mallarının trajedisi, nüfus sorunlarında başka bir şekilde kendisini gösterir. Sa­dece "it iti yer" prensibi tarafından yönetilen bir dünyada -eğer hakikaten böyle bir dün­ya olsaydı dahi- bir ailenin sahip olduğu çocukların sayısı, kamusal bir sorun olmaya­caktı. Bol bol çocuk yapan ebeveynler, daha az sayıda torun bırakacaklardı. Fazla bıra­kamayacaklardı; çünkü, çocuklarıyla yeteri ölçüde ilgilenemeyeceklerdi. David Lack ve diğerleri, böyle bir negatif geri beslemenin delil oluşturabilecek şekilde kuşların doğur­ganlığını kontrol ettiğini bulmuşlardır.'' Ne var ki, insanlar, kuş değillerdir ve en azın­dan binlerce yıldır onlar gibi eylemde bulunmamışlardır.

Eğer her bir aile, sadece kendi kaynaklarına bağlı olsaydı; eğer tedbirsiz ailelerin çocukları ölüme terk edilseydi; eğer, örneğin, aşırı üremenin "ceza"sı hücre zincirlerine yönelik olsaydı; -bu durumda- ailelerin üremesini kontrol etmede kamusal bir yarar ol­mayacaktı. Oysa toplumumuz, refah devletine derinden bağlıdır; ve dolayısıyla, orta malları trajedisinin başka bir yönüyle/yüzüyle karşı karşıya kalmaktadır.

Bir refah devletinde, aşırı üremeyi genişlemelerini/büyümelerini güvence altına al­maya yönelik bir politika olarak kabul eden belli bir aileyle, dinle, ırkla veya sınıfla (veyahut da ayırt edilebilir ve birbirine sıkı sıkıya bağlı herhangi bir grupla) nasıl ilgile­neceğiz? I3 Doğan herkesin orta mallarında eşit bir hakka sahip olduğu inancı ile üreme özgürlüğü kavramını bir arada düşünmek, dünyayı trajik bir eylem biçiminin içine hap­setmektedir. 

Maalesef, bu, tam da Birleşmiş Milletler (BM) tarafından takip edilen bir eylem biçimidir. 1967 yılının sonunda, yaklaşık otuz ülke şu konuda anlaştı: "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, aileyi toplumun tabiî ve esaslı bir parçası/birimi olarak tanımla­maktadır. Buna göre; ailenin genişliğiyle ilgili herhangi bir tercih ve karar, kesinlikle ailenin kendisine ait olmak zorundadır; ve böyle bir tercih ve karar, başka birisi tarafın­dan verilemez." 

Bu hakkın geçerliliğini kategorik olarak reddetmeye kalkışmak zordur. Bu hakkı inkâr ederek bir kimse, kendisini, 17. yüzyıldaki büyücülerin varlığını inkâr eden Salem, Mas-sachusetts'de iskân eden birisi kadar huzursuz hisseder; çünkü bugün, liberal çevreler­de, tabu gibi bir şey, BM'nin eleştirilmesine mani olur. Onlarda, BM'nin "son ve güzel umudumuz" olduğu, suçu onda bulmamamız gerektiği şeklinde bir duygu vardır. Fana­tik muhafazakârların (archconservatives) ekmeğine yağ sürmemeliyiz. Yine de, Robert Louis'in dediğini unutmayalım: "Arkadaşlar tarafından gizlenen gerçek, düşmanın en yi silâhıdır." Eğer bizler, gerçeği seviyorsak, BM tarafından kabul edilmiş olsa bile, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin geçerliliğini açık bir şekilde inkâr etmek zorundayız. Ayrıca, aynı trajik ideali kabul etmede/benimsemede BM'in izlediği yol ve yöntemlerin hatasını görmek için, Plânlı Ebeveynlik-Dünya Nüfusuna (Planned Parenthood- JVorldPo-pulation) ulaşmaya yönelik çabasında, Kingsley Davis'e katılmalıyız. 

Vicdan Kendi Kendisini Yokediyor 

Vicdana başvurarak uzun vadede insanoğlunun üremesini/çoğalmasını kontrol edece­ğimizi düşünmek yanlıştır. Charles Galton Danvin, dedesinin büyük kitabının 100. yılı üzerine yaptığı konuşmada bu noktaya dikkat çekti. Onun iddiası, açıktır ve Danvinyendir.

İnsanlar farklı farklıdır. Üremeyi sınırlandırmaya başvurulmasıyla birlikte, bazı in­sanlar, şüphesiz, başka şeylere başvurmak yerine bahaneye başvurur. Çok sayıda çocuğu olanlar, hassas vicdanlılara göre, gelecek neslin daha büyük bir kısmını meydana getire­ceklerdir. İki grup arasındaki farklılıklar nesilden nesle artacaktır. 

C. G. Darwin'in kelimeleriyle ifade edelim: "Çocuk yapabilme içgüdüsünü bu şekil­de geliştirmek için yüzlerce yılın geçeceği pekâlâ söylenebilir. Ne var ki, böyle bir geliş­me olmuş olsaydı bile, doğa öcünü almış olacak; vicdanının sesini dinleyen insanlar, çocuk yapma içgüdüsüne sahip olanlarla yer değiştirmiş olacaktı.If'

Bu iddia, vicdana veya çocuk isteğinin kalıtsal olduğunu -ama buradaki kalıtsallığm yalnızca oldukça genel dış görünüş anlamında bir kalıtsallık olduğunu- varsayar. Bu tutum tohum hücreler yoluyla ister devredilmiş olsun isterse olmasın, sonuç aynı ola­caktır. (Eğer bir kimse, birincisinde olduğu gibi, ikinci ihtimali de inkâr ederse, o hâlde, eğitimin gayesi nedir?) Bu iddia, burada, nüfus sorunu çerçevesinde ifade edilmiştir; ama toplumun, -vicdanı sayesinde- genel yarar düşüncesiyle kendisini alıkoyması için bir orta malını sömüren bir bireyden ricada bulunduğu örneklerde olduğu gibi, başka örneklere de uygulanır. Böyle bir yola başvurmak, vicdanın yarıştan elenmesine sebep olan eleyici (selective) bir sistemi kurmak demektir. 

Vicdanın Patojenik Etkileri 

Vicdana başvurmanın uzun vadeli dezavantajı, onu mahkûm etmek için yeterli olma­lıdır ama vicdana başvurma, kısa vadeli ciddî dezavantajlara da sahiptir. Eğer bir orta malını sömüren bir kimseye "vicdan adına" bu sömürüye son vermesini istersek, ona ne söyleriz? Bu kimse neye kulak asar? Bir kimse, sadece şu an değil, gecenin bir saatinde, örneğin uykusunun ortasında, sadece bizim söylediğimiz kelimeleri değil, farkında ol­madan vermiş olduğumuz sözlü iletişimin dışındaki ipuçlarını da düşünmez mi? Er veya geç, farkında olarak veya olmayarak, bu kimse, iki tane ileti aldığını ve bunların birbi­riyle çeliştiğini algılar: (1) (Niyet edilen iletişim) "eğer bizim istediğimizi yapmazsan, seni, açık bir şekilde sorumlu bir vatandaş gibi davranmadığın için mahkûm edeceğiz"; (2) (niyet edilmemiş iletişim) "eğer bizim istediğimiz gibi davramrsan, bizim dışımızda-kiler orta mallarını sömürürken, bunu yapmaktan uzak durabildiğin için seni budala bu­larak zımnen mahkûm edeceğiz."

O hâlde, herkes, Bateson'un "iki arada bir derede kalma (double bind)" olarak adlan­dırmış olduğu şeye takılıp kalır. Bateson ve birlikte çalıştığı kimseler, şizofreninin mey­dana gelmesinde önemli bir etken faktör olarak mütalâa etmek için, "iki arada bir derede kalma"nm makul bir örnek olduğunu ortaya koymuşlardır.'7 İki arada bir derede kalma, her zaman bu ölçüde zarar verici olmayabilir, ama bu duruma maruz kalan kimselerin zihinsel sağlığını her zaman tehlikeye düşürür. "Kötü bir vicdan", Nietzsche'nin dediği­ni gibi, "bir hastalık türüdür". 

Başkalanndaki (bir) vicdanı hatırlamak, denetim alanını legal/hukukî sınırlarının ötesine taşımak isteyen bir kimseyi ayartıyor. En yüksek düzeydeki liderler, bu ayartma­ya mağlup olurlar. Geçmiş kuşakta, sendikalardan yüksek ücretlerle ilgili taleplerini gö­nüllü olarak düşürmeleri veya çelik üreten şirketlerin fiyat tarifeleriyle ilgili genelgelere gönüllü olarak saygı göstermeleri konularında başarısızlığa uğramış bir devlet başkanı olmuş mudur'? Ben böyle bir devlet başkanı hatırlamıyorum. Bu tür durumlarda kullanılan retorik, ortak hareket etmeyenlerde suçluluk duygusu yaratmaya yönelik olarak ta­sarlanır.

Yüzyıllardır, hiçbir delil olmaksızın, suçluluğun medenî bir hayatın değerli, belki de kaçınılmaz/vazgeçilmez, bir parçası olduğu kabul edildi. Şimdi, Freudyen sonrası dün­yada, bundan şüphe duyarız. 

Paul Goodman, şunları söylerken, modern bir bakış açısını ortaya koyar: "Ne zeka, politika ne de merhamet; hiçbir iyi, bugüne kadar suçluluk duygusundan kaynaklanma­mıştır/ortaya çıkmamıştır. Suçlu, objeyi/nesneyi değil, sadece kendisini, hatta kendi menfaatlerini değil, -anlamlı olabilecek olan- endişelerini dikkate alır."18 

Bir kimsenin, endişenin sonuçlarını görmek için profesyonel bir psikiyatr olması zorunlu değildir. Batı dünyasında bizler, kısmen yasaklayıcı konularla sürdürülmüş olan korkunç iki yüzyıldan/Eros [Eski Yunan'da aşk tanrısı] un Uzun Karanlık Çağları 'ndan daha yeni çıkıyoruz; ama, belki de bunu eğitimin endişe yaratan mekanizmaları sayesin­de daha etkin bir şekilde yapıyoruz. Alex Comfort, Endişe Yaratanlar (The Anxiety Ma/ters)1" adlı kitabında bu hikâyeyi çok güzel ortaya koyuyor; bu kitapta ortaya konan hoş hikâyeler, bundan ibaret de değildir. 

Delil bulmak zor olduğu için, bizler, endişenin sonuçlarının, belli bakış açılarından bakıldığında, bazen arzu edilebilir sonuçlar olabildiğini bile kabul edebiliriz. Sormamız gereken daha kapsamlı soru şudur: Bir politika sorunu olarak; (niyet edilmese de) yöne­limi psikolojik olarak patojenik olan bir tekniğin kullanımını da desteklemeli miyiz? Günümüzün sorumlu ebeveynlerinden çok şey duyuyoruz; bu durumu ifade eden keli­melerden oluşan bir ibare, doğum kontrolüne kendisini adamış bazı organizasyonların isimlerinde bir araya getirilmektedir. Bazı insanlar, ülkenin (dünyanın) üreyenlerine/ çocuk sahibi olanlarına sorumluluk aşılamak için yoğun propaganda kampanyalarını önermiştir. Ama vicdan kelimesinin anlamı nedir? Hatırı sayılır ölçüde cezalandırmala­rın olmadığı bir durumda, sorumluluk kelimesini kullandığımız zaman, bir orta malının kullanımında özgür olan bir insanı kendi menfaatlerine karşı hareket etmesi için yıldır-mış oluyor muyuz? Sorumluluk, hatırı sayılır ölçüde karşılıksız bir şey için sözlü bir kalıp; hiçbir şey elde etmemek için yapılan bir çabadır/girişimdir.

Eğer sorumluluk kelimesi mutlaka kullanılacaksa, bu kelimenin anlamının Charles Frankel'in onu kullandığı gibi20 olması gerektiğini düşünüyomm: "Sorumluluk", der bu filozof, "kat'î sosyal düzenlemelerin bir ürünüdür". Frankel'in -propaganda değil de-sosyal düzenlemeler istediğine dikkat ediniz. 

Karşılıklı Olarak Üzerinde Anlaşılmış Müşterek Zorlama

Sorumluluk yaratan sosyal düzenlemeler, bir tür zorlama yaratan düzenlemelerdir. Banka soymayı dikkate alınız. Bir bankadan para alan/çalan kimse, sanki banka bir orta malıymış gibi eylemde bulunur. Böyle bir eylemi nasıl önleriz? Açıkçası, sadece bu 

kimseye sözlü olarak sorumluluğunu hatırlatıp bu kimsenin davranışını kontrol etmeye uğraşarak bu eylemi önleyemeyiz. Propagandaya güvenmek yerine, Frankel'in kılavu­zunu takip ederek bir bankanın bir orta malı olmadığında ısrar ederiz; bankayı orta malı olmaktan alıkoyacak kat'î sosyal düzenlemeleri ararız. Bu sebeple, soygunculuk yapan­ların özgürlüğüne tecavüz etmemizi, ne inkâr ederiz ne de bundan esef duyarız. 

Banka soymanın ahlâkîliğini, açıkçası, anlamak kolaydır zira, bu etkinliğin tama­men yasaklanmasını kabul ederiz. İstisna gözetmeksizin, "Bankaları soymayacaksınız!"ı söylemeyi istiyoruz. Ama itidal/ölçülülük de zorla(ma) ile yaratılabilir. Vergilendirme, güzel bir zorlayıcı araçtır. Şehir merkezlerinde park yapanları park alanını kullanmada itidalli davranmaya sevk etmek için, kısa süreli yapılan parklar için park sayaçları; daha uzun süreli yapılan parklar için trafik cezaları belirleriz. Gerçekte, bir vatandaşı istediği kadar uzun bir süre park yapmaktan menetmeye ihtiyacımız yoktur; ihtiyacımız olan tek şey, bu vatandaşın park etmesinin karşılığını artan bir şekilde pahalılaştırmaktır. Yasak­lama yoktur ama bizim ona teklif ettiğimiz seçenekler, dikkatli bir şekilde tarafgir seçe­neklerdir. Madison Bulvarı'nda yaşayan bir kimse bu ikna yöntemini eleştirebilir; ben, zorlama kelimesini daha geniş anlamda kullanmayı tercih ederim. 

Zorlama, şimdilerde pek çok liberal için hoş olmayan bir kelimedir; ama ilânihaye böyle olması gerekmez. Küfürlerde olduğu gibi, bu kelimenin nahoşluğu, akla müracaat edilerek giderilebilir; mazeret göstermeden veya sıkılmadan, bıkmadan usanmadan bu­nun üzerinde durulabilir. Pek çok kimse için zorlama kelimesi, soğuk ve sorumsuz bü­rokratların keyfî kararlarını ima eder, ama bu, kelimenin anlamının zorunlu bir parçası değildir. Benim önerdiğim tek zorlama türü, müşterek zorlama (mutual coercion), yani (zorlamadan) etkilenen/etkilenmiş insanların çoğunluğunun karşılıklı olarak üzerinde anlaşmaya vardıkları bir zorlamadır.

Zorlama için karşılıklı olarak anlaştığımızı söylemek, bundan hoşnut olmamız veya­hut da ondan hoşnutmuşuz gibi davranmamız gerektiğini söylemek değildir. Vergilerden kim hoşlanır'? Hepimiz vergilerden şikâyet eder dururuz. Ama zorunlu vergileri kabul ederiz çünkü zorunlu vergilerin vicdansızları kayıracağını fark ederiz. Orta mallarının korkusundan kaçmak için vergileri ve diğer zorlayıcı araçları kurumsallaştırır ve (ho­murdanarak da olsa) destekleriz. 

Orta malarına yönelik bir alternatifin, tercih etmek için mükemmel bir şekilde âdil olan bir alternatif olmasına gerek yoktur. Gayrimenkul ve diğer maddî mallarda bizim seçmiş olduğumuz alternatif, hukukî mirasla birlikte özel mülkiyet kurumudur. Bu sis­tem mükemmel bir şekilde âdil midir? Genetik olarak eğitilmiş bir biyolog olarak ben, bu kurumun âdil olduğunu kabul etmiyorum. Bana, eğer bireysel mirasta mutlaka fark­lılıklar olacaksa; hukukî zilyetliğin (possession) biyolojik kahtımla/irsî vasıfla mükem­mel bir şekilde korelasyona/ilişkiye sahip olması gerekiyor yani mülkiyet ve gücün bek­çileri olmaya biyolojik olarak daha uygun olanların hukukî olarak daha fazla mirasa sahip olması gerekiyor gibi gözüküyor. Ama genetik yeni gen/çapraz gen oluşturma, hukukî mirasla ilgili kanunlarımızda gizli "tıpkı babasına çekmiş" öğretisini sürekli ola­rak boşa çıkarır/gülünç düşürür. Ahmak birisi, milyonlarca lira miras elde edebilir; ve emanette tutulan bir mülk onun mülkünü aynen muhafaza edebilir. Bizler, özel mülki­yetle ilgili hukukî sistemimizin adaletsiz olduğunu kabul etmek zorundayız -ama, buna tahammül ederiz, çünkü, şu an itibariyle, başka bir kimsenin bundan daha iyi bir sistem icat etmiş olduğuna ikna olmuş değiliz. Orta mallarının alternatifini tasavvur etmek, çok korkunç bir şeydir. Adaletsizlik toptan yıkıma/felâkete tercih edilebilir. 

Bu, reform ve bir çifte standart tarafından düşüncesiz bir şekilde idare edilen statüko (status quo) arasındaki savaşın/mücadelenin hususiyetlerinden birisidir. Ne zaman ki, bir reform önlemi önerilir; reformun muhalifleri, zafer kazanmış bir şekilde onda bir kusur keşfettikleri zaman, bu reform önerisine çoğu kere mani olunur. Kingsley Davis'in işaret etmiş olduğu gibi;21 statükonun sadık kulları, bazen, tarihî gerçeğin aksine, oybir­liğine dayalı bir anlaşma olmaksızın bir reformun mümkün olmadığını ima ederler. An­layabildiğim kadarıyla, önerilen reformların otomatik (olarak) reddi, iki bilinçsiz varsa­yımdan birisine dayandırılır: (1) Statüko, mükemmeldir; veya (2) karşı karşıya olduğu­muz tercih, reform ile eylemsizlik arasındadır; eğer önerilen reform mükemmel değilse, mükemmel bir öneriyi beklerken, galiba, hiçbir eylemde bulunmamamız gerekir.

Ne var ki, hiçbir şey yapmadan duramayız. Binlerce yıldır yapmış olduğumuz şey de eylemdir. Bu eylemler, gayriahlâkî şeyleri de beraberinde getirir. Statükonun eylem ol­duğunun bir kez farkına vardığımızda, o zaman, statükonun keşfedilebilir avantajları ve dezavantajlarıyla önerilen reformun avantajları ve dezavantajlarını, deneyim yoksunlu­ğumuzu olabildiğince gözardı ederek karşılaştırabiliriz. Böyle bir karşılaştırmaya dayalı olarak, sadece mükemmel sistemlerin hoş görülebilir olduğu şeklindeki işe yaramayan bir varsayımı içermeyecek rasyonel bir karar alabiliriz. 

Acil İhtiyacın Teşhisi 

İnsan nüfusu problemleriyle ilgili bu tahlilin en basit özeti belki şudur: Orta malları, mutlaka savunulacaksa, sadece düşük nüfus yoğunluğu şartlarında savunulabilir. İnsan nüfusu arttıkça, orta mallarının değişik yönleri sırayla terk edilmek zorunda kalınmıştır.

Birincisi, tarım alanlarını çevirerek ve avlanma ile balık tutma alanlarını sınırlandı­rarak, gıda teminindeki orta mallarını terk ettik. Bu smırla(ndır)malar, dünyanın her tarafında bugün bile hâlâ tamamlanmış değildir.

İkincisi, biraz daha sonraki bir dönemde, atıkları bertaraf etme alam olarak kullandı­ğımız orta mallarının terk edilmiş olduğunu gördük. Ev için lâğım pisliğinin bertaraf edilmesi üzerine getirilen sınırlandırmalar, Batı dünyasında yaygm bir şekilde kabul edilmektedir; hâlen otomobiller, fabrikalar, böcek spreyleri, gübreleme işlemleri ve atom enerjisi tesisleri tarafından kirletilen orta mallarını sona erdirmeye uğraşıyoruz. 

Yine de, daha iptidaî/gelişmemiş bir durumda, orta mallarının zararlarını fark etme­miz memnuniyet vericidir. Kamusal ortamda ses dalgalarının yayılmasının üzerinde ne­redeyse hiçbir sınırla(ndır)ma yoktur. Alışveriş yapan/çarşıya çıkan halk, rızası ol­maksızın, itinasız/savruk müzik parçaları tarafından taciz edilmektedir. Hükümetimiz, bir sahilden diğer sahile yolcularını üç saat daha hızlı taşıyacak süpersonik (sesten daha hızlı gidebilen) taşıma aracı icat etmek için milyonlarca dolar harcamıştır; oysa bu araç, taşıdığı her bir insan için elli bin insanı rahatsız edecektir. Reklâmcılar, radyo ve televiz-

yon yayın organlarını anlaşılmaz hâle getirirler ve seyahat edenlerin bakış açılarını kirle­tirler. Eğlence konularındaki orta mallarını ortadan kaldırmak için katetmemiz gereken daha çok yolumuz var. Bu, püriten [ahlâk ve din hususunda çok titiz] mirasımızın bize günah bir şey olarak haz veya erdemin bir işareti olarak elem veren (yani, reklâm kirlili­ği) bir bakış açısını sağlamasından dolayı mı böyledir?

Orta mallarının her yeni kuşatması, bir kimsenin kişisel özgürlüğünün ihlâlini içerir. Uzak geçmişte yapılan ihlâller, kabul görmektedir; zira, hiçbir çağdaş, bu ihlâllerden kaynaklanan bir kayıptan dolayı yakmmamaktadır. Bizim titizlikle karşı çıktığımız şey, yeni önerilen ihlâllerdir; ortalık, "hak" ve "özgürlük" çığlıklarından geçilmiyor. Ama, özgürlük ne anlama geliyor? İnsanlar, hırsızlığa yönelik kanunları çıkarma konusunda karşılıklı olarak anlaştıklarında, insanoğlu daha özgür hâle geldi; en azından varolan durum muhafaza edildi. Orta malları mantığına hapsedilen bireyler, sadece evrensel bir felâkete/yıkıma sebep olmak için özgürdür; bu insanlar, karşılıklı/müşterek zorlamanın önemini bir kez anladıklarında, başka amaçlan takip etmek için özgür hâle gelirler. "Öz­gürlük, acil ihtiyacın teşhisidir" diyen kimsenin Hegel olduğuna inanıyorum. 

Şimdilerde teşhis etmek zorunda olduğumuz acil ihtiyacın en önemli yönü, üreme­deki orta mallarının terk edilmesiyle ilgili zorunluluktur. Hiçbir teknik çözüm, aşırı nü­fusun beraberinde getireceği elemlerden bizi kurtaramaz. Üreme özgürlüğü, bizi tama­men felâkete götürecektir. Bugün, sert tedbirlerden kaçınmak için, birçoğumuz vicdanlı ve sorumlu ebeveynliğin propagandasını yapmak için ayartılıyoruz. Bu ayartmaya karşı durulması zorunludur; çünkü bağımsız bir şekilde eylemde bulunan vicdanlara müracaat etmek, uzun vadede bütün vicdanların kaybolması ve kısa vadede endişede bir artış için bir seçim yapmak demektir.

Muhafaza edebildiğimiz ve eğitebildiğimiz/öğretebildiğimiz yegâne yol, başka ve daha değerli özgürlüklerimiz için üreme özgürlüğümüzden feragat etmek ve bunu da en kısa zamanda yapmaktır. "Özgürlük, acil ihtiyacın teşhis edilmesidir" -ve bu, üreme özgürlüğünü terk etme zorunluluğunu herkese göstermek için eğitimin görevidir. Sadece böyle yapılırsa, orta mallarının trajedisinin bu yönüne bir son verebiliriz. 

Çeviren: Yusuf Şahin 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005