Temsili Demokrasi ve Sivil Toplum Örgütleri
Klasik demokrasi ya da temsili demokrasi diye
isimlendirdiğimiz yönetim biçimi, esas itibariyle
kuvvetler ayrımı dediğimiz güçler dengesi temeline
dayalıdır. Yasama, yürütme ve yargı olarak
nitelendirilen bu güçlerin biribirlerini
dengeleyebilme başarısı, temsili demokrasinin
işlerliğinin de ana belirleyicisidir. Bu güçlerin,
biribirlerini dengeleyemediği dönemlerde temsili
demokrasi çıkmaza girmekte ve ülkede rejim
bunalımları ortaya çıkmaktadır. Ülkemizin geçmişinde
yaşanan, demokrasinin askıya alınma uygulamaları,
güçler arasındaki dengenin bozulduğu, güçlerden
birisinin ve genelde de yürütmenin, diğer güçlerin
dengeleme etkisini bertaraf ettiği, bu güçleri
inisiyatifi altına aldığı dönemlerde ortaya
çıkmıştır.
Hükümetlerin ancak parlamentonun desteğiyle görevde
kalabildiği parlamenter rejimlerde çoğunluk partisi
bu iki organ arasında kuvvetler ayrılığı teorisinin
öngörmediği ölçüde sıkı bir siyasal bağ yaratmıştır,
böylece yasamanın da desteğini alan yürütme, giderek
güçlenmiştir.
Şu halde, temsili demokrasinin temel sorunu; güçler
dengesinde, yürütme lehine oluşan ağırlığın
sınırlandırılması, kontrol altına alınmasıdır. Sorun
böylece belirlenince, çözüm de kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır. Bu, yürütmenin gücünün
sınırlandırılması ve bunun için de merkezi
otoritenin kontrolü altındaki toplumsal ve ekonomik
ilişkiler sistematiğinin adem-i
merkezileştirilmesidir. Yani, yetki ve
sorumlulukların devlet, yerel yönetimler ve sivil
toplum kuruluşları arasında dengelenerek toplumun,
kendi dinamiklerini özgürce ifade edebileceği bir
ortamın oluşturulmasıdır. Böylesi bir anlayışın,
yönetimde katılımcı ve çoğulcu demokrasiyi, ulusta
birliği, yaşamda özgürlüğü güçlendireceği
kuşkusuzdur.
Nitekim, Anayasamız da çoğulcu toplum yapısını
oluşturan gönüllü örgütlerin kurulmasına bir ölçüde
destek vermiştir. Sendika kurma hakkı, dernek
kurulmasındaki serbestlik, siyasi partiler ve meslek
kuruluşlarına dair düzenlemeler bunlara birer
örnektir.
Anayasamızdaki bu düzenlemelerin yetersiz olduğu
açıktır. Gerçekten de, her türlü inisiyatifi
kendisinde toplayan merkeziyetçi anlayış, kendi
kendini de böylece felce uğratmıştır. Üzerine fazla
iş almaktan, yapması gereken işleri yapamaz hale
geldiğini kısa bir süre önce yaşadığımız deprem
felaketiyle hep birlikte gördük. Bu, başkasına
yaptırmayan kendi de yapamayan otoriter ve hantal
merkeziyetçi yönetimin mutlaka reorganize edilmesi
gerekliliği vardır.
Bu gerekliliğin yerine getirilebilmesi ise yetki ve
sorumlulukların, yerel yönetimler ile sivil toplum
kuruluşlarına devri ile mümkündür. Katılımcı,
çoğulcu ve özgürlükçü demokrasiyi oluşturabilmenin
yolu da budur.
Çoğulcu ve katılımcı çağdaş demokrasi, sivil toplum
rejimidir. Yerel yönetimlerin ve sivil toplum
kuruluşların güçlenmesi, sadece katılımcı
demokrasinin değil, katılımcı piyasa ekonomisinin de
ön koşuludur.
Katılımcı demokrasi ve katılımcı ekonomi
kavramlarının gelişip yaygınlaştığı bir dönemde
öncelikli sorun, sivil toplum örgütlerine gereken
önemi vermek ve yeni dönemde bu kuruluşlarımızı
üstlenecekleri yeni fonksiyonlara uygun bir hukuksal
ve örgütsel altyapıya sahip kılmaktır. Bunun için
yapılması gerekenlere değinmeden önce sivil toplum
kuruluşu kavramı üzerinde durma gereği vardır. Nedir
sivil toplum kuruluşu ? Sivil toplum kuruluşu
olmanın temel kriterleri nelerdir.
Sivil toplum kavramı, Türkiye'de üzerine olumlu
değer yüklenen sayılı seçkin kavramlardan birisidir.
İster zorunlu ister gönüllü olarak oluşturulsun,
sivil toplum örgütleri başlıca dört grupta
incelenebilir.
1) Yasalar gereğince temsilcisi oldukları
toplum kuruluşlarının ekonomik-sosyal hak ve
çıkarlarını savunmak için kurulan barolar ve odalar
ile benzeri mesleki kuruluşlar.
2) Yasal olarak kuruluşu zorunlu olmayan işçi
veya işveren sendikaları.
3) Gönüllü dernek, vakıf ve benzeri kuruluşlar.
4) Hemşehri dernekleri, üniversite
platformları, vatandaş inisiyatifleri vb.
Bu ayrımın yanı sıra, negatif veya pozitif
yaklaşımlar kullanılarak yapılan sınıflandırmalar da
vardır. Pozitif tanıma göre ortak çıkarı ya da
toplumsal yararı gerçekleştirmeyi amaçlayan
kuruluşlar sivil toplum örgütü olarak kabul
edilmekte ancak sendikalar ile mesleki örgütler bu
tanım kapsamına girememektedir. Negatif tanıma göre
ise sivil toplum örgütleri, kar amacı gütmeyen ya da
üyelerine parasal kazanç üleştirme amacı gözetmeyen
kuruluşlardır. Bu ölçüte göre şirketler, sivil
toplum örgütleri içerisinde yer almamakta, ancak,
çoğu zaman bu ölçüte uymayan kooperatifler, sivil
toplum örgütü kategorisine dahil edilebilmektedir.
Sivil toplum örgütlerini gönüllülük kriterine göre
sınıflandıranlar da vardır.
Uluslararası yazında sivil toplum örgütleri, devlet
dışı örgütler ve demokratik kitle kuruluşları
başlıkları altında iki ana kategoride
toplanmaktadır. Devlet dışı örgütler için
gönüllülük, formellik, diğergamlık ve kar amacı
gütmeme kriterleri ölçü alınırken, bunun dışındaki
kuruluşlar demokratik kitle örgütleri olarak
isimlendirilmektedir.
Bu ayrımların yanı sıra, sivil toplum örgütlerini
belirli bir konu çerçevesinde toplayan ve/veya ortak
duyarlılık alanları itibariyle kategorilere ayıran
çalışmalar da vardır. Kavram öylesine elastiki bir
yapıya sahiptir ki, herkesin hemfikir olduğu bir
tanım yoktur. Zaten, buna gerekte bulunmamaktadır.
Hangi tür tasnif ve tanım yapılırsa yapılsın sivil
toplum kuruluşları için temel ve tartışmasız ortak
kriter bağımsızlıktır. Gerçekten de, sivil toplum
örgütleri merkezi yönetim aygıtının dışında yer
almaktadır ve en azından bu noktada bir görüş
birliği olduğu söylenebilir. Devletin dışında ve
ondan bağımsız olarak etkinlikte bulunan bu
kuruluşların amacı, merkezi otoritenin toplumsal
sivil yaşama kural koyarak müdahale yetkisini
sınırlamaktır. Özetle, bireyin, siyasal otoriteyi
etkilemesini amaçlayan örgütlenmeler ve etkinlikler
sivil toplumu oluşturur, diyebiliriz.
Görüldüğü gibi, merkezi otoritenin sivil yaşama
müdahalesinin sivil toplum örgütlerince engellenmesi
için bunların bağımsız olmaları temel ve vazgeçilmez
koşuldur.
Oysa çoğu sivil toplum kuruluşlarımızın
bağımsızlıklarından maalesef bahsetmek bugün için
mümkün değildir. Örnek vermek gerekirse, 507 sayılı
Esnaf ve Sanatkarlar Kanununun sekiz maddesinde bu
kuruluşların, Sanayi ve Ticaret Bakanlığınca
verilecek emir ve talimatları yerine getireceği
hükme bağlanmaktadır. Kanunda, Sanayi ve Ticaret
Bakanlığına mesleki kuruluşların genel kurullarını
olağanüstü toplantıya çağırma yetkisi verilmekte ve
ayrıca Konfederasyonun çalışma tarz ve esaslarını
gösteren yönetmeliğin Sanayi ve Ticaret Bakanlığınca
hazırlanıp yürürlüğe konulacağı öngörülmektedir.
Kanunun, Teftiş ve Denetim başlığı altındaki
lll'inci maddesinde kuruluş personelinin ve seçimle
gelen yöneticilerinin görevden
uzaklaştırılabilmeleri için yapılmış hukuksal
düzenlemeler dahi vardır.
Görüldüğü üzere
507
Sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Kanunu, Sanayi ve
Ticaret Bakanlığına esnaf ve sanatkarların mesleki
kuruluşları üzerinde önemli vesayet ve denetim
yetkileri vermekte, keyfi kullanımı halinde büyük
sakıncalar yaratabilecek hükümler içermektedir. Daha
önceleri sendikalar için de mevcut olan bu
müdahaleci düzenlemeler, Sendikalar Kanununda
yapılan son değişiklikle yürürlükten kaldırılarak bu
kuruluşlar çağdaş birer sivil toplum örgütü
kimliğine kavuşturulmuşlardır. Benzeri
düzenlemelerin Türk Esnaf ve Sanatkarlarının mesleki
örgütleri ile Ticaret Odaları ve Ziraat Odaları için
de yapılması, çağdaş devlet ve katılımcı demokrasi
anlayışının doğal gereğidir. Bunlar yapılmadan
ülkemizin en büyük ve en güçlü sivil toplum
örgütlerinden, çalışmalarını, özgür ve etkin bir
biçimde sürdürmeleri beklenmemelidir.
Bütün bunlar, başta Anayasamız olmak üzere kuşkusuz,
ivedilikle düzeltilmelidir. Ekonomik ve Sosyal
Konseye işlerlik kazandırılmalı, tüm mevzuatımız
sivil toplum örgütlerinin yeni konumu göz önünde
bulundurularak revize edilmelidir. Burada üzerinde
mutabakata varmamız gereken bir Model Sorunu vardır.
Türkiye, bütün bunları yaparken ülke gerçeklerine
dayalı bir sistem mi kurmalı, yoksa ülke
gerçeklerini değiştirmeye dönük bir model mi
oluşturmalıdır. Yapılması gereken bizce ikincisidir.
Devlet ekonomik kalkınmayı ve sosyal gelişmeyi eş
zamanlı olarak gerçekleştirmek zorundadır. Bunun
temel koşulu, ülkede diyalog ve uzlaşma kültürünü
yerleştirmek ve geliştirmektir. Uzlaşma ve diyalog
kültürü, Türkiye'nin bugünkü gerçeklerine dayalı bir
modelle oluşturulamaz. Çözüm, ülke gerçeklerini
değiştirmeye dönük bir modeldedir. Bu model, çağdaş
standartlara dayalı Avrupa Birliği modelidir.
|