EKONOMİK KÜRESELLEŞME VE TÜRKİYE
Giriş
Ekonomik küreselleşmeyi en basit anlamıyla "Birleşik Kaplar Ortamı"
olarak tanımlayabiliriz.
Teorik olarak, mutlak rekabet ve bilgiye ayrıcalıksız ulaşım
ortamında, üst düzey refah toplumları ile alt düzey
refah toplumları orta seviyede birleşeceklerdir.
Küreselleşme bir yandan Batılı köylü ve işçi sınıfları için tehdit
oluştururken, diğer yandan da hür dünyaya açılma
aşamasındaki kapalı toplumların seçkinlerinin
avantajlarını tehdit etmekte, bu sosyal sınıfların
da tepkisini çekmektedir.
ilginçtir, küreselleşmeye Batı dünyasından gelen tepkiler, Doğu
dünyasından gelenlerden çok daha şiddetlidir.
Gerçekte küresel tek köy haline gelen dünyamızın ortak sorunları
artık hiçbir insan beyninin veya merkezi bir elit
sınıfın baş edemeyeceği noktaya varmakta, işler
kontrolden çıkmaktadır.
Paul Kennedy'nin "askeri ve ekonomik overstretch - aşırı yayılma"
terimlerini hatırlayarak bu durumu da bir sonraki
aşama, "Intellectual Overstretch - insan Beyninin
Kapasitesinin Aşılması" olarak adlandırabiliriz.
Doğal sürecinde çığ gibi hızlanan ve dizginlenmesi imkansız olan
küreselleşme korkutucu, korkutucu olduğu kadar da
çaresizlik veren bir fenomen haline gelmektedir.
Kömür, çelik ve petrol dünya savaşlarına sebep olmuşlardı. Bu kez
Çin ve Hindistan uyanmakta, dünya nüfusunun üçte
biriyle dünyanın stratejik gaz ve petrolüne büyük
bir iştahla talip olmakta..
istatistik verilerin ve genel kanının aksine, küreselleşmeden
"Uyanan Doğu" kazanmakta, zenginlik ve medeniyet
rehavetindeki Batılı kaybetmektedir. O nedenledir
ki, 21. Yüzyıl Pasifik Yüzyılı olacak
denilmektedir.
Makalemizin ruhunu da "Doğu'nun Uyanışı" oluşturmaktadır.
Doğu'nun Uyanışı
Bilindiği gibi Avrupa Ortaçağlarda ahiret için yaşarken daha sonra
Rönesans, Reform ve müteakip sanayi devrimi ile
dünya malına uyanmış ve sonra da tüm dünyaya galebe
çalmış, zirveye oturmuştu.
Yaşlı Avrupa doygunluk ve zirveye oturmuşluğun rehavetiyle eski
hırsını kaybederken, Doğu halkları "dolar" için
ahlaki değerlerini feda dahil, her türlü özveriye
hazır durumda gelmekte.
Batı dünyasının dünya malına yeni uyanan enerjik kitlelerle
başetmesi zor görünmekte, bu aç saldırı karşısında
savunma konumuna girmekte, elindeki nimetleri
kaybetmeme telaşına düşmektedir.
Hatırlanacağı gibi imparatorluklar geniş coğrafyalarda ticareti
güvencede tutuyorlardı. Modern, daralmış
ulus-devletlerin doğusuyla dünyada mal ve insan
akışı akamete uğramış, Avrupa Birliği biraz da bu
ihtiyacın zorlamasıyla doğmuştu.
Küreselleşmenin önce ulus devletler arasındaki ticari sınırları,
sonra da diğer farklılıkları törpülemesi gündemdedir
ve Türkiye'nin bu gerçekler bilinci içinde önalıcı
tedbirler geliştirmesi gerekir.
Küreselleşmeye Felsefi Bakış
Şu husus özenle vurgulanmalıdır ki, devletler küresel rekabette
ayakta kalabilmek için felsefeye ciddi bir ağırlık
vermek zorundadırlar.
Küresel Rekabette Doğu ve Batı'da Ulusal Devlet mekanizmasını en
zorlayacak unsur, bir yandan yüzyıllar içinden
edindiği haklan kaybeden "hakkına odaklı" Homo-Occidentalis'in
isyanı, diğer yandan da vaktiyle "göreve
şartlandırılmış" Homo-Orientalis'in "madde"ye uyanıp
kitleler halinde devrimci patlamaları ihtimalidir.
Özellikle Doğu'da dünya malına uyanış, dinin gevşemesi ve
sekülerleşmeye paralel olarak halklar "hak" odaklı
tepkiler verecek, Batı'da da yabancı düşmanlığı ve
içe kapanmacı tepkiler doğabilecektir.
Günümüz koşullarında uluslararası rekabet ortamında iç siyasette
ümmet zihniyetindeki "ödev" anlayışlı Doğulu
halkların yönetimi kolay, buna karşın "sosyal
kontrattan doğan haklarını etkin takip eden Batılı
halkların yönetimi güç olacaktır.
Dış politik pazarlıklarda ise Batılı seküler halk kitleleri
Hükümetlerine şiddetli baskı yapıp kazançlı
çıkarken, ezik ulusların despotik hükümetleri
arkalarında etkin demokratik baskı olmadığı için
zararlı çıkacaklardır.
Avrupa Birliğinde görüldüğü üzere popülist siyasetçilerin
uluslararası ekonomik rekabet pazarlıklarını
referandumla halkoyuna sunma girişimleri, yani
doğrudan demokrasi denemeleri küresel ekonomi için
ciddi bir tehdit oluşturacaktır.
Keza Avrupa sendikalarının ve sol partilerinin yabancı işçileri
düşman görmeleri, "sosyal damping" bahanesiyle
kapanmacı, korumacı politikalara yönelmeleri
özellikle sosyalist partileri "nasyonal sosyalist"
konuma kaydırabilir.
Karl Marks "dünya işçileri birleşin" demişti. Kardeş dünya işçileri
düşman kapitale karşı birleşeceklerdi. Bugün ise
çaresiz hükümetler aç işsizlerine işyeri açsın diye
küresel sermayeye yaldızlı davetiye gönderiyorlar,
kapitali işçilerinin dostu görüyorlar. Ulusal işçi
sendikaları bırakalım enternasyonal dayanışmayı,
diğer ülke işçi ve sendikalarını "sosyal damping"
yapıp ücret kırdıkları için düşman görmeye
başladılar artık.
İşçi rekabeti yalnızca uluslararası arenada değil, iç pazarda da
şiddetini arttırmada. İşsiz ve aç gezen yurtiçi
yığınlar, iş bulup da onu kaybetmemeye çalışan
sendikalı işçilere düşük ücretle rakip olmakta,
sendikalar da her işe, her ücrete razı rakip yurtiçi
ve yurtdışı işsizler kapıda beklerken uluslararası
kapitalle pazarlıkta güçlerini yitirmekteler.
Bu arada "Homo Occidentalis" 21 .Yüzyılda spiritüalizme kayarken "Homo
Orientalis" hızla radikal materyalizme kaymakta,
dünya maddi zevkleri için geleneksel kutsallarını
fedaya hazır hale gelmektedir. Artık defansa geçen
Batı'nın ve despotik ülke seçkinlerinin bu trend ile
başetmesi çok zor görünmektedir.
Bu noktada akla şu soru geliyor: Küresel rekabette bir ulusun
verimliliğinde din ve felsefenin rolü nedir? 21
.Yüzyıl küresel rekabet ortamında bu Weberyan soru
da giderek daha çok akademik ilgi çekmektedir.
Doğu toplumlarının uyanışını durdurmak artık imkansızlaşmakta. Cin
bir kez şişeden fırladı, Batı bunu Samuel
Huntington'ın uyarılarına rağmen istedi. Batı
gerçekte ürettiği mallarını satmak için Doğu'yu
tüketime, dünya malına uyandırmaya mecburdu, daima
genişlemek zorunda olan kapitalizmin başka seçeneği
de yoktu, zira kapitalist ekonomi genişleyemediği
takdirde içine patlar, çökerdi.
Genç, dinamik ve yükselme çağındaki Cumhuriyetimizin AB stratejisi
Doğu'nun bu felsefi uyanışı kapsamında ele alınmalı,
21. Yüzyıl Doğu-Batı rekabeti ortamında 19. Yüzyıl
parametrelerine haps olunmamalıdır.
Yaratıcılık
Batı, vahşi küresel rekabete karşın iyimserliğini korumaya
çalışmakta, kurtuluşu hizmet sektörüne kaymakta
aramakta, yaratıcılığın yalnızca demokratik, özgür
ülkelerde yeşerebileceği sanısıyla inovasyon ve
patentte Doğu'nun kendisine asla rakip olamayacağını
düşünmektedir. Bu "wishful thinking" üzerinde durmak
gerekir.
Oryantal felsefe soyutlaştırma, indeterminizm ve gri alanlar
üzerine kurulu iken, modern Batı felsefesi somut,
ampirik, kategorik, determinist bir beyin yapısına
oturmada.
Bu iki farklı formattaki beyne aynı bilgiler verildiğinde acaba
hangisi daha yaratıcı olabilir?
Enformasyonun ışık hızıyla yayıldığı, her bireyin bilgiye
ulaşabildiği küresel ortamda küresel havuzdan elde
edilen bilgiyi yaratıcılıkta ampirik Batı beyninin
mi, yoksa soyutlayıcı Oryantal beynin mi daha iyi
değerlendirebileceği konusu belki de 21.Yüzyılın en
tayin edici sorusu olacaktır.
Bu sorunun Türkiye için yanıtı da ilginç olacaktır. Türk dili
neredeyse bilgisayar mantığında bir dil, ve
kategorik, somut beyin yapısı üretmekte. Osmanlıca
ve Osmanlı klasik musikisi ise daha soyut ve Doğu
felsefesine uygun beyin yapısı üretmekte idi.
Doğu-Batı beyin formatının inovasyona etkisi sorusunun Türkiye'nin
geleceği için önemi henüz meçhuldür, ama kısa süre
sonra ciddiyetle tartışılacaktır.
Konu açıldığında akla ilk gelen patent sorunudur tabiatiyle.
Türkiye icat ve patent alanında gereksiz bir
kayıptadır. Türkiye Batı'nın inovasyon alanındaki
meydan okumasına yanıt vermek için Devletin tüm
kaynaklarını seferber edebilir, her ilin merkezi
meydanına düzayak girilecek inovasyon teşvik ve
ücretsiz patent tescil merkezleri kurabilir, bu
alandaki medya programlarına mali katkıda
bulunabilir.
Küresel Rekabet ve Robotizasyon
Tarihte geriye baktığımızda, kapalı ekonomilerde yerel
girişimcilerin feodal derebeylerinin ve merkezi
despotların sultası altında olduklarını, fazlaca
hareket imkânlarının bulunmadığını, günümüzde ise
sermaye ve sanayiin dünyaya yayıldığını,
küreselleştiğini, girişimcinin tarihin hiçbir
döneminde olmadığı kadar devletten özgürleştiğini ve
geniş alanlarda iş yapabildiğini görüyoruz.
Yine, 20. Yüzyıl başında "Know How" yalnızca Batılı işçide olduğu
için "Know How" tekeline sahip Batı sendikalarının,
henüz dünyaya yeterince açılamamış yerli
sanayicilere istedikleri ücretleri empoze
edebildiklerini, ama küreselleşmeyle ilkokul mezunu
vasıfsız bir Amerikalı işçiye saat başına 10 dolar
veren transnasyonal şirket, aynı işi 1 dolara yapan
lise mezunu Çinliye "outsource" yapmaya başladığında
bu sendikaların güçlerinin eridiğini görüyoruz.
Türk sendikaları ve işverenleri de dünya emekçileri arasındaki
kıyasıya rekabet ortamında Türkiye'yi rekabette
tutabilecek oynak ücret seviyesini el ele vererek,
hassasiyetle ve gerçekçi olarak belirlemek
ve bunu dinamik olarak
gözden geçirmek, güncelleştirmek zorundadırlar.
Bunun da ötesinde, küresel rekabette Türk ve Avrupa işçisinin
rakibi her ne kadar Çinli veya Polonyalı muslukçu
olarak görülmekte ise de, robotlar tahmin edilenden
çok daha kısa sürede, üniversite mezunu
profesyonelleri de kapsamak üzere, on milyonlarca
işçinin işini üstlenecektir. Türkiye, küresel
ekonomi savaşları için eğitim stratejisinde
robotların rekabetini Çinli işçinin rekabetinden çok
daha büyük bir ciddiyet ve öncelikle dikkate almak
zorundadır, robotların beceremeyecekleri iş
alanlarını gecikmeksizin ve incelikle belirlemek
zorundadır.
21. Yüzyılda Batı için en ciddi tehditlerden biri, Aldous Huxley
öngörüsündeki gibi dünyanın elit üniversitelerinde
yetişmiş beyinlerin teknoloji ve robot kullanarak
kol, ve hatta profesyonel işgücüne ihtiyaç duymadan
üretim yapması, işini robotlara kaptıracak "Batı
Demokrasisinin Direği" orta sınıfların alım gücünün
yok olması, çıkar dengelerine dayanan bu ülkelerde
umulmadık bir anda 19 Yüzyılı andıran sosyal
patlamalar ile terörizmin başlamasıdır.
21 .Yüzyılda küresel sermaye çok kayganlaştı. Aynı telefon
tellerindeki kuşlar gibi hassas ve ürkek. Çok zor
toplanıyor, ve en küçük huzursuzlukta tümü bir anda
telden kaçıyor.
Peki bu kuşlar ne istiyorlar?
Öncelikle siyasi istikrar ve güvence istiyorlar; ki önlerini
görebilsinler, stratejik planlama yapabilsinler.
Risk yüksek ise yüksek kâr ve faiz için, anlık
kazanç, büyük para çarpmak, sonra da ülkeyi en kısa
zamanda terk etmek için geliyorlar. Bu olgu,
dünyanın fakir ekonomilerinin en büyük sorunu,
kanamasıdır.
Bu nedenle eğer ülkeler ekonomilerini dünyaya entegre etmek
istiyorlarsa tam liberalizm uygulamalı, dürüst
sermayeye mutlak güvence vermeli ki, o da stratejik
yatırım yapabilsin, makul kâr ve faiz hadleri içinde
çalışsın, ve herşeyin üzerinde, kârını başka ülkeye
kaçırmak yerine aynı ülkeye tekrar yatırsın, o
ülkede işini büyütsün.
Şirketlerin Milliyeti
Kapalı kasaba ekonomisinde esnaf yerel güç sahiplerinin ağır
kontrolünü üzerinde hisseder. Ve sermaye belirli bir
hacme ulaşınca metropollere kaçar, bu da kırsal
ekonominin kan kaybına yolaçar.
Metropollerde palazlanan sermaye ise küresel sermayeye dönüşür,
uygun ulusal koşullan bulamazsa ülkeyi terkeder.
Evvelce devletle işbirliği içinde olan, özellikle
emperyalizm çağında arkasında devlet desteği ile
sömürgeler kuran büyük sermaye, 21. Yüzyılda
devletle işbirliğini gevşetmekte, bu da özellikle
Batılı transnasyonal şirketlerin devletlerine ve
halklarına ihanet ettikleri yakınmalarını
doğurmaktadır.
Küresel sermaye-devlet işbirliğinde bir ilginç husus, 21. Yüzyılda
öne çıkan teknolojik/ekonomik casusluktan elde
edilen bilginin devlet veya özel hangi şirketlere ne
oranda paylaştırılacağı sorunudur, bunun haksız
rekabete ilişkin hukuki boyutu da hassas konudur,
Batı dünyası için de baş ağrıtıcı bir konudur.
Merkezi, AR-GE bölümü, üretim tesisleri, hissedarları tamamen
farklı ülkelerde bulunan şirketlerin "transnasyonal"
olarak nitelenmesi karşısında ulusal iktisat
stratejisi geliştirilmesi gerçekten zor bir konudur.
Yerelleşme
Bildiğimiz gibi metropollerde yaşam çok pahalı. Şehirdeki yüksek
vergi ve ücretler nedeniyle iş adamları kentten
kırsala ve banliyölere kaçıyorlar. Bu trendi gören
birçok ABD ve Avrupa kasaba belediyesi büyük
şirketlere, hatta askeri tesislere inanılmaz
avantajlar sunarak onlar kendi hudutlarında tutma
veya komşu kasabalardan ayartma yarışına giriyorlar.
İsviçre kantonları bile bu yarışa girmiş olup, özel vergi
indirimleri ile Fransa gibi yüksek vergi alan
devletleri kızdırmaya başlıyorlar. Bu yarışta Çek
Hükümeti de şirketlerden %15 düz gelir vergisi
kararı almış bulunmakta.
Ancak... Kasabaya büyük sermaye bir kez girdikte modern feodal
sistem hükmünü icraya başlıyor.
Özellikle ağır sanayinin veya büyük korporasyon merkezlerinin
girdiği kasabalarda geleneksel işler ölüyor ve o
kasabalar tek bir endüstriye mahkum oluyorlar.
Monopolist bir işletmenin böyle bir kasabayı
terketmesini gözümüzde bir canlandıralım...
Diğer iş alanlarının öldüğü kasabadaki monopolist işletme o
kasabadaki siyasetçilere ve sendikalara her koşulunu
dikte edebilir, siyasetçiler ve sendikacılar bu
tekel karşısında kendilerini çok güçsüz
hissedebilirler. Bu nokta, tarihi feodalizmin yeni
versiyonudur, buna Neo-Feodalizm diyebiliriz.
Bu durumda yerel siyasetçi ve sendikacılar bir yandan neo-feodaller
kasabalarını terketmesin, rakip komşu kasabaya
kaçmasın diye onları hoş tutmaya çalışırken, bir
diğer yandan da egemenlik ve gururlarını korumaya
çabalayacaklar, hassas bir ipte cambazlık
yapacaklardır.
Bu oyuna da "LOKALİZM-YERELLEŞME" oyunu diyebiliriz.
Bu küresel oyunda sosyalist Avrupa'ya gelince...
Türk Komünist Sultan Galiyev'i hatırlayarak Avrupa sosyal güvenlik
sistemini mümkün kılan iki faktöre değinmekte yarar
var.
Avrupa devletleri Emperyalizm çağında sosyal patlamaları önlemek
için artık geliri proleterlere yansıtabilmekte idi.
21 .Yüzyıl küresel rekabet ortamında kitlelere
yansıtılacak artık sömürü geliri olmayınca Avrupa
sosyal güvenlik sistemleri altüst olmaktadır.
ikinci olarak da, Batılı işçi 20. Yüzyıl "know how" tekelini
kaybetmekte, sendikalar transnasyonal sermaye
karşısında güçlerini yitirmektedirler.
Batılı genç nesiller bu iki gerçeği görmek istememekte, hükümetler
ise olmayan sosyal fonları nereden bulacaklarını
kara kara düşünmektedirler.
Rekabet
Bugün küresel ekonomide karlı yatırım alanı arayan kaygan, fazlaca
kapital bulunmakta, ama bu kadar büyük kapitali
değerlendirecek yetenekte girişimci az
bulunmaktadır. O nedenle transnasyonal şirketlerin
yöneticileri milyar dolarlara varan maaşlar
almaktadırlar. Küresel rekabette herkes aynı malı
üretebilmekte, sonra hepsi benzer malı birbirine
satma çabasına girmektedir.
Bu ortamda örneğin tekstil Batı dünyasından Doğu'ya kaymakta, beyaz
eşya, elektronik ve otomotiv yatırımı Türkiye'ye
akmaktadır, ama Doğu'ya kayma ihtimali mevcuttur. Bu
"Batı'dan Doğu'ya" trendi içinde hangi sektörleri
enaz 20 yıl Türkiye'de tutabileceğimizin, sonrasında
hangi alanlara kayabileceğimizin de stratejik,
dinamik bir değerlendirmesinin yapılması
gerekir.
21 .Yüzyılda küçük bir Türk döner girişimcisini Asya'nın
derinliklerinde Kırgızistan'da tezgah açmış
görüyoruz. Kaybedecek fazla birşeyi olmayan bu küçük
girişimci, yerel otoritelerden baskı gördüğünde
tezgahını omzuna vuruyor, bu kez kendisini
Afrika'nın derinliklerinde görebiliyoruz. Gerçek
küreselleşme işte budur.
Bu girişimci dünyanın her noktasına gidebilir, ama bir duvar hariç.
"Castle Europe - Avrupa Surları", iş devletlerin
yabancı girişimciye vize duvarında kalsa bir derece.
Ondan da vahimi, cömert sosyal yardımların
rehavetindeki Avrupalı bireyin Türk dönerci gibi
Kırgızistan veya Afrika'ya gitmeyi aklına bile
getirmemesi...
Bir diğer yandan da dünyaya yeni açılan ekonomilerin dünyanın her
ülkesinden önyargısız mal almalarına karşın,
özellikle Fransa gibi bazı Avrupa ülkelerinde halkın
yerli otomobil ve malları aldıkları, yani grassroots
ekonomik milliyetçilik yaptıkları görülmektedir.
Küresel rekabetin artması oranında şimdilik fazla hissettirmeden
yapılan bu ekonomik milliyetçilik radikal hal alıp
tüm uluslara yangın gibi yayılabilir, geleneksel
olarak devletlerin kullandıkları iktisadi
ambargoları hasım halklar birbirlerine karşı
uygulamaya başlayabilirler. Şu anda Batı halklarının
iktisaden daha milliyetçi, bilinçli, Doğu
halklarının ise umursamaz oldukları görülmektedir.
Aslında küresel ekonomi ulusal sınırları yok etmekle kalmamakta,
ulusal ekonomi içinde de fay hatları yaratmaktadır.
21 .Yüzyıl küresel ekonomisinde farklılıklar artık
ülkeler arasında değil, havzalar arasında olacaktır.
Bir süre sonra ABD ve AB'de ulusal gelirin 5000
Dolar olduğu havzalar görülebileceği gibi, Asya'da
da ulusal geliri 30.000 Doları aşan havzalar
görülebilecektir.
Girişimcilik Ruhu
Tarihi önyargılarla ve isabetli olarak "asker" olarak tanımlanan
Türk milletinin "girişim" kabiliyeti de 21. Yüzyılda
fazlasıyla öne çıkmıştır. Alman, Türk, Japon, Koreli
gibi "asker" denilen ulusların işçilerinin modern
yöneticilik ilmiyle çalıştırıldıklarında^
başarılarının ispatlanmış olmasının yanısıra bu
uluslar artık ticarette de ciddi ilerleme
kaydetmişlerdir. Türklerde de açığa çıkan bu
kabiliyetin kösteklenmemesi, geliştirilmesi en
önemli siyasi amaçlarımızdan biri olmalıdır.
Bilindiği gibi Osmanlı devlet zihniyeti, belki de kendince haklı
bir düşünce ile kapital birikimin Devlete rakip
olabileceği değerlendirmesiyle özellikle Anadolu
Türklerinin sermaye birikimine sıcak bakmıyordu.
21. Yüzyılda Anadolu sermayesinin fışkırması Cumhuriyet
tarihimizin en önemli başarılarından biridir,
Atatürk'ün en büyük hayalinin gerçekleşmesidir.
Batı dünyasında rehavete giren, eski Sovyet blokunda emekleme
çağında olan ve bizde artık epey yol almış bu
"girişimci ruh" teşvik edilmelidir.
Ancak Türkiye her ne kadar teknoloji kullanarak ciddi üretim
yapmakta ise de, küresel ticarette yeterince tecrübe
sahibi olmadığı için hala ciddi ve gereksiz
zararlara uğramaktadır. Türkler birbirleriyle
rekabeti yabancılarla rekabet etmekten daha iyi
becermekte, ve bu da küresel arenadaki güçlerini
zayıflatmaktadır.
Türk ekonomisinin bir başka handikapı da Türk halkının hala
yeterince dünya görmemiş olmasıdır. Halkın dünyaya
açılımı bir lüks değil, aksine, bir ufuk, vizyon
eğitimi olarak görülmeli, bunu engelleyici pasaport
bürokrasisi ve harçları asgariye indirilmelidir.
İpek Yolu
Okyanusların aşılması ile tarihi ipek Yolu çökmüştü. Bu yol, aradan
yarım milenyum geçmesine rağmen hala kapalıdır.
istanbul'dan Avrupa ve ABD yoluyla Pekin'e bağlı olan dünya
ekonomisinin Pekin-istanbul ayağı kopuktur.
Çin ile Türkiye arasındaki toplumlar küresel ekonomiye henüz
entegre değildir. Bu halkada en önemli unsur Türk -
iran ekonomik uzlaşmasıdır. Özellikle iran
ekonomisinin geri kalmasındaki en etkin amil olan bu
halka tamir edilmedikçe İpek Yolu'nun canlanmasını
beklemek hayal olur.
ipek Yolu'nun canlanması için Türkiye'nin İran ve Rusya ile çok
ciddi stratejik işbirliğine girmesi şarttır.
Kapitalist dünya sistemi açısından son derece önemli olan bu kopuk
halkanın birleşmesinde Batılı ülkelerin hayati
çıkarı vardır, bu konuda ikna edilmeleri gerekir.
Roma-Pers Ekonomik Havzası
Anadolu ekonomisinin tarihî, tabii havzası Roma/Osmanlı ve Pers/
Selçuklu arazileridir.
Türk ekonomisi, bu havza henüz tam olarak demokrasi ve kalkınmaya
geçmemesine rağmen 400 Milyar Dolar hacmini
yakalamıştır.
Söz konusu coğrafya kalkınmaya başladığı anda Anadolu ekonomisi
gerçek patlamasını yapacak, uyuyan dev potansiyeli
ortaya çıkacak ve şüphesiz dünyanın ilk 5 ekonomisi
arasına girecektir!
Politika
Dış Politikada, görünürde ekonomi yönü ağır basan Avrupa Birliği
ile ilişkilerimiz başta gelmektedir. Anadolu'nun
yukarıda maruz tarihi/tabii ekonomik havzası
geliştiği ve Türk ekonomisi mevcut enerjisi ile
dünyaya açıldığı, pazarını çeşitlendirdiği oranda
AB'nin Türk dış ticaretindeki ağırlığı göreceli
olarak azalacaktır. Mal dolaşımının serbest, iş
adamlarımızın ve işçilerimizin sınırlar içinde hapis
(ağır vize duvarı) tutulduğu bir ticari ortaklığının
geleceği olamaz. AB'nin Türkiye için müstakbel
yararı büyük ölçüde siyasidir.
Gerek Batı dünyası ve gerek Türkiye için ortak stratejik amaç,
yeniden "power" olma yolundaki Osmanlı'nın Almanya
ve Japonya gibi birlik içinde tutulup ayrı bir kutup
başı olmasının önlenmesidir.
Yeni bir düşmanlık, kutuplaşma ve karşıt kimlik ortamından ziyade
barış içinde aynı aile içinde yeralmak Türkiye için
tercih edilen bir siyaset olacaktır. Akil birçok
Batılı ve israilli düşünür de aynı fikirdedir.
Hatırlanırsa, Avrupa karanlık çağı iki Roma'nın,
yani İstanbul ile Roma'nın ayrılması ile başlamıştı.
Bu iki başkentin birleşmesi yaşlanan, güçten
düşmekte olan Avrupa'yı yine yüceltebilir. AB'nin
yanısıra Orta Asya, Orta Doğu, Kafkaslar ve
Balkanlar Türkiye'nin tarihi, tabii ekonomik havzası
olarak görülmeli ve bu havza için de özel bir
strateji geliştirilmelidir. Buna paralel olarak
sosyal devlet yardımlarının rehavetindeki
Batılıların artık rahatlarını terkedip girmedikleri,
uyanan Afrika pazarlarına Çin'in ilgisinin hikmeti
sorgulanmalı ve gecikilmeden bu alana da ilgi
geliştirilmelidir.
Avrupa Birliği stratejimize küresel perspektiften yaklaştığımızda
dogmatik olmamak gerektiği, hiç umulmadık bir anda
bu birliğin dağılabileceği ihtimalini de
hesaplarımızda değerlendirmek ihtiyacı ortaya
çıkmaktadır. Küresel rekabet karşısında başta vize
duvarı olmak üzere hızla korumacılığa kayan "Castle
Europe - Avrupa Surları" kendisini dünya toplumundan
tecrit etmektedir. Avrupa'nın yarattığı, fizik
olmanın da ötesindeki psikolojik bariyer, bırakalım
Doğulu işadamlarını, Batılı işadamlarını bile
Avrupa'ya gitmekten caydırmakta. Hızla cazibesini
kaybeden Avrupa'nın durumu Osmanlı'nın içe kapanma
ve çöküş devrini hatıra getirmektedir.
Bilindiği üzere Avrupa medeniyeti "exclusive" yani dışlayıcıdır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kalkınma döneminde eksik
işgücünü takviye için yabancılara kapısını açmış ve
"refah" ortamında "kendinden olmayan" ile birlikte
yaşam deneyine girmiştir. Yaşlı Dünya tarihinde
yalnızca 50 yıllık minik bir dönem olan bu "refahta
hoşgörü" deneyi iflas edebilir, küresel rekabetin
sertleşmesine paralel olarak dini ve ırkçı
sertleşmeler yeniden hortlayabilir. Avrupa'daki
Türklerin ve müslümanların karşılaştıkları
sıkıntılar giderek alarm verici mahiyet almaktadır.
Demografi
Gerçekte Avrupa'daki Türk nüfusunun geleceği bazı nifak saçan sözde
bilim adamlarının korkutmalarının aksine, artma
değil, azalma trendini göstermektedir. Türkiye
doğurganlık oranı, kentleşme ve sanayileşmesine
paralel olarak kadın başına asgari limit olan 2
çocuk sınırına gelmiştir. Bu nedenle bir süre sonra
Avrupa'daki genç nüfusumuzun ithali için Türkiye ile
Avrupa devletleri arasında rekabet başlaması da
ihtimal dahilindedir.
Eğitim
Küresel yatırım için siyasi istikrar, hukuk ve bankacılık altyapısı
ne kadar hayati ise, "ucuz kalifiye teknisyen
havuzu" da o kadar önemlidir.
Küresel sermayenin hızlı giriş yaptığı ülkelerde kısa sürede akut
teknisyen açığı doğmakta, arz talep yasasınca
teknisyen ücretleri hızla gelişmiş ülkeler düzeyine
fırlamakta, bu açık eğitimle karşılanamadığında
komşu ülkelerden kaçak, ucuz işgücü girişi
başlamakta, bu yol da tıkandığında yeni yatırım
durmaktadır.
Türk eğitim müfredatına bu açıdan yaklaşıldığında, 19. ve 20.
Yüzyılların "Devlet memuru yetiştirmek" ve "Ümmetten
Ulus yaratmak" felsefesi üzerine kurulu eğitim
politikalarımızda küresel ekonomik rekabete uygun
düzenlemelerde gecikildiği görülmektedir.
Şu anda Türk sanayiinin en önemli hastalığı "teknisyen"
yetersizliğidir, yani kalifiye işgücü eksikliğidir.
Türk eğitim sisteminde teknik eğitim yalnızca %3
oranındadır. Bir yanda sanayiciler teknisyen
bulamaz, diğer yandan gençler iş bulamazken, bunları
kolayca biraraya getirecek teknik eğitim sistemini
kuramamak 21. yüzyılın en büyük ayıbıdır.
Bu cümleden olmak üzere bir örnek; küresel hemşire açığını gören
Filipinler Suudi Arabistan'dan ABD'ye, oradan
ingiltere ve Avustralya'ya kadar her ülkeye hemşire
ihraç etmektedir. Ülkemizde bu kadar işsiz varken bu
alandaki küresel açlığı görüp hemen yatırım yapmamak
büyük bir vizyon eksikliğidir.
İşçi ithali
Türk sanayiinin teknisyen yetersizliği, yukarıda belirtildiği gibi,
ekonomik havzamızdan illegal teknisyen istihdamını
zorlamaktadır. Bazı tahminlere göre ülkemizde şu
anda çevre ülkelerden bir milyonun üzerinde kaçak
işçi bulunmaktadır. Bunun bir ileri aşaması,
Avrupa'da yetişmiş teknik gücümüzün kitleler halinde
yurda dönüşleridir.
Wall Street Journal bir süre önce, on yıl öncesine kadar Avrupa'da
işçi olarak çalışan ispanyolların şu anda 4.5 milyon
yabancı işçiye evsahipliği yaptığını yazmakta idi.
Keza 1960larda Türklerle beraber Avrupa'ya giden
italyan ve Yunan işçiler de ekonomilerinin
kalkınmasıyla kitleler halinde vatanlarına
dönmüşlerdir.
Bir yandan küresel rekabette zorlanan, işsizliğin artacağı bir
Avrupa'da yaygınlaşacak yabancı düşmanlığının itici
gücü, diğer yandan yükselen Anadolu ekonomisinin
"mıknatıs" gücü, Avrupa Türklerinin kaba bir
tahminle üçte ikisinin kitleler halinde yurda
dönüşünü getirebilir, Türkiye buna hazırlıksız
yakalanmamalı, bu dönüşün planlı
olmasına çaba göstermelidir.
Anadolu ekonomisi şu anda
II.
Dünya Harbi sonrası 19501er, 19601ar Avrupa'sının
kalkınma hamlesi görüntüsünü vermektedir. Türk
sanayiinin nitelikli teknisyen açığını kapatma
açısından Türkiye şanslıdır, akıllı bir stratejiyle
bu açık Avrupa'daki yedek nitelikli işgücü
havuzumuzla kolayca kapatılabilir.
Avrupa'daki işgücümüz yeterli olmadığı takdirde, şu sıralarda 12
milyon illegal göçmenin ABD ekonomisine yararlarını
tartışan ABD örneği de düşünülebilir. Bilindiği gibi
azalan nüfusu nedeniyle Avrupa Birliği de uyanmış
olup, Türk işçileri geri göndermek bir yana, küresel
işgücü havuzundan 20 milyon yeni göçmen getirme
stratejisi geliştirmektedir.
Göçmen risk alan demektir ve kendi emeğinden ve başarıdan başka
hiçbir dayanağı yoktur, başarmaya mecbur ve
mahkumdur. Bu da ABD ekonomisine ivme vermektedir.
istanbul, New York'tan çok daha üstün tarihi bir "melting pot -
ahenkleştirme kazanı"dır, "inclusive -içleyici"dir.
Türkiye bu en kıymetli stratejik tarihi değerini en
iyi şekilde değerlendirmelidir.
Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve orta Asya'dan tüm riskleri alarak
Türkiye'ye gelen ve burada geçinmeyi beceren
insanlar dışlanmamalıdır. Nasıl ABD'ye gidenlerin
ikinci nesli kendisini Amerikalı hissediyorsa,
Türkiye'ye gelen ikinci değil, birinci neslin
kendisini Türk olarak hissedebilmesi sağlanmalıdır.
Osmanlı-Türk medeniyetinin tabii süreci olur bu
politika.
Mukayeseli Avantajlar
Kapalı toplum olmaktan çıkıp dünyaya açılan Türkiye için David
Ricardo'nun mukayeseli avantajlar kavramına uygun
olarak küresel rekabette hangi köşeleri kapmaya
öncelik vermelidir sorusuna yanıt aranmalıdır.
21. Yüzyılda öne çıkması beklenilen gıda, genetik mühendisliği,
enerji, su arıtımı, geriatrik tıp, yaşlılar için
hemşirelik, turizm vb. alanlarda küresel rekabet
ortamında bizden iyi şansı olanlar ile bizden az
şansı olanlar skalası düzenlenmeli ve yapılacak
gerçekçi bir değerlendirme ile gözümüze
kestirdiğimiz alanlarda çok ciddi tedbirler
alınmalı, teşvikler verilmelidir.
Örneğin Avrupa'da sağlık hizmetleri ve yaşam pahalıdır. Türkiye
stratejik bir vizyon ile Avrupalı emekliler için
özel deniz kentleri kurabilir, bu sitelerde gerekli
sağlık altyapısını da temin edebilir. Sağlık turizmi
Türkiye için ciddi bir potansiyel oluşturabilir.
Keza, özellikle emekli Avrupalılara satılacak gayrimenkuller hem
Türkiye'ye ciddi ve sürekli döviz akışı sağlamak ve
hem de Türkiye AB bütünleşmesine grassroots katkı
sağlamak açısından yarar sağlayabilir.
Ezcümle, belki hedefi sulandırmamak için stratejik önceliklerin
baştan 10 alanla sınırlandırılmasında yarar
görülebilir. Bununla birlikte avantajlar saptanırken
rakip uluslardan da önce robotlar dikkate alınmalı,
robotların işçilerimize hangi alanlarda rakip
olacakları, uzun vadede ne kadar işsiz yaratacağının
hesabı ciddi şekilde yapılmalıdır.
Bu meyanda Alman ve italyan ekonomilerinin ağırlıklı olarak KOBI ve
ev ekonomilerine dayandığı hatırlanırsa bu alanların
özellikle teşviki gerekir. Bu kapsamda belediye
zabıtasının kovaladığı "sokak esnafı" için, tomurcuk
halindeki bu büyük ulusal girişimci potansiyelinin
rahatça kanalize edileceği ortamlar yaratılmalıdır.
Hukuk
Türk Hukuk sistemi iflasa yakındır. Yargıtay, elindeki dosyaların
çoğuna bakamamakta ve dosyalar zamanaşımı nedeniyle
takipsiz kalmaktadır. Hukukta büyük bir devrim
gerekmektedir. Bu devrime eğitimden başlanılmalıdır.
Hukuk teknoloji gibi ithal edilemediği ve zaman
içinde evrilerek ulusça yaratılmak zorunda olduğu
için teknolojik gelişmemize ayak uydurmakta
zorlanmaktadır.
Buna karşın küresel sermaye hukuk altyapısı gelişmemiş ülkelere
gitmemekte, bu ülkelere gidecek ise de ulusal hukuku
reddetmekte, uluslararası tahkimi şart koşmaktadır.
Bu zorlanmanın altındaki en önemli unsur zihniyet unsurudur. Taşra
çocuğu Ankara veya istanbul'da 4-5 yıl eğitilip yine
taşraya yargıç olarak gönderildiğinde "ufuk" sorunu
ortaya çıkmaktadır. Bu soruna çözüm olmak üzere tüm
yargıç ve savcı adaylarının master ve üzerine bir
yıl da yabancı mahkemelerde staj için yurtdışına
gönderilmeleri düşünülmelidir.
Standardizasyon ve Marka
21. Yüzyılda Marka küresel güvence unsurudur. Bir Nike pabuç alan
genç bunu beğenmediğinde iade edebileceğini,
sevdiğinde de enaz 3-4 yıl giyebileceğini tecrübe
ile bilmektedir.
Bu güven unsuru küresel markalan artık bir nevi "Standart"
enstitülerine dönüştürmektedir. Sözkonusu şirketler
artık sadece tasarım ve kalite normlarını
oluşturmakta, sonra da bu koşullarda dünyanın
neresinden hangi firmalar en ucuz üretimi yaparlarsa
isim damgasını o şirketlerin ürünlerine
basmaktadırlar.
Türk markası yaratmak bu anlamda önemlidir, ama öncelik yurtiçi
üretime verilmelidir, outsource teşvik
edilmemelidir.
Enerji ve Su sorunu
Küresel ısınmanın ülkemiz için ilk önemi su alanındadır. Su,
tabiatın insafına bırakılamaz. Tek stratejik çare
gerekli sayıda atom santrallarıyla deniz suyu
arıtımı ve bunun ulusal pipeline şebekesiyle tüm
yurda dağılımı için çok geç olmadan yatırıma
başlanmasıdır.
Barış içinde olduğumuz komşularımızla yakın bir gelecekte karşı
karşıya getirilebileceğimiz "su savaşları" da bu
şekilde bertaraf edilebilir.
Enerji konusunda da en ciddi, net çözüm nükleer teknolojidir,
isviçre bu alandaki yatırımlarına yeniden ivme
vermiştir, ABD ve diğer Avrupa ülkeleri de çevre
yönünden temiz bu enerji alanına tekrar dönüş
hazırlığındadır.
Altın Üretimi
Küresel istikrarsızlık giderek artmaktadır. Bir kriz anında en
güvenli kaynak altındır ve bu maden ülkemizde
fazlasıyla mevcuttur. Kaynaklarımızın hemen ve etkin
şekilde kullanıma sokulması, bir küresel kriz anında
süspansiyon rolü oynayabilir.
Tarım
Tarım tarih boyunca stratejik bir alan olarak görülmüştür. Köyün
desteklenmesinin ve göçün önlenmesinin yalnız
iktisadi değil, aynı zamanda demografik önemi ve
kültürel geçiş dönemlerinin şokunun hafifletilmesi,
milenyal geleneklerin bir anda hafızalardan
silinmemesi açısından da ulusların hayatında önemli
bir rolü bulunmaktadır.
Günümüzde tarım ve hayvancılık da ileri teknoloji kullanılan bir
sanayi dalına, çiftçiler tarım sanayi işçisine ve bu
sektör holdingler için sanayi işletmelerine
dönüşmektedir.
Uygulamada kullanılan teknolojinin çok komplike olmaması nedeniyle
köylü nüfusa kitlesel, yoğun teknik eğitim
verilebilir, bu alanda özel sektör de teşviklerle
özendirilebilir. Hatırlanmalıdır ki, dünyanın en
sanayileşmiş ülkeleri aynı zamanda dünyanın en büyük
tarım ülkeleridir.
Sonuç
Yirmi birinci Yüzyıl
1. Eğitimli,
2. Birbirini seven, hoşgörülü, dayanışma içindeki
ulusların yüzyılı olacaktır.
Belki de Türk'ün Yüzyılı olacaktır?
Kaynak:
Aydın NURHAN
- Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi
|