Türkiye Ekonomisi

Dünya Ekonomisi

Osmanlı Ekonomisi

Finansal Ekonomi

İşletme Ekonomisi

Hizmet Ekonomisi

Kalkınma Ekonomisi

Tarım Ekonomisi

Borsa ve Yatırım

Ekonomi Sözlüğü

Ekonomi Ders Notları

Ekonomi Düşünürleri

Genel Ekonomi Soruları

Özel İstatistik Arşivi

Özel İktisat Konuları

Açık Öğretim İktisat

Ekonomi Kurumları

Kamu Yönetimi

Kamu (Devlet) Maliyesi

Sigortacılık Konuları

Türkiye İktisat Tarihi

Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

Forex Piyasaları

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Krizin Adını Koymak

Bazı işletme ve iktisat kökenli yorumcuların savları doğrultusunda, iki bankanın başka bir bankanın kredisini kesmesiyle onu sıkıntıya sokması ve bu sıkıntının zincirleme biçimde sistemin akışını durdurması, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal elverişsiz yaşam koşullarını açıklamaya yeterli değildir. O koşulların nedeni değildir, sadece içinde kaynayan su bulunan tencerenin kapağını attıran bir sonuçtur. Finansal bir üstyapı gelişmesidir. Keza sıkça dışa vurulduğu üzere bir devlet adamımızın bir başka devlet adamımıza doğru bir kitapçık fırlatması da başlı başına bir kriz nedeni olamaz. Ekonomisi sağlam temeller üzerine oturan ülkelerde devlet adamları arasında görüş aykırılıkları bulunabilir, cumhurbaşkanları ile başbakanlar yada diğer üst düzey konumdakiler birbirleriyle zaman zaman çok sert tartışmalara girebilirler ama bunlar toplum gemisini alabora edecek krizlere yol açmaz. Krizin adına doğru ilerlerken, ilk hareket noktasını kaybetmemek gerekir. Çıkışımızla bulunduğumuz yer arasında bir karşılaştırma yapmak, dönüp geriye bakarak nerede olduğumuza bir bakmak, yerimizi doğru saptamak, krizin adının konmasını kolaylaştırır. Birkaç soru ve onların yanıtı ile bu yerin neresi olduğunu anlamak mümkündür. Soruları basitçe şöyle sıralayabiliriz: Türkiye 21. yüzyıla girerken muasır medeniyet seviyesi’ni yakalamış, hedefine varmış mıdır? Bu ana hedefe ulaşıldıktan sonra mı ortaya bir kriz çıkıp işleri terse çevirmiştir? Yoksa bu hedefe tam varmak üzere olduğumuz bir sırada mı, öne sürüldüğü gibi bir likidite krizi yada yönetimsel bir siyasal kriz bizi menzil-i maksud’umuzdan; ulaşmayı amaçladığımız yerin hemen dibinden son kertede geri çevirmiştir?

Bu soruların yanıtlarını uluslar arası istatistiklere bakarak vermek güç değildir. Sağlanan ulusal gelirden kişi başına düşene bakmak, genelde, bir ülke halkının gelir düzeyini anlamak için ilk yapılan iştir. Sarsıntıya uğradığımız 2000 yılı itibariyle Türkiye’ye kişi başına düşen gelir Dünya Bankası verilerine göre 2.973 Amerikan dolarıdır. Bu rakamı refah düzeyi en yüksek ülkeleri bir yana bırakarak, çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş olduklarını kabul ettiklerimizle karşılaştırmak istersek, gördüğümüz tablo şudur: Brezilya: 3.680, İspanya: 14.104, Arjantin: 7.738, Yunanistan: 10.806 Kişi başına düşen gelirin dünya ortalaması 5.161 dolardır. OECD ülkeleri için bu rakam 26.941, G/7 ülkeleri için 30.258, Avrupa Birliği için 21.031, Latin Amerika için 4.240, Orta Doğu için 4.507’dir.

Sağlık birey için en büyük servettir. Sağlıklı bireylerden oluşan toplumların atılım gücü de fazla olur. Çünkü bireyin sağlığı için yapılan harcamalar gelişmişlik oranında daha fazla olur. 1990-98 yıllarını kapsayan istatistiğe göre kişi başına yapılan sağlık harcamaları ülkelere göre dolar bazında şöyledir: Avusturya: 2.162, Belçika: 2.184, Finlandiya: 1.722, Fransa: 2.377, Almanya: 2.769, Slovenya: 746 ve Türkiye: 177. Bu harcamaların, doktor sayısı, hastane yatak adedi, tedavi kalitesi, koruyucu sağlık hizmetleri gibi önemli alt başlıkların düzeyini doğrudan etkilediği ortadadır.

Sağlık yansızca yaşam kalitesini değil, aynı zamanda yaşama süresini de etkiler. 1999 yılı rakamlarına göre Türkiye’de doğan her 1000 çocuktan 36’sı yaşamını yitirmiştir. Bu sayı, Avusturya’da 4, Belçika’da 5, Almanya’da 5, Gürcistan’da 15, Lübnan’da 26, Libya’da 22’dir.

Birey ve toplum sağlıklı ise geleceğin kalitesi eğite düzeyine göre şekillenir. Eğitim konusunda ülkeler, 1997 yılında gayrisafi milli hasılalarının aşağıdaki oranını harcamışlardır: Avusturya: 5.4, Bulgaristan: 3.2, Estonya: 7.2, Yunanistan:3.1 ve Türkiye:2.2’dir.

Yatırımların gerçekleştirilebilmesi için kaynaklar yeterli değilse, bunları tamamlayacak sağlıklı desteklerin başında doğrudan yatırım yapan yabancı sermaye gelir. Yabancı sermayenin Türkiye’ye ve kalkınmışlık açısından benzeri olmaya hedeflediğimiz ülkelere yaptığı yatırımların 1999 yılı için istatistiği şu sonuçları vermektedir: Türkiye’ye yapılan sabit yabancı yatırım miktarı 783 milyon dolar olmasına karşılık, Finladiya’ya 3.023, Fransa’ya 39.101, Almanya’ya 26.822, İsrail’e 2.256 milyon dolarlık doğrudan yabancı sermaye girişi olmuştur.

Ekonomik kalkınmayı ve toplumsal gelişmeyi ifade eden çağdaş uygarlık düzeyine doğru alınan yolda, kaynakların kötü kullanımına, toplum vicdanının sesini duyuramamasına e giderek ekonomik ve ahlaksal sonuçlarıyla mali güçsüzlüğe ve toplumsal çürümeye yol açan yapısal bozukluk 2000-2001 yılında da içinde yaşadığımız sıkıntılı ortamı oluşturmuştur. Bu genel tablo içinde yaşadığımız sıkıntılı ortamı oluşturmuştur. Bu genel tablo içinde temel yapı bozukluğuna, zaman zaman savaş, uluslar arası ekonomik bunalımlar, sıcak paranın el değiştirmesi gibi geçici bozukluklar eklendiğinde kriz adı verilen kara bulutlar oluşmakta, bunlar da bireysel ve toplumsal yaşantımızın üzerinde, belirli zamanlarda zarara yol açan yağışları oluşturmaktadır.

Kaynak: Reha Tanör - Finansal Kriz ve Sermaye Piyasası

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü - Gizlilik Politikası

Sağlık Bilgileri