Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

Forex Piyasaları

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Kapitalizm Öncesi Sosyo-Ekonomik Durum

Weberyen perspektifle bakıldığında kapitalist-öncesi sosyal formasyonda köylüler kısmen serbest ve fabrika şartlarının sağladığı disiplinden mahrum, zanaatkarlar kendi üretim araçlarının sahibi ve amaç-rasyonellik motifi ile değil kardeşlik etiği ile hareket ediyor, yöneticiler rasyonel ve objektif ilkelerden mahrum, daha fazla patrimonyal ve keyfi bir güç kullanma imkanına sahiplerdir. Genel olarak Batı toplumları için Weber’in bu yaklaşımını tarihi veriler de doğrular niteliktedir. Tarihi verilere göre Roma İmparatorluğu’nun çöküşü nedeniyle Ortaçağ döneminin ilk zamanlarında arkaik yaşantı koşullarına geri dönülmüştü. Nüfus çok az ve birbirinden geniş, bomboş ve çorak doğayla ayrılan köy adacıklarında birikmişti. Yollar parçalanmış ve kaybolmuştu. Taşıma ve ulaştırma ancak ırmak koylarında sallarla ya da atlıların bile tuzağa düşmekten korktuğu izler boyunca insan sırtında yapılmaktaydı. Kentler yok olmuştu ya da antik kentlerden kalıntılar üzerinde sağlam kalabilen şato ve manastırların kıyısına yığılan kulübeciklerden ibaretti. Üretim tarıma endeksli olup hem ilkel tekniklerle yapılırdı hem de çok yetersizdi. İnsanların düşünce vekültür düzeyleri çok düşüktü. Toplum, esas olarak donmuş bir toplumdu. Eğitimin tek merkezi kiliseydi ve manastırların çoğu aynı zamanda tarım üretim merkezleriydi.

Ortaçağ’da toplumsal sınıflar “savaşanlar, dua edenler ve çalışanlar”dan meydana geliyordu.304 Kilise ve soylular egemen sınıfı oluşturuyordu. Toprak, büyük malikane sahiplerinin elindeydi. Bu büyük toprak sahipleri malikanelerine bağlı olan insan, ev ve malları koruyan birer askeri şef ve aynı zamanda adalet ve asayişi sağlayan birer siyasal şef konumundalardı. Beyler birbirine karmaşık bir üst-alt hiyerarşisiyle bağlı olup üst-alt arasındaki değer sisteminin temelinde kişisel sadakat, kan bağları, askeri şeref ve din bulunurdu.

Ortaçağ’da dua edenlerle savaşanların himayesinde olan sermaye durağan nitelikteydi.306 İnsanlar ihtiyaç duyduklarını kendileri üretip kendileri tükettiğinden, üretim; tüketim amaçlı yapılıyordu.307 Şüphesiz, mal değiş tokuşu vardı ve bu değiş tokuş haftalık pazarlarda gerçekleştirilirdi. Haftalık pazarlar mahalli ve dar kapsamlıydı. Pazarların genişleyememesinin temel nedenleri talebin yokluğu ve yolculuğa elverişsiz yollardı. Para

kıttı, her para her yerde geçmezdi. Ağırlık ve ölçüler de ülkeye göre değişirdi. Malları uzak yerlere taşımak tehlikeli, güç ve pahalıydı.

Değinilmesi gereken diğer bir husus da dini yapıdır. Feodal dönemde kilise bütün Hıristiyan dünyasına erişmiş bir güçtü. Herhangi bir “taç”tan daha etkili, daha eski ve daha yaygındı. Feodal çağ dindar bir çağdı. Kilisenin muazzam manevi gücü ve prestiji vardı. Öyle ki, dini ve ahlaki değerler aynı zamanda toplumu şekillendiren faktörlerdi. Kilise, insan ile Tanrı arasına kendisini koyup yerini sağlam temeller üstüne atmıştı. Kilise ve din adamı kaynaklı her düşünce kabul edilmesi zorunlu dogma haline gelmişti. Dogmalara karşı her türlü tepki kilisece sapıklık olarak kabul edildi. Kilise, görüşlerini benimsemeyen insanlar ile uğraşmayı kendine vazife edindi. XII. yüzyıldan sonra bu insanların cezalandırılma işlemi sistematik bir hal almaya başladı.

Kilise, insanların yalnız imanı üzerinde değil, sosyal hayatın hemen bütün alanlarında büyük etkiye sahipti. Duran’ın ifadesiyle:

Dinde, bilimde, sanatta, edebiyatta, felsefede ve hayatın tüm alanlarında olan ve olacak olan her şey, kilisenin vizesine tabi tutulmuş; herhangi bir değişiklik, yenileşme ve gelişme düşüncesi, dine, topluma, kiliseye ve Tanrı’ya karşı yapılmış bir hinayet sayılarak en acımasız şekilde bastırılmıştır.

İlk dönem Ortaçağ’daki kuvvet ve kudretini toplumun irade ve vicdanından besleyen kilise gittikçe zenginleşiyor, zenginleşmesine paralel olarak ekonomik önemi manevi öneminin önüne geçiyordu. Ruhban sınıfı açıkça kendilerine dünyevi menfaatler talep ediyordu. İlginçtir ki, bu taleplerini İncil’le temellendiriyordu. XI. yüzyıldan itibaren kilise bir “yönetici, toprak sahibi, rant toplayıcı, vergi koyucu, madde üreticisi, muazzam ölçekte emek-gücü istihdam edici, tacir, tüccar, bankacı ve ipotekçi, ahlakın muhafızı, gösterişli yasalar yapıcısı ve vicdan zorlayıcısı” olma yolunda ilerliyordu. Ruhban sınıfınınçekonomik faaliyetler üzerindeki etkinliği ve baskısı giderek artıyordu. Böylelikle kilise ve manastırlar devrin en büyük mali müesseseleri haline gelecekti.

Ortaçağ’da faizle borç vermek hem dini öğretilerle hem de örf ve adet hukukuyla yasaklanmıştı. Tefecilik lanetlenmişti. İnsanın cebi için iyi olan ruhu için kötüyse, öncelikle öteki dünyayı düşünmesi gerekirdi. Malı mümkün olduğu kadar az paraya satın alıp mümkün olduğu kadar çok paraya satan çağdaş kapitalist birey Ortaçağ’da günahkar olarak görülüyordu. Ticaret meşru idi ancak kuşkuyla karşılandığı gibi ticaretle uğraşanlar kilise tarafından güvensiz bulunurdu. Toplumun bütün safhalarında ekonomik çıkarların haddini aşmasını önleyen sınırlamalar ve uyarılar vardı. Hakim görüş ise: “İnsan, kendisini ve ailesini geçindirebilecek kadar paraya sahip olmalıdır. Bundan ötesi hırstır, hırs ise ölümcül bir günahtır.” Anlaşılacağı üzere Ortaçağ felsefesinde ahlaki çerçeveleri aşan hiçbir ekonomik etkinliğe yer yoktur. Kilise, ortaya koyduğu Tanrı; dünya ve insan ilişkileri kapsamında, insanı içinde yaşadığımız maddi dünyanın o kadar dışarısına itiyordu ki, eşya ve insanı barıştırmanın bu şartlarda imkanı yoktu. “Malı Allah ile senin, kardeşin ile kendin arasına perde yapma. Mal seni Allah’a itaatten, insana yararlı olmaktan alıkoymasın. Mal biriktirme; Allah’ı düşünmene engel olur.” İncil’den yapılan bu alıntı ekonomik sisteme dinin etkisini göstermektedir.

Katolik kilisenin öğretileri doğrultusunda bu dünya talep edilebilecek bir yer olarak görülmüyordu. Dindar bir Hıristiyanın hem bu dünyaya talip olması; bu dünyayla barışık olması, hem de dinine sadakat içinde kalması mümkün değildi. Bu dönemdeki dindar - Katolik- insan “profan” olana zihniyetini köreltmiş ve toplumsal faaliyetlere sırtını dönüp durağan bir hayat stilini benimsemiştir. Madde özüyle var olan bu “dünya”, daha güzel ve ezeli bir hayat için manevi olarak terk ediliyordu. Öteki dünya düşüncenin her zerresinde var olduğu için sanki somut olan bu dünya soyutlaşıyor, soyut olan öteki dünya somutlaşıyordu. Öteki dünyaya verilen önem bu dünyaya aidiyetliği yerle bir etmişti Bu dönemde birey dünya ile bağlarını kopartmış ve bütün zihni faaliyetlerinde yaşamanın tek gayesi Tanrı’ya yakınlaşmak ve ruhun kurtulması olduğunu dile getirmektedir.

Weber’e göre: “Katolik, ruh yapısı sakin, maddi olarak kazanmanın önemine akıl eyen, güvenli ve hu ilgili şu ifadelerde bulunur:

Maddi eşyaya, yerine göre haz ve tüketim aracı, gösteriş ve övünme vasıtası, kısaca; öz malı olarak içten alabildiğine yakın, hatta biri öbüründen koparılıp ayrılması imkânsız bir bütün içinde kaynaşmış görünmesine mukabil, sadece mübadele değeri taşıyan ruhsuz ve renksiz bir meta yığını olarak o derece dışında ve uzağında.

Görüldüğü gibi Hıristiyanlık bir inanç sistemi olarak Ortaçağ boyunca insanların mümkün olduğunca dünyadan uzaklaşıp, Tanrı ve ahiret günü hakkında alabildiğine düşünmeleriyle ilgili bir dünya görüşünü ortaya koyuyordu. Kilisenin kaba ve sert bir baskısı vardı. Bu durum her alanda olduğu gibi bilimde de kendini gösteriyordu. Yeni buluşlar, gelişmeler ve aklın faaliyette bulunması engelleniyordu. Ortaçağ’ın düşünce alanında en belirgin özelliği; eleştirici bir tutumun ve deneye dayanan bir davranışın bulunmamasıdır. Kişi henüz kendini dünyanın merkezi saymıyor; Tanrısal bir düzen içinde yaşadığına ve bu düzenin bozulmayacağına inanıyordu.

Bu bölümde Ortaçağ dönemi genel olarak değerlendirilmiştir. Böylece ele alınan dönemin ekonomik, sosyal ve dini yapısından temel kesitler açığa kavuşturulmaya çalışılmıştır. Elde edilen bilgiler sonraki konu ve bölümlerde etkinliğini daha açık şekilde gösterecektir.

Şimdi de kapitalizme geçiş dönemine değinilecektir. Bu hususta Weber, endüstriyel kapitalizmin şartlarını tamamlayıcı ve zorunlu olmak üzere iki açıdan ele alır. Kapitalizmin zorunlu şartı olan Protestan Etik olgusu daha önceki bölümlerde incelendiğinden bu bölümde kapitalizmin tamamlayıcı ya da gerekli şartları incelenecektir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005