Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Siber Savaş 

Sosyolog Emre Aköz 

"Siz savaşla ilgilenmiyor olabilirsiniz", demişti 1917 Sovyet Devrimi'nin liderlerinden Leon Troçki, "ama savaş sizinle ilgilenmekte­dir".

Aşağıdaki  deneme  bu  sarsıcı  sözün   ışığında yazıldı. 

Ben, Emre Aköz, savaşla doğrudan iliş­kisi olmayan bir gazeteciyim. Bütün gün masa­mın başında oturup Milliyet gazetesinin Ek Ya­yınlar Bölümü'nü yönetmeye çalışıyorum. Günler birbirini takip ediyor: Evden işe, işten eve...

Bu yazıyı kaleme alırken ABD, Irak'ı vurmaya hazırlanıyordu. Ben olup biteni med­ya aracılığıyla öğreniyorum. Yeni bir Körfez Sa­vaşı olasılığı beni doğrudan ilgilendirmeyen bir durum. Orada, ötede, benim dışımda birileri başka birilerini öldürecek. Tabii en azından ekonomik olarak ben de etkileneceğim. Örne­ğin enflasyon biraz daha artacaktı. O kadar...

Peki "o kadar" mı? Hayır! 

Troçki'nin (Leo Tolstoy'a da atfedilen)  sözü Demokles'in kılıcı gibi durmakta: Ben ilgi-lenmesem bile savaş benimle ilgilenmekte.

Peki bu nasıl bir savaş? Askerlikle ilgisi "vatani görevini" yapmanın ötesine geçmeyen sıradan Türk vatandaşı Emre Aköz bir gün gelip kendisini ya da çocuğunu bulacak olan savaş hakkında neler biliyor? Bilebiliyor? Mese­la masasının üstünde duran internet bağlantılı bilgisayarın muhtemel savaşla bir ilgisi var mı? 

Ocak (1998) ayının ilk haftasında Türk Silahlı Kuvvetleri gazetecilere subay yetiştiren okullarını gezdirdi. Bu gezi sırasında brifingler verildi ve 1995'ten beri uygulanmakta olan ve "öğrenmeyi öğrenmek" adı verilen eğitim sis­temi tanıtıldı. 

Kara Kuvvetleri Eğitim ve Okullar Daire Başkanı Tuğgeneral Volkan Kaplama'mn im­zasını taşıyan belge neden böyle bir eğitim sis­temine geçildiğini şöyle anlatıyordu: 

"İletişim becerisi gelişmiş, yaratıcı dü­şünce yapısında ilgi ve yeteneklerini tanıyan, eleştirel düşünceye sahip ve bunu yaşamında uygulayabilen, sorunlara çözüm oluşturabile­cek kişilik özelliklerinde 'kendini gerçekleştir­miş' bireyler yetiştirilmesi amaçlanmıştır. Çün­kü 'kendini gerçekleştirmiş' insan bilginin ürünlerini değil, kendisini kullanan, kullandık­ça da yeni bilgiler üreten insandır."

6 Ocak günü Kara Harp Okulu'nda ga­zetecilere verilen brifingte işte böyle tuhaf cümleler geçiyordu. "Tuhaf diyorum çünkü askerliğe ilişkin "mutlak itaat", "cesaret", "öl­meye hazır olmak" gibi kanıksadığımız terim­ler, 30 küsur sayfalık metinde arka plana atıl­mıştı. Onların yerine "iletişim becerisi", "yaratı­cı düşünce", "eleştirel düşünce" gibi terimler önplana çıkarılmıştı. Metinde bir iki rötuş yap­sanız sözü edilen eğitim kurumunun Kara Harp Okulu değil, uluslararası şirketlere ele­man yetiştiren bir işletme fakültesi olduğunu sanırdınız 

Peki bu vurgu kaymasının sebebi neydi? Brifing metni neden sürekli olarak "bilgi toplu-mu"ndan söz etme gereğini duyuyordu?

Belli ki yarın öbür gün benimle ilgilene­cek olan savaş, eski savaşlardan farklı olacaktı... 

Eski savaşlar nasıldı? 

Eğer asker değilseniz ya da savaş tarihi­ni incelemek gibi bir hobiniz yoksa savaşın ne olduğunu bilemezsiniz.

Lisede okuduğunuz kitaplar savaşlaıın sonucunu yazar... Kore'de ya da Kıbrıs'ta sa­vaşmış bir tanıdığınız varsa size kendisinin ba­şından geçen olayları anlatacaktır. TV'de ve si­nemada bol bol savaş filmi izlemiş olabilirsiniz.

Ancak bütün bunlar savaşın hikayesini anlatır, mantığını değil. Bireylerin bir savaşı nasıl yaşadığı, nasıl deneyimlediği ile ölüm makinesinin işleyişi arasında ciddi bir fark var­dır. 

Örneğin 18. yüzyılda ordular bir ovada karşı karşıya gelirlerdi. Onlara tepeden baktı­ğınızda iki paralel çizgi görürdünüz. Yaptığı manevralarla en çok gücü, en kısa zamanda, belli bir bölgeye (sağ kanada, sol kanada ya da merkeze) toplayıp, rakibe yüklenen taraf galip çıkardı. 

Bu bakımdan 18. yüzyılın savaşı tam an­lamıyla bir satranç maçına benziyordu. Gizli bir şey yoktu ortada. İki taraf da birbirini görü­yordu. Hızlı olup yüksek ateş gücü sağlayan kazanıyordu.

Eskiden iki boyutlu olan savaş alanı da­ha sonra hava kuvvetlerinin eklenmesiyle üç boyuta çıktı. Birinci Dünya Savaşı sırasında yıpratma esasına dayanan savaşın anlamsızlığı ortaya çıkınca Almanlar yeni bir doktrin geliş­tirdiler: Yıldırım Savaşı. Düşman ordusu büyük bir makine gibiydi. O halde düşmanın merke­zini bulup yok etmek onu işlemez hale getire­cekti. Bu doktrine uygun olarak uçaklarla des­teklenmiş tanklarla hücum ettiler. Cephe kav­ramı ortadan kalkmıştı. 

Ancak bizim satranç benzetmemiz hala geçerliydi: Düşman belliydi. Orada duruyordu. Önemli olan ondan daha hızlı hareket etmek, kollanyla mücadele etmek yerine darbeyi bey­nine indirmek ve şahı teslim almaktı. 

Şimdi gelin başka türlü bir satranç oyna­yalım.

Siz kendi taşlarınızı tahtaya yerleştirin. Hatta klasik kurallara göre değil, arzu ettiğiniz biçimde dizin. Daha da ileri gidelim; iki fil, iki at ve iki kale daha ekleyin onlara. Benim taşla­rım ise sizinkinin yarısı kadar olsun. Sizin dört kalenize karşı benim iki kalem... Ayrıca size açılışta üç hamlelik avans da veriyorum.

Yalnız çok küçük bir şartım olacak: Ben sizin taşlarınızı göreceğim, ancak siz benimki­leri göremeyeceksiniz!

Ne o, vaz mı geçtiniz? Bu küçük, küçü­cük talebimi red mi ediyorsunuz?

Haklısınız! Böyle saçma bir mücadele mümkün mü?

Ancak bilgi toplumunda savaş tam da böyle bir şey olacak. 

Savaş kuramcıları 21. yüzyıl savaşına çe­şitli adlar veriyor: Kimi "siber savaş" (cyber-war) terimini tercih ediyor. Kimi "enformasyon savaşı" (infowar) diyor. "Postmodern savaş" diyenler de var. 

Ancak bu farklı kavramların işaret ettik­leri temel nokta aynı. Çok özetle söylersek: Bi­lişim teknolojisinin imkanlarını kullanarak en­formasyonu, taraflardan birinin kör olduğu sat­ranç örneğinde olduğu gibi işlemek...

Klasik savaş iki kelime ile özetleniyor­du: "Kumanda" ve "kontrol".

Daha sonra bu formül "kumanda", "kontrol", "iletişim" ve "istihbarat" şeklinde ge­lişti.

Günümüzde beşinci bir terim daha gün­deme gelmiş bulunuyor: Bilgisayarlar.

Tabii bu sadece bilgisayarların silahlı kuvvetlerde kullanılması anlamına gelmiyor. Siber savaşı, siber savaş yapan özellik başka bir şey: Bilgisayarların diğer bilgisayarlarla ve insanlarla karar verme süreçlerini etkileyecek biçimde iletişim kurması...

O halde eskiden üç boyutlu olan savaş alanına dördüncü bir boyut daha eklenmiş bu­lunuyor: Siberuzay.

Karada, denizde ve havada süren müca­dele artık elektronik ortamda da sürecek. Bu durumda "düşmanın" tanımı da değişiyor: Ar­tık sanal düşmandan söz etmek mümkün olu­yor: Nereden geldiği belli olmayan ama radar sistemimizi çökertecek bir bilgisayar virüsünü "düşman" olarak tanımlayabiliriz. 

Yeniden kör satranççı örneğine döner­sek: Siber savaşta önemli olan kimin kaç füze­si olduğu değildir. Rakibin bizim füzelere iliş­kin sahip olduğu bilgilerdir. Eğer füzelerimize ilişkin bilgisi (sayı, yer, tip, güç vs.) yanlışsa ne ala; yok eğer doğruysa vay halimize! O halde siber savaşta en önemli nokta rakibi bilgisiz bı­rakırken, ona ilişkin bilgilerimizi maksimize et­mektir.

Siber savaş televizyonların nefret ettiği bir savaş tipidir. Çünkü asıl mücadele cephede değil, bilgisayar ekranlarının başında sürecek­tir. Bizi televizyonlarımızın önüne mıhlayan Körfez Savaşı'nı hatırlayın: Vınlayan füzeler, gırıldayan tanklar, takırdayan helikopterler gördük. Ama savaşı görmedik (ama gördüğü­müzü sandık)! Savaşa ilişkin kaç görüntü kaldı ki geriye: Petrole bulanmış kuş, Amerikan as­kerinin postalını öpen bir esir ve çöl... 

Halbuki 1991 Körfez Savaşı'nı ilk siber savaş olarak tanımlamak yanlış olmaz. Bu sa­vaşta biz o savaşın asıl gerçeğine yani mantığı­na ilişkin belki de hiçbir şey izlemedik. Örne­ğin füzeleri yönlendiren, hava duaımunu sap­tayan, uydulardan gelen verileri değerlendiren yazılımlan görmedik. Onları üretenleri ve kul­lananları görmedik. Zaten görseydik de anında zapping yapardık. 

Şimdi bu söylediklerimizin yukarıda sözünü ettiğimiz eğitim modeliyle ("öğrenmeyi  öğrenmek") ilişkisini kurmaya çalışalım. 

Eski askeri yapılar piramit biçiminde or­ganize edilmişti. Üst kademe emir verir, alt ka­deme bunu uygulardı. Dolayısıyla bilgi açısın­dan incelendiğinde en önemli, en değerli bilgi üst kademede bulunurdu. Aşağıya doğru in­dikçe bilginin değeri, kalitesi, etkisi azalırdı.

Bilgisayarların bilgisayarlarla ve insanla iletişim kurduğu dönemde ise en değerli bilgi generalin bilgisi olmaktan çıkıyor, alt kademe­ye yayılıyor. Bir yüzbaşının değerlendirmesi ve kararı, bir generalin emrinden çok daha önem­li ve etkili hale geliyor.

Vietnam Savaşı sırasında ABD Başkanı Johnson diğer yetkililerle birlikte tartışmaktay­dı: "Uçaklar buraya napalm atarken, helikop­terler şuraya saldırsın." 

Körfez Savaşı'nda ise Başkan Bush'un, değil bu tip detayları belirlemek, olup bitenden haberi bile yoktu. O politikayı belirliyor. Gene­ral Schwarzkopf statejiyi saptıyor taktik uygula­malar ise alt kademede gerçekleşiyordu.

Bilgi toplumunun büyük hiyerarşileri yıkan, bunun yerine yatay biçimde örgütlen­miş küçük birimleri getiren mantığı, silahlı kuvvetlerde de etkisini göstermeye başlamıştı. 

Belirli bir kodu çalmak ya da bir hard diski yok etmek üzere programlanmış bir "Cru-ise virüsü" ile "çarpışan" bilişim yüzbaşısına al­bayı ne diyecektir? "Sana emrediyorum, o virü­sü hemen yok et" mi? 

İşte böyle bir çağda okulda öğrenilen askeri bilginin çok da önemi yoktur. Nasıl olsa kısa sürede eskiyecek ve değil yaran, zararı bi­le olacaktır. O halde bir subayın iletişim bece­risine sahip, tartışan, eleştiren, yaratıcı fikirler üretebilen bir kişi olması gerekir.

Bunun tek nedeni bilişim teknolojisinde­ki akıl almaz ilerleme de değil. Bir başka önem­li nokta daha var: Yeni çağın "düşman" kavramı eskisinden çok farklı. Hatta kavramlann birbiri­ne girdiği, muğlak hale geldiği söylenebilir.

Siber savaş yerine postmodern savaş te­rimini kullananlar, siber savaşı reddetmiyorlar. Onların altını çizmeye çalıştıkları bir başka husus daha var. Bir ordunun en temel gereksini­mi olan "biz" ve "onlar" kavrayışı kesin sınırla­rını giderek yitiriyor. Örneğin...

*  Bilişim teknolojisi sivil kuruluşlarda gelişiyor. Askerler artık sivillerle birlikte çalış­mak durumunda kalıyor.

*  Ulusal ve uluslararası teröristlerle, devletin organize ettiği tetöristler arasındaki aynmı saptamak giderek muğlak hale geliyor.

*  Eskiden tüm bir ülke "düşman" kate-gorisindeyken, artık onun belli bir bölümü (ör­neğin diktatör) hedef haline gelebiliyor.

*  Denizaltı bile çalmaya kalkışan, uran­yum ticareti yapan, süper beyinleri uyuşturu-cu-uyarıcı imalatında kullanan uluslararası mafya yeni bir güç olarak ortaya çıkıyor. 

Tüm bunların üstesinden gelebilmek, düşmanla dostu ayırdedebilmek, moral değer­lerini bu sistem içinde oluşturmak (bir bilgisa­yar programcısını öldürebilir misiniz?) için ar­tık başka türlü bir subay olmak gerekiyor.

Tam bu noktada şu gerçeği unutmamak­ta fayda var; Askeri tarih uzmanlan yeni bir sis­temin, eskisini tamamen ortadan kaldırmadığı­nı söyler. Siber savaş bunun dışında değil. Kimi klavyeyi kullanarak ekranda bir minik nokta olarak işaretlenen düşmanı yok etmeye çalışır­ken, bazılan süngü hücumuna hazırlanacak. 

Peki siber savaşa hazırlanan ordulann sivillerle ilişkisi hakkında neler söyleyebiliriz? 

Ya da daha fazla özete inelim ve şöyle soralım: Bilgi toplumu dönemindeki bir savaş olasılığı­na göre kendini yeniden organize etmekte Türk Silahlı Kuvvetleri'nin biz sivillerle ilişkisi nasıl olacaktır?

Ocak ayındaki geziye katılan gazeteci­ler "orada bambaşka bir dünyanın" olduğunu dile getirmişlerdir. Her ne kadar ağırlıklı olarak memur ve işçi ailelerinden gelseler de subay olarak yetişen gençler bir tür devşirme sistemi içine alınmaktalar. Türkiye'de ortalama bir sivil gence sunulan eğitimin kalitesinin çok çok üzerinde bir kaliteye ulaşmaktalar. 

Bu eskiden de böyleydi. Ancak yeni olan TSK'nın siber savaş mantığına uyum sağ­lamak üzere organize olurken bir adım daha ileri gitmesidir. Sadece iyi eğitim almayan, eği­timlerini sürekli olarak yenileyen subaylar, kendilerini "üstün ve ileri" olarak görecektir. Doğru ve yeni bilgiye sahip olduğunu düşü­nen bir kişi de, buna uygun eylemi başkaların­dan bekleyecektir.

28 Şubat 1997'den RP'nin kapatılmasına kadar geçen sürede TSK sadece askeri konu­larla değil, sivil konularla da yakından ilgilen­diğini, hatta ilgilenmekten öte siyaseti manipü-le ve mobilize edebildiğini göstermiştir. 

Ben postmodern savaşa hazırlanan TSK'nın kendi arzusuyla geri çekileceğini san­mıyorum. Zaten gelenekleri ve tarihi de bu yöndedir. Yüksek düzeyde meşruiyete sahip bir sivil oluşuma kadar siyasete müdahele devam edecektir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005