Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Türkiye ve Türk İnsanı Bilgi Çağının Neresinde? 

Dr. Cüneyt Ülsever 

insanoğlu son elli yılda insanlığın var olduğu günden beri "keşfettiklerinden" fazlası­nı keşfetmiş ve insanlığın emrine vermiş. Bu arada insanlığın son elli yılda beynini kullan­ma kapasitesini %50 arttırdığı söyleniyor. An­cak, bu radikal artıştan sonra evrenin en geliş­miş ve eğitilmiş bireyleri beyinlerinin %8'i ye­rine %12' sini kullanmaya başlamışlar! Daha ortada kullanılmayan %88 var. 

İşte böyle bir oluşuma "bilgi çağı" deniyor Bilgi çağı da adına "bilimsel düşünce" dediğimiz düşünce metodları ile gelişiyor. Ben bu makalede Türkiye'nin bilgi çağının nimetle­rinden ne kadar yararlandığını veya Türki­ye'nin "keşiflere" katkısını değil, Türkiye'nin ve Türk insanının "bilimsel düşüncenin" nere­sinde durduğunu irdelemek istiyorum. Görü­şüme göre Türkiye'nin bilgi çağının neresinde olduğuna Türk insanının ve Türkiye politikala­rının ne kadar "bilimsel düşünce" ile üretildiği karar verecek. 

Bu amaçla da 1997 yılını özel bir mer­cek altına almak istiyorum. 

Önce "yılların" zihnimizdeki anlamını irdeleyelim: 

İnsan elle tutamadığı, gözle göremediği, ancak zilıninde yer verebildiği "olgular bütü­nünü" en kolay, adına aritmetik dediğimiz bir kavram sistematiği ile yakaladığı için, akışkan bir kavram olan yıllan isimlerle değil, rakam­larla anıyoruz.

"Yeni yılın' esas anlamı da insanın dü­şünce kalıplarına bir "kolaylık'' getirmesi. Ne­rede ise tüm insanlığın paylaştığı kavramsal bir "son" ve bir "başlangıç" düşünce sistematiğin­de bir bütünlük oluşturuyor.

 

Zira insan, gündelik akışta kapıldığı olayları "tasnif ederek ve kategorilere sokarak kavramlaştırdığı zaman olaylara yön verdiğini zannediyor. Hatta o dağınık ve belki de birbi­rinden kopuk olgulara bir anlam kazandırdığı fikrine kapılıyor.

"Yıl" kavramı içinde "biten yıl" yaşadığı­mız olguları, tüme bakan bir tasnifle, "kontrol" altına aldığımız duygusunu veriyor ve bu şekil­de kendimizi daha rahat hissediyoruz. 

"Gelen yıl" ise genellikle "geçmişe ba­karak geleceği talimin etmeye" şartlandırılan düşünce kalıplarımız için bu "analiz tarzını" bozma fırsatını yakaladığımız nadir anlardan birisi. Hepimiz "geleceğin" yeni yıl gecesi san­ki bir sihirli değnekle diğerlerinden koparıla­rak "geçmişden" daha iyi olacağına dair bir umudu kendimizden esirgemek istemiyoruz.

Ben de bu kavramsal jimnastikten ve tasnifleme ihtiyacından kendimi kurtaramadım ve kendimce 1997'yi bir "kavram" çerçevesin­de simgeleştirmeye çalıştım. 

İleride ne zaman 1997 anılsa, benim zihnim bir kavramı çağrıştıracak: "Bilimsel dü­şünce".

Keşke zihnim doğrusal bir ilişki kursa idi ve "1997 yılında bilimsel düşüncede topyekün ne kadar büyük mesafeler kattettik", diyebilse idim. Maalesef, ben 1997'yi toplum olarak topyekün, bizzat bilim adamından sokak­taki satıcıya kadar, "bilimsel düşünceden" ne kadar uzak, ona ne kadar bigane olduğumuzu en iyi kavradığım yıl olarak anacağım. 

Üstelik, derdim bilimsel düşünce karşı­sında duyarsız bir yıldan dem vurmak değil.

1997 bu kavramı iğfal ettiğimiz bir yıl olarak yerleşti zihnime.

"Bilim", "bilgi" ve giderek "çağdaşlık", "muassır medeniyet", "akılcılık" gibi bilimsel düşünce ışığında yakaladığımız kavramların 1997'de ırzına geçildiği düşüncesindeyim. 

Ben 1997'yi bilim adına bilimin tecavü­ze uğradığı yıl olarak anacağım, "Tecavüzcü Coşkunlar" da koca koca adamlar, böyyükleri-miz. "Kel başa şimşir tarak" misali de millet olarak bizler de onlardan hiç aşağı kalmadık.

1997 "bilimsel düşüncenin" topyekün tecavüze uğradığı bir yıldır!

1997'de çok önemli bir kesinti yaşadık:

Demokrasi kesintisi. 

"Muassır  medeniyetler"in  bir  nimeti olan demokrasi 1997'de kesintiye uğradı ve buna gerekçe olarak bazı insanların bizi "bi­limsel düşünceden" koparıp "karanlık" bir dö­neme sürüklemek için özel gayret gösterdikle-, ri savı kullanıldı.

Ben şahsım adına bizi karanlığa sürük­lemek isteyenlerin! bu gayretini ciddiye alma­dım, onların böyle bir niyette olduklarından da bazıları hariç şüpheliyim. Ama bu kesimin, en azından bir kısmının, düşünce sistematiğinin bilimsel olmadığı fikri bende de yerleşik.

Ancak, beni esas ilgilendiren "onlara" karşı çıkan, "onların" yarattıkları karanlık tehli­ke karşısında! demokrasinin en ilkel kuralları­nı bile hiçe sayacak kadar "soaınsalı" büyük gören, üstelik güçlü ve egemen olanların bilimsel düşünce fukaralığı!

Hele hele "iktidar"  mücadeleleri için "bilimsel düşünce" kavramının arkasına sığınarak onu bir meşruiyet aracı olarak kullanmaları düş kırıklığımın en can alıcı noktası. "İşte çağdaş Türkiye!", diye bağıran, ba­ğırana çığlıkları ile destek veren, biribirinin "çağdaşlığını" brifinglerde ayakta muşuılayan, iki uçkur düşkününden "şeriat" korkusu ka­pan, iki ne dediğini bilmezin ettiği "sözleri" hüküm tutarak 6 milyon insanı cezalandıran, oynanan bir tiyatro oyununa -ne kadar kötü bir oyundu!- tank yollayan, yıllardır kendileri tarikatların kapısında oy dilendiği halde onları Başbakanlık'ta iftar yemeğinde görmeyi haz-medemiyen "zihniyet" 1997 yılında en az "ka­ranlık güçler" kadar karanlıkta olduğunu tüm bir dünyaya haykırdı.

"Egemenlerin" bilimsel yapısının karga­şa içinde olmasına o kadar yanmıyorum da bu­nu bilimsel düşünce uğaına yaptıklarını, utan­madan ve sıkılmadan söylemiyorlar mı, buna ifrit oluyorum! 

21. yüzyıla girerken bilimin kendi hak­kında bulduğu en önemli "sonsal" -artık bir da­ha yenilenmiyeceğine inanılan- tek bulgu "haddini bilmek". 

"Bilim bilmektir, bilim haddini bilmek­tir".

Bilim 20. yüzyılda "bulgularını" sadece onu red eden başka bir bulgu ortaya çıkana kadar geçerli görürken bizim aklı evvel "böy-yük" adamlarımız, onların yerleştirdiği "eğitim" sistemimiz ve inkar ederek mirasına konduğu­muz geçmişimiz bizi hala "tek doğrunun" var­lığı konusunda zorluyor. 

Bilimin verilerini hala 18. yüzyılda par­layan, 19. yüzyılda ise hükmünü yitirmeye baş­layan "rasyonalizm" felsefesi seviyesinde kav-rıyanlar, rasyonalizmin o dönem itibari ile "ka­ranlık" bir din bağnazlığı döneminden sonra zincirlerinden kurtularak, ilk defa "akla sığın­ma" coşkunluğunu yaşadığını ya bilmiyorlar, ya da bilmezden geliyorlar. Rasyonalizmin za­man içinde, akılcı felsefenin beşiği Fransa da­hil, "her şeyi akıl yürüterek bulma" iddiaların­dan vaz geçtiği henüz kulaklarına ulaşmayan­lar ne gariptir ki "ustalarının" haklı bir coşku ile 19. yüzyılda attıkları naraların benzerini 1997 yılında Türkiye'de attılar: 

"Kahrolsun karanlık dünya isteyenler, yaşasın insan aklının sonsuz yaratcılığı!" 

Üstelik, bu çığırtkanların akılları ile hiç bir şeyi ömrü hayatlarında bulamadıkları, hep sokma akıl ve devşirme düşünce ile hareket et­tikleri herkesçe bilindiği halde! 

Bu insanlara göre sadece "tek doğru" vardır ve bu tek ve şaşmaz doğru onların "bi­lim" dedikleri nesne sayesinde bulunur.

Bilimi akıl geliştireceğine göre akıl yolu ile bulunmayan her bulgu sadece "yanlış" de­ğil aynı zamanda gelişme önünde bir engeldir. Akıl bugün bulamadıklarını zaten yarın bula­caktır! İnanç çerçevesinde elde ettiğimiz bilgi­ler ise çoğu zaman aklın karşısındadır.

Bu "zihniyet" bilimsel metodolojiden de 19. yüzyılda geçerli -farkındalar mı değiller mi bilmiyorum- "bilim metodolojisini" anlıyor. Bu metodoloji anlayışı bir hipotezin -sınamak iste­diğimiz tez veya kuram- doğrulanması için onun doğru olduğunu gösteren -onu doğrula­yan- kanıtlar aramamızı ister. Bir hipotezi 'doğrulayan" kanıtlar bulduğumuz zaman ar­tık o tez, bazen teorem seviyesine ulaşan bir "doğru" haline gelir. 

Bu yaklaşım ilk başta mantıklı gözüke­cektir. Bir hipotez ancak onu doğrulayarak destekleyen olgular sayesinde güçlenir ve "te­ori" veya "kuram" haline gelir. Suyun 100 dere­cede kaynadığını göstermek için suyu 100 de­receye kadar ısıtıp, ne olduğunu gözlemlemek gerekir.

Genellikle fen bilimlerinin kullandığı bu metodoloji eğri ve doğrusu ile sadece bilim adamlarını ilgilendirse idi bu makaleye bile gerek kalmazdı. Ancak, bu yaklaşım beyinleri­mizin her türlü olguyu değerlendirmesinde egemen bir "metodoloji" olduğu için, daha ötesi ülkeye yön veren beyinlerin düşünce sis­tematiğine yön verdiği için bizi ilgilendiriyor. Etrafımızdaki "olguları" daha eğitim yıllarının başından beri zihnimize nakşedilen bu "metodoloji" ile algılıyor, uğruna kavgalara girdiğimiz bir sürü bilimsel inancımızı! bu şekilde zi­hinlerimize yazıyoruz. 

"Bilimsel metodolojinin" son uygulama alanına eğilelim.-

Hipotezimiz şu şekilde olsun:

Refah partisi laikliği red ediyor ve ülke­ye şeriat gelmesi için politika yapıyor"

Bu hipotezin geçerli olduğunu göster­mek için yapmamız gereken ne?

Hipotezi "doğrulamak."

Birinci doğrulama:

Tarihsel olarak din referanslı öğeler laik­liğe karşı durmuşlardır. Bkz: 19. yüzyıl Fransa.

ikinci doğrulama:

Refah Partisi bazı üyelerinin gerçekten "şeriat" talep eden sözleri v.b.

Son karar:

Tarihsel veriler ve yaşanan pratik açısın­dan din referanslı olduğunu zaten gizlemeyen Refah Partisinin hem laikliğe karşı olduğu, hem de "şeriat" istediği tespit edilmiştir.

Yaşanan pratik açısından doğrulama ye­rine, yanlışlama sonucu veren diğer bazı Re­fah Partisi üyelerin sözleri var ise ne olacak?

El cevap: Mümkün değil.

Zaten bir kere doğrulanan bir tespit ar­tık bir daha yanhşlanamaz. Eğer yanlışlama içeren bazı "sözler" var ise bu zaten "takiye-dir".

Yeni bir hipotez:

Islamda bazı durumlarda kişi inanma­dığını söyliyerek "takiye" yapabilir.

Doğrulama:

Bazı tarihsel olgular ve Islami kaynak­lar.

Bu düşünce metodolojisi topluma o kadar hakim ki, millet olarak nerede ise hepimiz

için geçerli, "islamcılar" için de hayli hayli geçerli!

Ters bir hipotez ele alalım: 

"Laikler Allahsızdır!" 

Aynı doğrulama metodu ile bu tezin de doğru bir tespit olduğu sonucuna ulaşabilirsi­niz.

Doğruluğuna inandığımız "tezlerin" doğru olduğunu gösteren sonsuz tespitler ya­pabiliriz.

Benim derdim bu düşünce sistematiği­nin topluma hükmederek onu bir karpuz gibi ortasından bölmesi.

Herkesin kendi "doğrusunu" doğrula­mak için tüm gayretini gösterdiği bir yapıda da herkes "tek doğrunun" olduğuna, zaten çeşitli vesileler ile doğrulanan kendi "doğrusunun" da "tek doğru" olduğuna iman edebilir.

Egemenlerin tek farkı aynı zamanda on­ların doğallarının da "egemen doğaı" olması. Yoksa hepimiz bu zokayı yemeye zihinsel ola­rak hazırız. 

Ancak, bilim dünyasına baktığımız za­man bu metodolojinin zaman içinde etkinliğini yitirdiğini görüyoruz. Zira doğrulama işlemi­nin de kendi doğrulan var. Hatta doğaılanan bir hipotezi -Refah konusunda takiye diye ba­şımızdan savdığımız gibi- aynı zamanda yan­hşlamak da mümkün. 

Evet su 100 derecede buharlaşıyor ama bu belirli bir rakımda ve basınç altında oluyor. Bu koşulları değiştirdiğiniz zaman suyun 100 derecede buharlaşmadığı durumlar da var. 

Einstein'in "Relativite teorisini"nin po­püler bir yorumu ile 1 anı l'in 2 etmediği du­rumlar bile var. Örneğin 1 litre kaynamış su ile 1 litre kaynamamış suyu birbirine ilave ettiği­niz zaman 2 litre su etmiyor. 

"Bilimsel metodoloji" artık ortaya atılan hipotezin doğrulanması için değil yanlışlan-ması için gayret istiyor.

"...bilim yöntâmi daha çok gözümüzü açıp kuramı (hipotezi)yanlışlayabilecek olgu­lar aramayı gerektirir. Buna bir kuramı de­netlemek, kusuru olup olmadığını araştırmak deriz... her ne kadar olgular, kuram göz önü­ne alınarak toplamalar ve kuram söz konusu denetlemeler karşısında ayakta kaldığı sürece onu doğrulasalar da, yalnızca önceden tasar­lanmış bir kuramın önceden tekrarından iba­ret değildirler. Onlar ancak kuramın öndeyi-leri yanhşlamak için yapılmış deneyimlerin olumsuz sonuçlan olursa kuramı doğrularlar ve kuram lehine değerli belgeler sayılırlar" (Kari Poppeı: "Açık Toplum ve Düşmanlar.". Pemzi Kitabevi, Mayıs 1994, s: 227).

Geçerli "bilim metodoloji" bir kuram (hipotez) ortaya attığımız zaman onun geçerli­liğini kanıtlamak için kendimizin onu yanlış-lama gayreti içine girmemizi, ancak her türlü yanlışlama olasılığı karşısında yanlışlamayı ya­pamadığımız durumda kuramımızı doğru ka­bul etmemizi öğretiyor. 

Lütfen bu işlemin ne kadar çok geniş olasılıkları içerdiğini, ne kadar zahmetli oldu­ğunu ve bilim adamının ne kadar çok haddini bilmeye zorladığını fark ediniz. 

Bu metodoloji ile Refah'ın şeriatçı olup olmadığını tespit etmek için tüm programını, faaliyetlerini, ileri gelenlerin tüm sözlerini ve davranışlarını irdelememiz, gizli faaliyetlerini! yatsınamıyacak bir şekilde ortaya çıkarmamız gerekiyor.

Aynı şekilde laiklerin Allahsız olduğunu kuramsallaştırmak için tüm laiklerin aralarında bir tane "inanır" bulma gayretine girmemiz, bunu başaramama durumunda hükme varma­mız lazım.

Üstelik bir kuram ancak başka bir ku­ram tarafından yanlışlanana dek geçerli sayılı­yor.

"...bilimsel betimleme de, her ne kadar aynı zamanda betimlenen gerçeklere de bağlı olsa bile, geniş çapta görüş açımıza, çoğu za­man da denetlemek istediğimiz kurama bağlı olan ilgilerimize bağlı olacaktır... hiçbir ku­ram ya da hipotez bu anlamda bir çalışma hipotezi olmaktan öteye gidemez ve her zaman böyle kalır. Çünkü hiçbir kuram sonul değildir ve her kuram olguları seçmemize ve düzenlememize yardım eder. "(ibid)

Ben bu makalede "bilimsel metodoloji­nin" sadece fen bilimleri için geçerli olduğu veya bu metodolojiye göre sosyal bilimlerin bilim sayılamıyacağı tartışmaları ile ilgilenmiyorum. 

Ben geçerliliğini yitirmiş bir metodoloji ile şekillenen bir zihniyetin, hem de egemen bir zihniyetin dar kalıplar içinde vardığı yan­lış sonuçların kökenine inmek istiyorum. Kimsenin nasıl düşündüğü de beni ilgilendir­mez.

Beni bu çerçevede ilgilendiren dört me­sele var: 

1) Devr-i devranını yitirmiş düşünce kalıbı ile "bazılarının" bulgularının "memle­ket meselesi" olarak takdim edilmesi.

2)  Onlar egemen oldukları için bulgu­larının da egemen sayılması.

3) Milletin büyük bir bölümünün de düşünce kalıpları farklı olmadığı için bizim "zokayı "yutmamız.

4)  Olgu haline gelmeleri için sadece doğrulayıcı öğeler ile yetinilen "doğruların" bizlere bilimin, ve de hatta karanlıklara karşı savaş veren bilimin bir sonucu olarak yuttu­rulması. 

19. yüzyıl "rasyonalizmi" çerçevesinde düşünme sistematiğimize yerleşmiş bir köhnemiş metodoloji bizi inanç-bilim ikilemine iti­yor, bilimin kendi haddini bilme çabasını gör­mezden geliyor, en kolay ve basit düşünme tekniği genellemeye önayak oluyor, tek-doğru kalıbı içinde hem yaratıcılığın ana motoru şüp­heciliği akıldan ırak tutuyor, hem de "senin ve benim doğrum "çerçevesinde toplumu palyatif bir biçimde bölüyor ve de hiç hak etmeyen­lere yönetimde meşruiyet yolunu açıyor. 

Peki sadece yöneticilerimiz mi böyle? Yoksa sadece "Kemalistler" veya "islamcılar" Hayır! Topyekün -istisnaları dışında-böyleyiz! Zira biz "bilimsel düşünceden", dola­yısıyla bilgi çağından nasibini almayan bir eği­tim sistemi ile yetişip adam oluyoruz veya adam olduğumuzu sanıyoruz.

Bize ara renkleri öğretmediler. Sadece siyah ve beyazın varlığını öğrenerek büyüdük ve bu renklerle yaşıyoaız. Sadece siyah ve be­yaz var ve biz siyah, ya da beyaz olmak zoaın-dayız. Bir taraf' seçtikten sonra da öbür tarafın mutlak yanlış olduğuna inanmak durumunda-yız.

Etrafıma bakıyoaım. Zamanında hangi okula gitmiş olurlarsa olsunlar insanlar aynı eğitim felsefesinin tornasından geçmiş olduk­ları için "akıl ve inanç" konusunda bir karpuz gibi ortadan bölünüyorlar.

Ülkemizde akıl ve inanç sanki tamamen birbirinin zıttı, hatta birbiri ile çelişen kavram­lar gibi ele alınıyor. Adeta akla inananlar! inan­cı red ediyor, inanca inananlar! aklı. Red etmek şöyle dursun, insanlar tutukları taraf itibari ile diğerini nerede ise düşman görüyorlar.

Akla paye veren "çağdaş" oluyor ve ras­yonalist bir tutumla aklın herşeyi bulabileceği­ne inanıyor! Dikkat edilen kelime "inanmak". Bu tutumla da inancı hasım görüyor. Zira ona göre inanç akla engel. Dolayısı iie de gelişme­ye engel, inanç sadece "karanlık günleri" talep ediyor ve akim tüm nimetlerini red ediyor. 

inanca paye verenlerin tutumları farklı mı? Kattiyen hayır. Onlar da inancın her şeyi bulabileceğine, nerede ise aklın şeytanın em­rinde olduğuna inanıyorlar. Akıl inancı red edince, inanç da aklı tanımak istemiyor. Bu ke­sime göre de inanç bize bu dünyayı gereği gi­bi yaşamak için her türlü bilgiyi! vermiş. 

Konuyu abarttığımı söyleyenler çıka­caktır. Haklılar! Zira her iki tarafın yaşam prati­ğine baktığımız zaman meselenin karıştığını görüyoruz.

Türkiye'de akla paye verenlerin büyük çoğunluğu kalben dindar, inanç sahibi. Hatta inanamadığını söyleyenler bile bir işe başlarken "bismillah" diye başlıyor. İsimlerimize ba­kalım. Nerede ise hepimizin adı inanç dünya­sının yarattığı bir "tarihten" alıyor kökenini. Örf ve adetlerimize döndüğümüz zaman görü­yoruz ki büyük bir bölümü inanç dünyasında şekillenmiş. Hayallerimiz yok mu? İdeallerimi­ze ne demeli?

İnancı ön plana çıkaranlara dönelim. Onlar aklın bulunduğu teknolojiden yararlan­mıyorlar mı? Herkes iyi bir arabaya hevesleni­yor, herkes fax çekiyor, telefonla konuşuyor. Telekomünikasyon kanununu, trafik kanunu­nu inançla yaratılım diyen var mı? İnanç sahip­leri de doktor, avukat, mühendis olmak istiyor­lar. Onlar da iyi bir yaşamın peşindeler. 

Yaşam pratiğinde bir sürü ortak payda­yı paylaşan insanlar "ideolojik" platform da birbirlerini kendilerine zıt görüyorlar. Daha doğrusu zıt zannediyorlar. Yukarıda tarif etti­ğim akıl ve inanç zıtlığı kendilerini değil, karşı­larındakini nasıl gördüklerini açıklıyor. Akla inanan, inanç sahibinin karalara büründüğünü ve ülkeyi geri götüreceğine inanıyor, inanç sahibi de diğerinin kendisine istediği şekilde bir yaşam biçimi tanımadığını düşünüyor. Her iki tarafın da "inanç" üzerine inşa ettiği önyargılar siyasi gürültü ile seslendirilince de "sahih" olu­yor. O zaman da taraflar birbirlerinin beyninin içini okuma melekesi kazanıyorlar ve birbirle­rinin tavırlarından anlam çıkarıp, "bak ben de­memiş miydim!", diyerek haklılık kazanıyorlar. En kolay ve en çok yaptığımız da münferit ör­nekler yakalayıp, genellememiz. Daha doğru­su her iki taraftaki yukarıdaki tariflere tam uyan marjinalleri akıl veya inanç sahiplerinin tümüne mal etmemiz! 

Siyah  ve  beyazlarla  yaşayan  toplu­mumuzda zamanına göre komünistlerin, Kürt­lerin veya Alevilerin kötülüğünden! korkarak yaşadık. Hep zıtlaşmayı seçtik. Şimdi de akıl ile inancı bölüyor. Kimimiz "darbe" olacak diye, kimimiz "şeriat" gelecek diye ürküyoruz. Daha da beteri nerede ise şeriattan korkanlar darbeyi ehven-i şer buluyorlar. Kimse "gelin birbirimizi dinleyelim, belki de çok farklı şeyler söylemiyoruz",  demek cesaretini gösteremiyor. 

Gösterenler de teklifi götürdükleri tarafın hış­mına uğruyor ve hemen karşı taraftan olmakla suçlanıyor.

Beyinlerimiz siyah ve beyaza o kadar yatkın ki ara renkler teklif edildiği zaman red ediyor. Bırakın ara renkleri, öbür rengi de gör­mesi gerektiği söylendiğinde şartlı refleks ile hemen gözle, kapatılıyor.

"Düşman" politikaları ile yaşamayı se­çen insanlar bir süre iyi bağırabiliyorlar. Hatta alkış alıyorlar. Ama olayın üzerinden biraz za­man geçince birden renkler kayıp oluyor. Bir düşünelim: Hangimiz Kürt meselesinde üç yıl önce taşıdığımız duyguları taşıyoruz? Hangi­miz artık komünistlerden korkuyoruz? Hangi­miz geçmiş darbelerin iyi olduğunu düşünüyo­ruz?

Çok heyecanlandığımız zaman lütfen eskiyi hatırlayalım. Lütfen ara renklere kulak verelim. Üstelik siyah ve beyazın beraber var olduğunu, hatta varlıklarını anlamak için de birbirlerine ihtiyaç olduğunu kavrayalım.

Bilgi çağının nimetlerini doyasıya yaşa­dığımız bir dünyada cep telefonları, faxlar, uy­dular, internet vb. ile sonsuz bir bilgiyi topla­ma ve yayma fırtınası içinde yaşıyonız. Bilim­sel düşüncenin nimetlerinden fütursuzca ve de hatta hayasızca faydalanıyoruz. Ancak, "bilim­sel düşüncenin" özü bizi kattiyen ilgilendirmi­yor. Bu konuda "maharet sahiplerimiz" 19. yüzyılın köhnemiş "rasyonalizmini" hala bilim­sel düşünce sanıyor. Bu saikle de "toplum mü­hendisliği" yapıp, projeler üretiyorlar. 

Peki adına "projeler" üretilen bizler farklımıyız? Asla! Aynı tornanın tezgahından geçtiğimiz için sadece "biyad" ettiğimiz otorite farklı olabiliyor. Tezgah aynı olunca da esasın­da çok farklı "düşünceler" birbirini çok iyi anlıyor. Anlıyacağınız renkler farklı olduğu halde üretilen kumaş aynı. Onun için de "muzaffer" otorite sonunda, başta hasmımız da olsa tacımız oluyor!

1997 Türkiye'de "bilimsel düşüncenin" açıkça katledildiği bir yıldır. 1998'in farklı olacağına dair bir emare de yok!

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005