|
1994 - 2001 Arası Gelişmekte Olan Ülkeler (GOÜ) Krizleri
Bunlar 1994 Türkiye-Meksika krizleri, 1997-98
Asya-Rusya Krizleri ve 2001 Türkiye-Arjantin
krizleridir. 90’lı yıllardaki bu krizler hep
birlikte ele alındığında krizlerin artık ancak
gelişmekte olan ülkelerde (GÜO) yaşanabileceği ve
gelişmiş ülkeler-de krizlerin olamayacağı yanlış
kanısını güçlendirmiş ve bir anlamda 2008’e hazır-lıksız
yakalanılmasına neden olmuşlardır.
Türkiye’de 1980, 24 Ocak Kararlarıyla başlattığı
liberalizasyon programı ardın-dan1989 yılında 32
Sayılı Kararname ile sermaye hareketleri de serbest
bırakıldı. Bu sayede yurtdışından yabancı para
getirip Türkiye’de borç vermek finans sektörü
açısından karlı bir iş kolu haline geldi (Parasız,
2001: 364). O yıllarda ‘makas yön-temi’ denilen bu
sistem hükümetler tarafından da destekleniyordu.
Çünkü bu şekilde ülkeye gelen kısa vadeli sermaye
akımları hem Türkiye’nin tasarruf açığını kapatıp
kolay bir büyümeye olanak sağlıyor hem de devletin
ister iç, ister dış piyasadan kolayca borçlanarak
gevşek bir bütçe politikası izlemesinde görünüşte
bir sorun yarat-mıyordu. 1990’lı yılların hemen
başında ABD ve Japonya’nın da sermaye piyasalarını
liberalleştiren kararlar alması ve Avrupa
Topluluğu’nun Maastricht Kriterleri’ni kabul ederek
kamu açıklarını düşürmeleri uluslararası fon arzını
artırırken fon talebini düşürmüş böylece fonların
çevre ülkelere akışı miktar açısından da
kolaylaşmıştı (Parasız, 2001: 356). Sıcak paranın
bolluğu bankaların bunu tüketici kredisi şeklinde
kullandırarak zaten az olan ülke tasarruf oranına
ket vuracak şekilde tüketimin artmasına neden
olmuştur. Vatandaşların artan borçluluk oranı daha
sonra 2007/8 krizinde de önemli bir etken olacaktır.
Türkiye’de 1991-93 arası siyasi rekabetin de
yoğunlaşması hükümetlerin oy kaygısıyla daha gevşek
maliye politikaları izlemesine neden oldu.
Dolayısıyla enflasyon gerek kredi genişlemeleri,
gerek ise genişlemeci bütçe uygulamaları nedeniyle
yüksek seviyelerde seyretti. Bu durumda yüksek
faiz-düşük kur politikasını sürdürmek için faizin
özel yatırımları rahatsız edecek ölçüde yüksek
seyretmesi gerekiyordu. Yüksek seyreden faizleri
Çiller Hükümetinin yapay biçimde düşürme gayreti
krizin ilk tohumlarını attı (Parasız, 2001: 361).
Bir bağımsız derecelendirme kuruluşunun Türkiye’nin
notunu düşüreceği söylentisi ise TL’ye karşı ilk
panik kaçışlarını, ardından da spekülatif hücumları
başlattı. Borsada şiddetli bir çöküş, kredi
kullandırmış aracı kurumların ve açık pozisyonlu
bazı bankaların zor duruma düşmesi, interbank
piyasalarının durması, faizlerin düşmek yerine yüzde
1000’ler seviyesine fırlaması gibi gelişmeler sadece
birkaç gün içinde yaşandı (Alp, 2000: 234).
1994 Krizi’nin önemli bir nedeni ise görünüşte
serbest kur uygulaması geçerliy-ken Merkez
Bankası’nın boyuna müdahalelerle bunu bir cins sabit
kura dönüştür-müş olmasıydı (Alp, 2000: 234). 2007/8
Krizi’nde de aynı şekilde ABD’nin hem kamu hem cari
açık verirken doları nispeten düşük tutup sürekli
sıcak para ile varlık fiyatlarını ve vatandaş
borçlanmasını şişirmesi en büyük etken olmuştur.
Yani orta büyük-lükte bir ülke için çabuk tıkanan
bir yol dünya parasına sahip dev ABD için biraz
daha uzun dayanmış ama sonunda orada da model
tıkanmıştır. 1994 krizinde de tıpkı 2008 krizindeki
finansal kriz gibi çalkantı reel piyasalara bulaşmış
birçok sanayi şir-keti iflas etmiş, bazı aracı kurum
ve bankalar batmış ülke reel olarak küçülmüştür.
Türkiye ile hemen hemen eşzamanlı seyreden
Meksika Krizi 20 Aralık 1994’te pe-zo’nun % 15,3
devalüe edilmesiyle başladı. Yeni işbaşına gelen
Zedillo Hükümeti 20 gün sonra devalüasyon kararı
verdi. Bu karar yerli ve yabancı yatırımcılar
tarafından o zamana kadar izlenen ekonomik istikrar
politikalarında değişiklik olarak yorumlan-dı ve
pezo’dan bir kaçış başladı (Alp, 2000: 237).
Meksika’nın ekonomik dengeleri 1980’lerde petrol
fiyatlarının düşüşü nedeniyle -petrol ihraçlarının
ülkenin en önemli döviz girdisi olması dolayısıyla-
özellikle 1980’lerin ikinci yarısı iyice bozuldu
(Apak, Aytaç, 2009: 79). Bunun sonucu ülkede
neredeyse her 6 yılda bir ekonomik kriz çıkmaya
başladı (Karabulut, 2002: 111).Bu krizler
1970’lerden beri artık alışılmış bir şey haline
gelmişti. 1980’lerde Salinas Hükümeti
liberalizasyona, serbest piyasanın gelişimine
dayanan ortodoks bir istikrar planı uygulamaya
başladı. Plan aynı zamanda dolara karşı sabit bir
döviz kuru sis-temine dayanıyor ve bu yolla
enflasyonu baskı altına almaya çalışıyordu. Benzer
bir yöntem gayriresmi olarak 1994’te ve IMF teşviki
ile 2001’yılında Türkiye’de krizlere neden olmuştur.
Program enflasyona karşı başarılı olmasına rağmen
ithalat aldı başını gitti; cari açıklar hızla
büyüdü. Bunun bir sebebi pezo’nun aşırı değerli
oluşu ise diğer nedeni de yapılan NAFTA serbest
ticaret anlaşmasının ilk aşama etkileriydi. Yaşanan
kur paniği karşısında sonunda mecburen dalgalı kura
geçen hükümet paniği ancak ABD ve IMF’nin ayrı ayrı
verdiği toplam 52 milyar $’lık inanılmaz bir acil
durum yardımı sayesinde durdurabilmiştir (Apak,
Aytaç, 2009: 83). Meksika’ya bu denli büyük yardım
yapılması hem Meksika’nın ABD’nin en önemli iş
ortağı pozisyonuna sahip olması hem de bu krizin
başka azgelişmiş ülkeler özellikle Latin Ameri-ka’ya
yayılıp 1982 dünya borç krizinin yeni bir biçimimin
yaşanmasına sebep olacağı korkusu nedeniyledir.
Türkiye ve Meksika krizleri, sonradan 21. yüzyılın
ilk krizleri olarak nitelenecek Türkiye-Arjantin
krizinin birçok özelliğinin habercisi olmuştur.
Üstelik sadece çevre ülkeler için değil merkez
ülkeler ve bir bütün olarak dünya finans sistemi
için de alınması gereken derslerle doluydu. Örneğin
dünya finans sektörünün çevre ülkeler bazında bile
birbirine ne kadar bağlı olduğu gibi... Bu krizin
arka planında çok ihmal edilmiş bir unsur olan
ABD’nin 1994’te faizleri artırması aslında her iki
ülkeyi de etkilemiştir.
İkinci önemli kriz dalgası 1997/8 Asya-Rusya
krizleridir. Yaklaşık 20 senedir eriştikleri yüksek
büyüme oranları nedeniyle Asya Kaplanları adını alan
kimi Uzak Doğu ülkeleri aynı zamanda yabancı
sermayenin de gözdesiydi. Ancak bu ülkeler
paralarını ABD Dolarına sabitlemişlerdi. Bu ülkelere
hem Batı, hem de Japon ser-mayesi akıyordu. Böylesi
bir sermaye bolluğu önce mali sistemde spekülasyon
ve manipülasyonlar ile verimliliğin düşüşüne,
ardından gayrimenkullerin fiyatlarının aşırı
şişmesine neden olmuştu. Japonya mali sisteminde ve
sonra da ekonomisinde sorunlar çıkınca faiz
oranları ve yenin değeri düşürüldü. Japon
sanayiciler de bu ülkelerin mallarına karşı daha
ciddi rekabet ettiler. Böylece yukarıdan
sıkıştırılan Asya kaplanları, Çin’in ucuz maliyetli
ihracat atakları karşısında bir de aşağıdan
sıkıştırıl-dı. Zayıflayan ekonomiye karşı yüksek
varlık fiyatlarının, bu arada yüksek döviz kuru
paritelerinin de sürdürülmek istenmesi uluslararası
spekülatörlerin bu ülke paralarını, hedef seçmesine
sebep oldu. ilk çöken Tayland Baht’ı oldu ve
ardından Pasifik ülkelerinin mali talihi de döndü.
Kasım ve Aralık’ta kriz hızla yayıldı. Endonezya
Rupi’si ve Kore Won’u o yıl değerlerinin yarısından
fazlasını yitirdiler. Kriz sonucu G. Kore hisse
senedi borsası % 49, Endonezya, % 48, Tayland %41,
Filipinler %32,7, Sin-gapur %16,6, Japonya hisseleri
%23 değer yitirdi. Yine bu ülkelerin devalüasyon
oranları ise sırasıyla %65,9, %106, %48,%50,3, %14
oldu (Arın, 1998, Akt. Karabulut, 2002: 122).
Malezya Başbakanı Mahathir, spekülatör George
Soros’u resmen itham etti. Bundan sonra başta
Endonezya Rupi’si olmak üzere çeşitli para birimleri
fiilen deva-lüe olmak ve dalgalanmaya bırakılmak
zorunda kaldılar. 1998’in ilk yarısı da bir kötü,
bir iyi gelen haberlerle ama krizin egemenliğinde
geçti. Haziran sonunda G.Kore 5 bankanın
faaliyetlerine son verdi. MF bu kriz sırasında
kuruluşundan 2008 krizine kadar olan süredeki en
büyük kurtarma paketini hazırladı. Sadece G.Kore,
Tayland ve Endonezya için IMF’nin sağladığı kaynak
114,2 milyar $’dı (Karabulut, 2002: 117). 1979-1996
arası ortalama büyüme Endonezya için %6,8, Malezya
için%7,4,G.Kore için %8,4, Tayland için %7,5 olmuş
iken 1998’de bu ülkeler sırasıy-la %15,5, %4,7, %6,5
ve %7,0 küçüldüler (Blanchard, 2000: 473).
Asya Krizinin üstünden çok geçmeden bu kez 1998’de
Rusya’da benzer bir kriz ortaya çıktı. Eski merkezi
planlama sisteminin ve ona dayanan rejimin
yıkılışından beri kendini toparlayamayan ve yüksek
ölçekli borçlanan Rusya yaz aylarından beri IMF’in
desteğiyle ayakta kalmaya çalışıyordu. Eylül ayında
pes etti. Ruble devalüe edildi ve borçları
ödeyemeyeceğini ilan etti. Bankacılık sistemi
tamamen çöktü. Za-ten sayısı binlere varan mafyayla
iç içe acayip bir bankacılığı vardı. Rusya’ya
yatırım yapmış yabancılar milyar dolarlarla ölçülen
kayıplara uğradılar. Rusya krizi Asya krizi gibi
sadece bir döviz kuru spekülasyonu özelliği
taşımamakta, aynı zamanda 2008 krizinin ardından
özellikle Güney ve Doğu Avrupa’da yaşanan devlet
borcu krizlerinin bir örneğini kısmen temsil
etmektedir..
Asya krizi dünya iktisatçıları için sadece öncesiyle
değil sonrasıyla bile özel olarak ciddi
tartışmalara neden olmuştur. İktisatçılar bu konuda
‘krizin temel/yapısal (fundamental) nedenleri vardı’
diyenler ile ‘kendini doğuran (self fullfilled
) kriz’ fikrini savunanlar olarak ikiye
ayrıldılar. Birinci gruba göre büyüme kısa vadede
sermaye stokunun büyümesi ve teknolojik gelişme ile
verimliliğin artmasına bağlıyken uzun dönemde ancak
teknolojik gelişme ile mümkün olabilir. Halbuki bu
görüş sahip-lerine göre Asya ekonomilerinin
“mucizevi” büyümesi hemen hemen sadece bu
ülkelerdeki yüksek tasarruf ve yatırım hacmine
dayanıyordu. Teknolojik gelişmeye da-yanmadığı için
çökmeye mahkumdu. Krizin adeta kendi kendini
gerçeklediğini iddia edenlere göre ise bir takım
temelleri olmakla birlikte kriz beklentisinin
kendisi bizzat krizi doğurmuştur (Blanchard, 2000:
476).
|