|
Petrol Krizi ve Borç Sorunu
İlk önce 1973 ve ardından 1979 petrol
krizleri ile birlikte başta az gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkeler olmak üzere pek çok ülke dış
ödeme güçlükleri ile karşı karşıya kalmıştır. Petrol
İhraç Eden Ülkeler Birliği (OPEC)’in petrol
fiyatlarına yaptığı yüksek oranlı zamlar nedeniyle
söz konusu ülkelerin ödemelerini dış borçlanma
yoluyla karşılama yoluna gitmesi ve ardından
borçlarını ödemede güçlüklerle karşılaşması sonucu
bunalım, dış borç krizi şeklinde ortaya çıkmıştır
(Bakan, 2009:119).
Petrol dışı ürünler ihraç eden
gelişmekte olan ülkeler yüksek petrol fiyatları,
yüksek gerçek ithalat hacimleri ve sanayileşmiş
ülkelerdeki ekonomik yavaşlama sonucu, ihraç
ürünlerine olan talep donukluğuna bağlı olarak dış
ödemeler dengesi sorunlarından yakınmışlardır.
Ödemeler dengesi açıklarını düşük düzeylerde
tutmakta başarılı olan bazı gelişmekte olan ülkeler
diğerlerine göre ihracata yönelik politikalara daha
çabuk uyum sağlamışlardır. Her ne kadar ithal ikame
politikaları yüksek büyüme oranları yaratsa da, bu
ülkeler döviz kazançları ve harcamaları arasındaki
farkı kapatamamışlar ve uluslararası piyasalardan
artan şekilde borçlanmaya gitmişlerdir. İthal
ikameci politikalar yanlış yönetimle birleşince,
1970’ler bu ülkelere dış borçlar, enflasyon ve
ödemeler dengesi sorunları getirmiştir
(Apak,1993:7).
Uzun bir aradan sonra, bankacılık
sektöründe zora giren ülkelerin payı ilk kez
1970’lerde artmaya başlamıştır. Petrol
fiyatlarındaki ani artışla birlikte, Bretton
Woods’un sabit kur sisteminin çökmesi, uzun süren
bir küresel resesyona yol açmıştır; bunu da bazı
gelişmiş ekonomilerde finansal sektörün zor duruma
düşmesine yol açmıştır. 1980’lerin başında, ABD’deki
yüksek ve oynak faiz oranlarıyla birleşen küresel
meta fiyatlarındaki çöküş, yükselen ekonomilerde
bankacılık krizlerine ve devlet borcunu ödeyememe
durumlarına katkıda bulundu; bunların en ünlüleri
önce Latin Amerika ve daha sonra da Afrika’da
gerçekleşmiştir. Yüksek faiz oranları, büyük
borçların geri ödenmesinin maliyetini yükseltmiştir;
borçlar genellikle dünya piyasalarına bağlı değişken
faiz oranlarına göre bulunuyordu. Yükselen
piyasaların ana ihracat kalemini oluşturan meta
fiyatlarındaki düşüşler, onlar için borçlarının geri
ödenmesini zorlaştırmıştır (Reinhart, Rogoff,
2010:266).
1974-75’te Batı dünyası yoğun
bunalıma girdi. Petrol fiyatlarının artışı ithalatçı
ülkelerde satın alma gücünün önemli bölümünü yok
etmiş, diğer mallara talebi hızla azaltmıştı.
Uluslararası piyasada satın alma gücü akımının
paylaşımında OPEC ülkelerinin payı artıyordu (Gürsoy,
2009:84). Petrol ithal eden sanayileşmiş ülkeler
petrol şokunu atlatmak için çözüm arıyorlardı. Dış
ödemeler dengesi zorlanınca ithalatlarını
kısmışlardır. Böylece gelişmekte olan ülkelerin
ihracatları gerilemiştir (Korkmaz, 2012:137). Petrol
fiyatlarının patlaması petrol ihracatçısı ülkelere (OPEC)
doğru büyük gelir transferine yol açınca, petrol
ihracatçısı ülkeler yoğun bir durgunluğa girmişti.
Durgunluk her yerde fiyatların artışıyla birlikte
gitmekteydi, dünya stagflâsyona girmişti (Kazgan,
2000:93).
1970’lerin sonlarına doğru, yaşanan
petrol bunalımının da etkisiyle, gelişmekte olan
ülkelerde başlayan dış borç servislerinin yerine
getirilememesi olgusu yaygınlaşarak 1980’lerin
başında uluslararası bir kriz haline dönüşmüştür.
Azgelişmiş ülkelerin zayıf üretim yapıları ve
bununla birlikte hem OPEC hem de sanayileşmiş
ülkelerden kaynaklanan yüksek fiyatların yol açtığı
artan giderler bu ülkeleri gitgide daha fazla cari
işlemler açığı vermeye sevk ederken bir yandan da
borcu borçla kapatmaya yönelmeleri nedeniyle dış
borç sarmalının içine çekmiştir (Karagöz, 2007:99).
1973 ve 1979 yıllarında yaşanan iki
enerji krizinin ardından dünya ekonomisinin büyük
bunalımından sonraki en önemli durgunluğa sahne
olmuştur. Petrol fiyatlarındaki ani artışın neden
olduğu arz şokları, talep değişmezken arz eğrisini
sola doğru kaydırmıştır. Böylece fiyatlar genel
düzeyinde bir artış meydana gelirken aynı zamanda
ekonomik bir daralma söz konusu olmuştur (Sönmezler,
2007:34). Yaşanan bu petrol şoku dünyada çeşitli
negatif etkilere neden olmuştur; işsizlik, İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra en yüksek noktasına ulaşmış,
firmaların borç yükleri artmış, dünya ticaret hacmi
daralmış, stagflasyon meydana gelmiş; yani fiyatlar
artmış, istihdam artışı olmamış, tersine işsizlik
artmıştır. Bu da rekabet imkânlarını daraltıyordu
(Özgüven, 2001:58).
1970’lerin ilk yarısında petrol
krizleri ve savaşlar nedeniyle Bretton
Woods
para sisteminin çökmesinden sonra,
teknolojik ve finansal yeniliklere paralel olarak
hızlı bir küreselleşme süreci yaşanmaya başlamıştır.
1970’li yıllarda birçok ülkede IMF’nin desteğiyle
krizden çıkmak amacıyla yapısal uyum programları
uygulanmaya konulmuştur. Bu programlar özellikle
gelişmekte olan ülkelere tavsiye edilmekteydi. Esas
olarak kamu harcamalarının azaltılması, ücret
artışlarının sınırlandırılması, kambiyo rejimlerinin
serbestleştirilmesi, konvertibiliteye geçiş,
ekonominin dışa açılması ve rekabetçi bir yapı
oluşturulması, paranın değerinin düşürülmesi ve
rekabetçi olması gibi önlemler içermekteydi (Günal,
2001a:1033).
1980’lere gelindiğinde, 1970’lerdeki
ekonomik gerilemeler ve yerel ekonomilerin, petrolü
daha tutumlu kullanmak için çeşitli ayarlamalar
yapmış olması sonucu, petrole talep kontrol altına
alındı ve petrol fiyatları daha istikrarlı düzeylere
dönmeye başlamıştır. Bu dönemin tüm ekonomilere
etkisi aynı olmadı. Petrol bakımından Ortadoğu
ülkeleri, hem fiyatlardaki artıştan hem de dünyanın
diğer yerlerindeki petrol üretiminin yavaşlamasından
dolayı muazzam paralar kazandırmışlardır (Balı,
Büyükşalvarcı, 2011:127).
1979-1980 yıllarında ikinci petrol
şokunun ortaya çıkmasıyla, petrolün ithalatçısı
GOÜ’lerin dış açıkları yeniden büyümüş, uluslararası
enflasyon artmış ve dünya ekonomisi bir durgunluğa
girmiştir. Artan fiyatları önlemek amacıyla
sanayileşmiş ülkeler anti-enflasyonist politikalar
izlemeye başlamış, bu durum dünya ticaret hacmini
daraltmış ve korumacılık eğilimlerini artırmıştır.
Faiz oranları hızla artmış, dış ticaret hadleri
GOÜ’ler aleyhine dönmüştür. Birçok GOÜ, dış çevrede
meydana gelen bu olumsuz gelişmelere uyum sağlamaya
çalışmış ve bu konuda ağır bir politik faturaya
katlanmak zorunda kalmıştır. Güney Kore gibi bazı
GOÜ’ler, ekonomilerini yeniden yapılandırmış, piyasa
ekonomisi ve ihracata yönelik politikalara ağırlık
vermişlerdir. Bütün bu çabaların sonucunda sadece
çok az sayıda GOÜ, dış borçlarını ödeyebilecek
kapasiteye imkân verecek ödemeler dengesine ve
“kendi kendilerine yeterli” büyüme hızına
ulaşabilmişlerdir (Sugözü, 2010:212).
Kaminsky’ye göre Asya Krizi, diğer
bütün krizlerden önemli ölçüde farklıydı ve sermaye
hareketleri ve kısa vadeli dış borçların bunda büyük
payı vardı. Zira ülkeler, yüksek dış borç
miktarlarına sahiplerse ödemeler dengesi problemleri
daha da ciddileşiyordu. Borçların kısa vadede
yoğunlaşması ülkenin dış kırılganlığını arttırıyor
ve ülkeyi dış şoklara açık hale getiriyordu. Bu
yüzden ülkelerin borç miktarı ve özellikle de kısa
vadeli dış borçlar giderek daha önemli bir öncü
gösterge haline geliyordu (Sarı, 2004:8).
|