Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

21. Yüzyılın Başında Türkiye Yol Ayrımında 

Yıldırım Aktürk – Devlet Planlama Teşkilatı Eski Müsteşarı 

Son yirmi yılın kısa bir panoramik ge­zintisini yaptıktan sonra 21. yüzyıl başında Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu yol ayrı­mını değerlendirmeye çalışacağım. Önce, yol ayrımından neyi kastettiğimi yazımın başında ifade edeyim:

Ya ağırlaşan ekonomik kriz ve global yarışta kaybedilecek ilave kıymetli yıllar ve te­lafisi giderek güçleşecek fırsat kayıpları;

Veya son on yılın ataletinden sıyrılarak, temel yapısal zaafiyet zincirlerini koparmış ka­lıcı, sürdürülebilir, yüksek kalkınma temposu­na kavuşmuş, düşünceyi ifade ve teşebbüs hürriyetinin tam olarak uygulandığı inanca saygılı laik demokrat Türkiye 24 Ocak 1980'de Türkiye, kapalı, dev­letçi ve merkezden kontrol edilen bir anlayışı terk ederek piyasa ekonomisine geçiş ve dış dünyaya açılma konularında ilk stratejik adım­ları attı. Fiyat kontrollerinden, aşırı kontrollü it­halat rejiminden ve sabit kur sisteminden fiyat­ların piyasalarda belirlendiği rekabetçi sisteme geçiş ve liberalleşme yönünde dev adımlar alı­şılmamış sıklıkta atılmaya başlandı.

12 Eylül döneminden sonra Özal'ın ANAP'ı özellikle 1984-87 yılları arasındaki ilk döneminde 24 kişilik Bakanlar Kurulu ile, Teş­vik ve Uygulama, Yabancı Sermaye Daireleri­ne kazandırılan etkinlik ile ciddi bir perfor­mans temposuna kavuştu. Toplu Konut Fonu ve Kamu Ortaklığı Fonu Formülleri ile konut ve barajlar ve otoyollar konularında sıçramalar kaydedildi. Köy yol, içme suyu, elektrik ve or­man ağaçlandırma performansı zirveye çıktı. Kamuda imalat sanayi yatırımları ve verimsiz KİTler yerine altyapıya ağırlık verildi. Enerji ve telekom yatırımları ve özellikle başta İstanbul olmak üzere büyük şehir altyapısı konularında atılımlar gerçekleştirildi. Organize sanayi böl­geleri ve küçük sanayi siteleri özel sektörde sa­nayinin Anadolu'ya düzenli yayılmasında katkı sağladı. Bu dönemin en çarpıcı özelliği ciddi bir parlamento çoğunluğunu elinde bulundu­ran ANAP hükümetinin sağladığı siyasi istikrar ile birlikte alınan kararlarda süreklilik, tutarlılık ve güvenilirlik faktörlerinin bir arada bulun­masıydı.

1987 seçimlerinden sonra ANAP ve Özal özellikle Demirel'in muhalefetinin de et­kisiyle doğru politikaları bir miktar sulandıra­rak popüler kalmaya çabaladılar. Bakanlar Ku­rulu otuz dört kişiye kadar çıktı. Tarımda ve ka­mu bankalarında popülist politikalar ve hantal devlet uygulamaları bütçe açıklarını ve enflas­yonist baskıyı arttırdı. 

1989'da konvertibiliteye geçiş ile birlik­te neredeyse eş zamanlı olarak dünyada emer­ging markets (gelişmekte olan piyasalar)'daki global fonlarda büyük artışlar gerçekleşti. Tür­kiye de kredibilitesi sayesinde bu piyasalardan rahatlıkla borçlanabilmeye başladı. Uluslarara­sı reyting kuruluşlarının kredibilite değerlen­dirmesi bir ülke için investor grade (yatırım ya­pılabilir) kategoride ise global fon yöneticileri özellikle emekli sandığı ve hayat sigortası fon­larını bu ülkede plase edebilirler. İşte bu olum­lu ortamda Türkiye 90'lı yılların başlarında yıl­da on milyar dolar dış kaynağı rahatlıkla kulla­nır bir noktada idi. 

         Ancak Demirel hükümetinin emeklilik yaşını düşüren ve bütçede tüketim harcamalarını arttıran diğer uygulamaları bu dış kaynağın yatırımlar yerine verimsiz popülist uygulama­larla yanlış yerlerde kullanılmasıyla 1993 son­larında kamu maliyesinde alarm zilleri çalınır noktaya gelindi. Kamu sektörü borçlanma ge­reğinde dış çevrelerde beklenilen iyileşme ye­rine 4-5 puanlık bir şok artış ortaya çıkınca, buna 1994 başlarında Çiller hükümetinin ma­halli idare seçimi sırasında para piyasalarına ters müdahaleleri de eklenince banka sistemi güven bunalımına girdi. Türkiye'nin kredi rey­tingi süratle düşürüldü ve ekonomi %6 küçül­me ile %150'lik enflasyon şokuna girdi Ülkenin 15 yılda inşa ettiği itibar, bir çır­pıda, bir ay içinde tamamıyla yok edildi. Her ne kadar IMF ile 5 Nisan 1994 paketi ile birlikte bir stand-by antlaşması imzalandı ise de, bura­da da yapısal reformlarda verilen sözler tutula­madığı için antlaşma yürütülemedi. IMF başka­nı Camdessus'un Özal'a ve Türkiye'ye duydu­ğu saygı ve sempati Çiller'in "sözüne güvenil­mez" imajına yerini bıraktı. 

Bu bölümü biraz genişce ele alışımın se­bebi günümüzde IMF ile ilişkilerin daha iyi an­laşılabilmesine yardımcı olmak içindir. Maalesef IMF artık Türkiye'den "niyet" değil "perfor­mans" beklemektedir. Halbuki güven bunalımı olmayan ülkelerle klasik stand-by antlaşmaları, niyet mektubu muhtevası, yapılacak işleri sıra­lar ve parlamentoya sevk edilen yasa tasarıların­dan bahseder. Bizde ise söz konusu yasaların parlamentodan geçirilmesi şart koşulmaktadır.

Özal, cumhurbaşkanlığı döneminin özel­likle sonuna doğru yapısal reformların gecikti­rilmeden yapılması gereğini vurguladı ve bu ko­nuda gecikme ve sulandırmaların faturayı daha da ağırlaştıracağına işaret ederek meselenin aci­liyetine dikkat çekti. 

20. Dönem 1996-98 yılları, başarısı tartışı­lır hale gelen vergi reformu hariç, maalesef bu konularda hiçbir ciddi adım atılamadan heba edildi. Ecevit'in 1996'da iktidara ortak olmakta gösterdiği çekingenlik bir anlamda memlekete üç kıymetli yıl kaybına sebep oldu. Kamu ban­kacılığı içler acısı duruma düştü. Bütçe disiplini tamamen kayboldu. Hazine kullanılabilir fonları bir fil gibi emiyor. Özel sektörün bu tabloya dayanma gücünün sonuna gelindi ve reel sek­törde kalıcı hasarlar oluşmaya başladı. Mesut Yılmaz hükümeti döneminde ortaya çıkan dış dünyada enerji ve temel mallar fiyatlarında vu­ku bulan ve ithalat ucuzluğu yolu ile TEFE'yi de etkileyen pozitif konjonktür 1998 ikinci yarısın­da yerini Rusya krizi ile birlikte bavul ticareti ve turizmde daralma şeklinde olumsuzluklara bı­raktı ve yedi milyar dolar civarında sıcak para ekonomiyi terk etti. 

21. Dönem TBMM ve Ecevit'in DSP­MHP-ANAP koalisyon hükümeti nihayet temel reformlara girişme irade ve kararlılığını göster­meye başlamıştır. Sosyal güvenlik reformu ve tahkim konusunda düzenlemeler olumlu adım­lardır. Bankacılık yasası, maalesef kamu banka­cılığına pek dokunmadı. Halbuki asıl yapılması gereken Ziraat, Emlak ve Halk bankalarının 6 ila 8 parçaya bölünerek bölgesel özel bankalar şeklinde yeniden yapılandırılmaları olmalıydı. Maalesef Ecevit hükümetinin ondan önceki ko­alisyonlarda olduğu gibi en büyük zaafı koalis­yon ortakları arasında kamu bankalarının yö­netiminin pay edilmiş olmasıdır. Hükümetin oluşumunda hemen göze çarpan ikinci olum­suzluk, bakanlar kurulunun 34 bakana çıkarıl­mış olmasıdır. Devletin küçültülmesinin en büyük önceliği taşıması gereken bu kritik dö­nemde birinci önceliğin mahalli idare reformu­na verilmesi gerekirdi. Maalesef bu hükümetin ve 21. dönem TBMM'nin belki de en verimli dönemi olan meclis tatili öncesi dönemde ma­halli idare reformu çıkartılarak 2000 yılı bütçe hazırlıkları ile birlikte harcama cephesinde cid­di adımlar atmak mümkün olabilirdi. Bu altın fırsatın kaçırılmış olması 2000 yılı için kamu borçlanma gereğini düşürme ve enflasyonu aşağı çekme ara hedeflerini tehlikeye sokmuş hatta imkansızlaştırmıştır. 

Halbuki mahalli idare reformu ile merkezi hükümet kadrolarının çok önemli bir kısmı mahalli idarelere devredilir; personel harcamalarının mahalli bütçe harcamalarının belli bir yüzdesi ile sınırlandırılması zorunlu kılınır; merkez teşkilatlarına "norm kadro" uygulama­sı ile politika belirleyecek kadrolar oluşturulur; kalan personel, kamu fazla personel havuzuna alınır; yeni personel ihtiyaçları bu havuzdan karşılanır; özel sektör, özellikle KOBİ'ler istih­damı özendirecek şekilde teşvik edilir ve fazla personelin kamudan özele transferi sağlanır ise idarede yapısal reform gerçekleştirilebilir. Diğer bir ifade ile, devlette, maalesef verimli çalıştırılamayan fazla personel üretken KO­Bl'lere kaydırıldıkça üretimde sıçrama sağlana­bilir ve enflasyonun düşürülmesinde en etkin adımlar atılmış olur. 

Mahalli idare reformu ile birlikte, kamu arazilerinin konut ve iş merkezi alanları olarak imara açılması ile yaygın bir özelleştirme ham­lesi gerçekleştirilebilir. Geçiş döneminde söz konusu arsal::ı:r rayiç değerlerinin biraz altında gayrimenkul yatırım ortaklıklarına dönüştürü­lerek seküritizasyon yolu ile kamunun tasarruf teşvik fonu ve kıdem tazminatı gibi bazı yü­kümlüklerinin tasfiyesinde kullanılabilir.

Son on yılın objektif bir değerlendirme­sini yapabilmek için dolar bazında bütçe ana kalemlerinin seyrine, bakalım: Bütçede harca­malar 1990'da 26 milyar dolardan 1999'da 73 milyar dolara çıkmış. Milli gelirin aynı dönem­de bir misli arttığı hesaba katılırsa harcamalar­daki aşırı artış göze çarpmaktadır. Yatırım har­camaları 10 yıl boyunca 4 milyar dolarda seyre­derken transferler 10 milyar dolardan 47 milyar dolara çıkarak en büyük artışı sergilemişlerdir. Bunun için de faizler 6'dan 28'e, sosyal güven­lik dahil diğer transferler 4'den 19'a yükselmiş­tir. Gelirler cephesinde ise 1990'da 21 milyar dolar olan bütçe gelirleri 1999'da 48 milyar do­lara ulaşmıştır. Diğer bir ifade ile gelirler cep­hesinde bir zaafiyetten sözetmek mümkün de­ğildir. Bu rakamlar açıkça harcamalarda ciddi kısıntıya gidilmesini ve kamunun verimliliğini ve etkinliğini arttıracak şekilde küçültülmesini elzem kılmaktadır. 

Türkiye'de yüksek enflasyon ve reel fa­izler nedeniyle borç faizlerinin bütçe gelirleri­ne oranı çok yüksektir ve giderek artmaktadır. Faizler 1982 yılına kadar bütçe gelirlerinin %2'si kadar iken 1999 yılında bütçe gelirlerinin o/060'ına ulaşmıştır ve bu trend kırılamazsa 4 yıl içinde bütçe gelirlerinin tamamına ulaşacaktır. 1990 yılında bütçenin %15'i yatırımlara ayrıl­mışken 1999 yılında yatırımların bütçe içinde­ki payı %4'e inmiştir. Bütçeden yatırımlara kaynak ayrılamamasının bir neticesi olarak yap-işlet gibi finansman modellerine giderek daha fazla bel bağlanmaktadır. Örneğin, ener­ji darboğazına girmemek için her yıl 4 milyar dolarlık yatırım yapılması gereklidir. Oysa, son yıllarda bütçeden ancak 1 milyar dolar ayrıla­bilmektedir. 

Transferler 1999 yılı bütçesinin %66'sını oluşturmaktadır. Oysa bu oran 1992 yılında %35 idi. Sonuç olarak, bütçenin ekonomik bü­yüme ve ekonominin reel sektörlerinin yön­lendirilmesi ile ilişkili hiçbir gücü kalmamakta­dır. 

Türkiye'nin iç ve dış borçları 1974'de milli gelirin %16'sı düzeyinde iken 1999 yılında %67'ye yükselmiştir. Mevcut eğilimle 2005 yı­lında toplam borçlar milli geliri aşacaktır.

Kamu açıkları giderek artmaktadır. Ver­gi gelirlerini arttırarak bütçe fazlası ile borçla­rın geri ödenmesi gerçekçi bir çözüm değildir. Olağanüstü tedbirlere başvurup borçlar kıs­men tasfiye edilerek geri kalanı düşük enflas­yon ve reel faiz ortamında orta vadeye yayıla­bilir. Faiz dışı fazla vermenin borçları azaltma­da anlamlı olabilmesi için reel faiz oranının milli gelirin büyüme oranının altında olması gerekir. Oysa yüksek reel faizlerle borç stoku faiz dışı fazla verilse bile artmaktadır. Yüksek reel faizlerin piyasalarda güven kaybı doğur­ması vadelerin kısalmasına, faizlerin daha da yüksek olmasına neden olmaktadır.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005