Ekonomik Büyüme
Ekonomik büyüme olgusu, iktisatçıların her dönemde en çok
tartıştığı konular arasında olduğu gibi günümüzde de
hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin
üzerinde durduğu en önemli sosyal ve ekonomik
konulardan biridir. Bu bölümünde çalışma için bir
alt yapı oluşturması amacıyla, ekonomik büyüme
kavramı, ekonomik büyüme teorileri ve özellikle
çalışmayla olan ilgisi sebebiyle dışsal büyüme
teorileri hakkında bilgi verilecektir. Ayrıca,
büyüme sürecinde dış finansman ihtiyacını
belirlemeye yönelik yöntemler kısaca açıklanacaktır.
Ekonomik Büyüme Kavramı
Ekonomik büyüme, üretilen mal ve hizmet kapasitesinde meydana gelen
artıştır. Yani bir ülkenin ekonomik büyümesi, ülke
fert başına GDP’sinin sürekli olarak artması
anlamına gelmektedir. Bir ülkede ekonomik büyümenin
ne oranda meydana geldiğini belirleyebilmek için
ortalama büyüme hızı ile yıllık büyüme hızı
hesaplanmaktadır. Ortalama büyüme hızı, belli bir
zaman dilimi içinde reel GDP’de meydana gelen artışı
ölçmektedir.
Ekonomik büyüme hızının anlaşılmasında ayrıca üretim imkanları
eğrisinden yararlanılmaktadır. Üretim imkanları
eğrisi, ülkedeki mevcut teknoloji seviyesi ve üretim
faktörü miktarının maksimum noktasını vermektedir.
Üretim imkanları eğrisindeki dışa doğru kaymalar
ekonomik büyümenin gerçekleştiğinin göstergesidir.
Bu dışa kaymalar ise, emek ve sermaye stokundaki ve
verimliliğindeki artış ve kapasite kullanımında
meydana gelecek olan artışlarla sağlanabilmektedir.
Ayrıca üretim imkanları eğrisinde meydana
gelebilecek olan dışa kaymada, hükümetlerin
verimlilik artışı sağlayacak nitelikte eğitime,
teknolojiye ve fiziki sermaye artırıcı altyapı
yatırımlarına vermiş oldukları önemde etkilidir.
J. Serieux, Y. Samy (2001)’e göre ağır dış borç
yükünün büyüme üzerindeki etkisini araştıran en
önemli hipotez borç ertelemesi (debt overhang)
hipotezidir. Bu hipotezin geleneksel(dar) ve geniş
olmak üzere iki versiyonu bulunmaktadır. Geleneksel
versiyona göre, ağır borç yükü devletin yüksek borç
ödemelerini finanse edebilmek için, gelecekte
vergileri arttırmasını gerektirmektedir.
Vergilerdeki bu artış, vergilendirme sonrası
yatırımların azalması ve dolayısıyla büyümenin
yavaşlaması anlamına gelmektedir. Geniş yaklaşıma
göre ise, devletin genel kamu giderlerini finanse
etmek için bile yüksek dış borç yükü ve dolayısıyla
yüksek dış borç servisi maliyetleri sebebiyle borç
ertelemesine gitmesini gerektirmektedir. Aynı
zamanda gelecekteki borç profiliyle ilgili
belirsizlikler, yatırıma olan teşviki azaltarak
düşük yatırıma ve düşük büyümeye sebep olmaktadır.
Ekonomik büyüme ile ilgili olan diğer bir kavram ise ekonomik
kalkınmadır. Literatürde çoğu zaman karıştırılan bu
kavram aslında ekonomik büyüme kavramından farklılık
arz etmektedir. Ekonomik kalkınma, ekonomik
büyümeden daha geniş anlamlıdır ve ekonominin
büyümesi yanında sosyal, kültürel ve siyasi alanda
da gelişmeyi ifade etmektedir. Ekonomik kalkınma,
ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi anlamda bir
modernleşmeyi bir bütün olarak kapsamaktadır.
Ekonomik büyümenin belirleyicilerine baktığımızda
ise, karşımıza üç belirleyici çıkmaktadır. Bunlardan
ilki sermaye birikimidir. Sermaye birikimi iktisadi
büyümenin temel dinamiği olarak kabul edilmektedir.
Bir ülkede gelişimin sağlanabilmesi için temel şart
yatırımın olmasıdır. Yatırımda ancak yüksek gelirle
elde edilecek olan tasarruf artışına bağlıdır. İşte
bu noktada meydana çıkan kısır döngüden kurtulmanın
yolu sermaye birikiminin arttırılmasıdır. İkinci
büyüme belirleyicisi ise, teknolojik ilerlemedir.
Teknoloji, üretimde gerek duyulan bilgi,
organizasyon ve tekniklerin bütünüdür. Teknoloji
sayesinde üretim sırasında aynı miktarda girdi
kullanıp daha fazla çıktı elde edilebilecek, işgücü
tasarrufu ve sermaye tasarrufu sağlanacaktır. Son
belirleyici olarak nüfus ve işgücü artışı
sayılabilir. Nüfus artışı ve akabinde yaşanacak olan
işgücü artışı, ekonomik büyümeyi hızlandıran önemli
bir uyarıcı olmaktadır.
Görüldüğü üzere ekonomik büyüme çeşitli etkenlere bağlıdır.
Ekonomik büyümeyi sağlama ya da mevcut büyümeyi
hızlandırmak için, sermaye kalitesini artırmaya
yönelik yatırımlar yapmak, teknolojik yeniliklerden
yararlanmak ve üretim faktörlerinin miktarını
arttırmak gerekmektedir.
Ekonomik Büyüme Teorilerinin Tarihsel Gelişimi
Bir ülkenin iktisadi ve sosyal refah düzeyindeki artışın en önemli
göstergelerinden biri olan ekonomik büyüme olgusu,
iktisatçıların üzerinde sürekli tartıştığı bir
konudur. Geliştirilen ekonomik büyüme teorileri,
içinde bulunulan dönemin ekonomik ve sosyal
özelliklerinden etkilenerek, devlete ekonomik ve
sosyal alanda farklı görevler yüklemiştir.
Geliştirilen teorilerde ekonomik büyüme alanında
devlete kimi zaman aktif rol verilirken, kimi zaman
pasif rol verilmiş ve devletin ekonomiye herhangi
bir müdahalede bulunmaması gerektiği ileri
sürülmüştür. Çalışmanın bu bölümünde ekonomik büyüme
teorilerinin tarihi gelişiminden bahsedilerek
devletin ekonomik büyüme alanındaki fonksiyonları
anlatılacaktır.
Merkantilist dönem (1450-1750) ekonomik büyüme modelleri
Merkantilizmin esası devlet idaresine dayanmaktadır. Ekonominin ve
devletin birlikte büyümesi ve güçlenmesi esas
alınmıştır. Merkantilistlerin temel konusu dış
ticarettir. Bunun sebebi ise hazinenin büyümesine
verilen önemdir. Bu doğrultuda ihracat ithalattan
fazla olmalıdır ki dış ticaret dengesi pozitif
olsun.
Merkantilist doktrin üç temel faktöre dayandırılabilir. Bunlardan
ilki, güçlü devlet hedefidir. İkincisi, kıymetli
madenlere sahip olma arzusudur. Son faktör ise, dış
ticaretin gerekliliği ve önündeki engellerin
kaldırılmasının gerekliliğidir.
Fizyokratik dönem (1750-1776)
Fizyokrasi, Merkantalist düşünceye tepki olarak
doğmuş, devletin ekonomiye müdahale etmemesi
gerektiğini savunan bir akımdır. Fizyokrasi
kelimesinin Yunanca aslından kaynaklanan anlamı
‘doğa yasası’dır. Fizyokratlar ilahi bir iradenin
evrensel ve aslında mükemmel olan bir doğal düzen
ortaya koyduğu düşüncesini benimsemişlerdir.
John Locke, Fizyokrat felsefenin babası olarak kabul edilmektedir.
Locke’un rasyonalizm ve doğal düzene verdiği önemi
Fizyokratlar da benimsemişlerdir. Fizyokratlara göre
ekonomik sistemin temelini kişisel çıkar (self
interest) oluşturur. İnsan ve dolayısıyla devlet her
hareketin yararını ve zararını hesaplar ve işbirliği
yapmanın gereğini kabul eder. Ünlü sloganları
‘‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’’(laissez
faire, laissez passer), bu düşüncenin veciz bir
ifadesi olmuştur.
Ekonomide temel sektör olan tarım, harcanandan fazlasını verdiği
için büyümenin tek yoludur. Sanayinin yararını
kısmen kabul eden Fizyokratlar, Merkantalistlerin
aksine ticarete önem vermemişlerdir. Bu açıdan
Merkantalistler ile Fizyokratlar arasında önemli bir
fark vardır.
Klasik büyüme teorileri
Fizyokratların savunduğu fikirler klasik görüşün doğuşuna zemin
hazırlamıştır. Bu liberal akımın doğuşundaki en
önemli etken ise sanayi devrimi olmuştur. Klasik
iktisadın en önemli temsilcileri A.Smith, D.Ricardo
ve T.Malthus’un çalışmaları büyüme kavramına çok
önemli katkılar sağlamıştır.
Adam Smith’in 1776 yılında hazırlamış olduğu
‘Ulusların Zenginliği’ adlı çalışma, ekonomik büyüme
teorileri için bir başlangıç noktası olarak
görülmektedir. Smith çalışmasında bir ülkenin
ekonomik büyüme sürecinde sadece sermaye akımlarının
değil aynı zamanda teknolojik sürecin ve endüstriyel
ve sosyal faktörlerin de hayati rol oynadıklarını
belirtmiştir. A.Smith diğer klasiklerde de olduğu
gibi ekonominin sürekli olarak büyümeyeceğini bir
durgunluk sürecine gireceğini kabul etmektedir.
Ancak bu sürecin olumsuz bir durum olmadığını
savunmaktadır. Smith bu düşüncesiyle diğer
klasiklerden ayrılmakta ve iyimser klasik olarak
adlandırılmaktadır.
Büyüme sürecinde yaşanacak olan durgunluğu oldukça
olumsuz bir durum olarak nitelendiren Robert Malthus
ve David Ricardo kötümser klasikler olarak
adlandırılmaktadırlar. Malthus, büyümede en önemli
faktör olarak nüfus teorisini geliştirmiştir.
Malthus’a göre toplumdaki fakirliğin nedeni, besin
maddelerinin üretiminin gittikçe artan nüfusa
yetişememesidir.
Ricardo ise yapmış olduğu çalışmalarda büyüme
sorununu dolaylı yollardan ele almıştır. Milli
gelirin kaynaklarını ortaya koymamış, milli gelirin
üretim faktörleri arasında nasıl dağıtıldığını
incelemiştir. Ülkelerin yaşayacağı büyüme ve
durgunluk aşamalarını uzun dönemde üretim
faktörlerinin milli gelirden alacakların payların
belirlediğini ileri sümektedir. Schumpeter ise
teknolojik gelişmenin ekonomik büyüme üzerinde
olumlu etkilerinin olacağını savunan ilk iktisatçı
olarak bilinmektedir. Schumpeter mensubu olduğu
Avusturya ekolünün de etkisiyle, teknolojik
gelişmeleri ekonomik konjonktür içerisinde ele
almış, teknolojik gelişme kavramını firmalararası
rekabetin bir aracı ve “yaratıcı yıkım” kavramını
tetikleyen bir unsur olarak görmüştür. Yaratıcı
yıkım; zayıflayan sektörlerin yıkımı ile ortaya
çıkan, söz konusu ekonomilerde yeni teknolojilerin
ve endüstrilerin ortaya çıkmasını sağlayan evrimsel
bir süreç olarak ifade edilmiş, ekonomik büyüme ve
yapısal değişme ile tanımlanan süreç teknolojik
gelişmelerin bir sonucu olarak görülmüştür.
Schumpeter’in yaklaşımında teknoloji, aynı neoklasik
yaklaşımda olduğu gibi dışsal bir kavramdır ve söz
konusu firmalar teknolojik yenilikleri takip ederek
kendilerine uygun olan teknolojileri satın alırlar.
Schumpeter, neoklasik yaklaşımdan farklı olarak
teknolojik yenilik kavramının alanını genişletmiş,
teknolojik yenilik kavramını sadece üretim sürecinde
yeni bir tekniğin kullanılması olarak değil, aynı
zamanda yeni bir malın üretilmesi, yeni pazarların
açılması, yeni pazar örgütlenmelerine gidilmesi,
yeni hammadde kaynaklarının bulunması gibi süreçleri
de kapsayan bir kavram olarak tanımlamıştır.
Sosyalist büyüme teorisi
Sosyalist sistemde üretimde kullanılan üretim araçlarının büyük bir
kısmı devlet mülkiyetindedir. Üretim, bölüşüm ve
tüketim de yine kamu otoritesi tarafından
belirlenmektedir. Şayet özel mülkiyet olursa
adaletli bölüşüm olmayacağı ve işçi sınıfının
sömürüleceği düşünülmektedir.
Sosyalist büyüme düşüncesi Marx’a dayanmaktadır. Marx’a göre emek,
üretimin değerini belirlediği gibi aynı zamanda
büyümenin motorunu da oluşturmaktadır. Marx büyüme
sürecini tam bir dengesizlik olarak görmektedir.
Önemli bir sosyalist olan Grigori
Aleksandrovic Feldman’ın iki sektörlü büyüme modeli,
Alex-ander Erlich ve Evsey Domar tarafından
desteklenmiş ve geliştirilmiştir.
Dışsal Büyüme Teorileri
‘Dışsal büyüme teorileri’ olarak sınıflandırılan teoriler, büyümeyi
ekonominin iç dinamiklerinden bağımsız olan
değişkenler aracılığıyla açıklamaya çalışmışlardır.
Bu teoriler, gelişmekte olan ülkelerde dış
borçlanmanın ekonomik büyümeyi arttıracağını
savunmaktadırlar.
Harrod-Domar (Post-Keynesyen) büyüme teorisi
Çağdaş ekonomik büyüme kuramları, Harrod’un 1939 yılında yayınlamış
olduğu makalesiyle başlamıştır. Daha sonra Domar’ın
bu alanda yapmış olduğu çalışmalar, çağdaş ekonomik
büyüme kuramlarına önemli katkılar sağlamıştır.
Harrod-Domar modeli olarak adlandırılan model, bu
iki iktisatçının çalışma ve bulgularındaki
benzerlikler sebebiyle bu isimle anılmaktadır.
Harrod-Domar modeli, kısa dönemli Keynesgil
yaklaşımların uzun dönemli büyüme sürecine
uyarlanması çabaları sonucu ortaya çıkmıştır. Harrod
ve Keynes arasındaki temel fark büyüme alanındadır.
Harrod’a göre ekonomi sabit bir büyüme oranında
dengeli bir şekilde büyüyebilir. Keynes’e göre bu
bir mucizedir veya ancak çok ciddi düzenlemeler
sonucu ortaya çıkabilecek bir durumdur.
Harrod ve Domar, ülke ekonomilerinin nasıl dengeli büyüyebileceğini
ve bu büyümenin nasıl sürekli hale
getirilebileceğini açıklamaya çalışmışlardır.
Ekonomik büyüme milli gelirdeki artışlarla ölçülebilmektedir. Milli
gelir seviyesi Y, Milli gelirdeki artış AY ile
gösterilecek olursa, ekonomik büyüme hızı aşağıdaki
gibi formüle edilecektir:
AYy =Y Dışa kapalı bir ekonomide üretim seviyesinin dengede
olabilmesi, toplam tasarrufların toplam yatırımlara
eşit olmasıyla sağlanabilmektedir. Bu eşitlik I=S
şeklinde ifade edilmektedir. Bilindiği üzere
tasarruflar gelirin belli bir kısmını
göstermektedir. Yani S = sY ’dir. Eşitlikte s
marjinal tasarruf eğilimini temsil etmektedir.
Yapılan yatırımlar sermaye stokuna yapılan ilaveleri
ifade etmektedir. Dolayısıyla I=AK’dır.
Sermaye hasıla oranı k gibi bir sabitle gösterilirse
k = K/Y olacaktır. Eşitlik, değişmeler
cinsinden ifade edilirse ,
k = —
şeklinde olacaktır. AY
S = I
ve S = sY eşitliklerinden hareketle I = AK = kxAY
iken sY = k x AY olacağı için Y
= k eşitliği oluşmaktadır.
Sonuç olarak Harrod ve Domar’a göre büyüme oranı sermaye hasıla
katsayısı (k) ve tasarruf oranı (s) tarafından
belirlenmektedir. Ekonomik büyüme, tasarruf oranıyla
pozitif, sermaye hasıla katsayısıyla negatif yönlü
bir ilişki içerisinde olmaktadır. Yani ekonomik
büyümenin gerçekleşebilmesi için mutlaka tasarruf
yapılmalı ve GSMH’nın belli bir kısmı yatırımlarda
kullanılmalıdır.
.En kısa şekliyle Harrod ve Domar’a göre ekonomik
büyümeyi yatırımlar belirler ve yatırım miktarı
artınca büyüme hızı da artar. Yani tasarruf
katsayısının büyük olması büyümeyi hızlandıran bir
faktördür. Böyle olunca, kısa dönem tüketimleri
azaltılıp yatırımlar arttırılırsa veya dış borç
alınıp mevcut tasarruflara katılırsa uzun dönem
büyüme hızında yükselme sağlanacaktır. Ayrıca iç
tasarrufların artmasıyla, dış tasarruflara ihtiyaç
kalmayacak ve borç servisi için gerekli finansman
sağlanmış olacaktır.
Harrod ve Domar’ın çığır açıcı olarak nitelendirilen bu
çalışmalarının yayınlanmasından birkaç yıl sonra
yayınlarla ilgili ciddi eleştiriler getirilmiştir.
Bu eleştirilerin birkaçı şu şekilde sıralanabilir:
• Hem Harrod’un hem de Domar’ın kurmuş olduğu modellerde
kullanılan kavramların hesaplanması oldukça zordur.
Modellerde tasarruf eğilimi, sermaye-hasıla oranı,
sermayenin verimliliği gibi kavramlar
kullanılmıştır. Bu kavramların hesaplanması ve aynı
zamanda güvenilirliğinin kesin olması oldukça
zordur.
• Hesaplamalar yapılırken ekonomide sektörel ayrıma
gidilmemiştir. Sektörlerin ekonomi içindeki
ağırlıklarının farklı olması hesaplamalarda yanlış
sonuçlara varılmasına sebep olmaktadır.
• Her iki modelde de üretim artışını sağlayan faktör olarak
sermaye gösterilmiştir. Emeğin ve teknolojik
gelişmenin üretime olan etkileri ihmal edilmiştir.
• Sermaye ve emek arasında ikame edilebilirliğin sıfır
olmasını ima eden bir sabit sermaye-hasıla oranının
kabul edilmesi yanlış bir varsayımdır.
• Harrod-Domar modelinin genel yapısı büyüyen ekonomilerin
deneyimleriyle ters düşmektedir.
Bütün bu eleştirilere karşın, Harrod-Domar teorisi, çağdaş iktisat
kuramlarının başlangıcı olması ve sonrasında çeşitli
kuramların ortaya çıkmasına zemin hazırlaması
açılarından ekonomik büyüme teorisi içinde çok
önemli bir yere sahiptir.
Rosenstein-Rodan’ın büyük itiş teorisi
Dış kaynaklı kalkınmadan bahseden diğer önemli
kalkınma teorilerinden biri de Rodan tarafından
ortaya atılan büyük itiş (big push) teorisidir. Paul
Rosentein Rodan, 1943’te ‘Doğu ve Güneydoğu
Avrupa’nın Endüstrileşme Problemleri’ adlı kalkınma
ekonomisi konulu makalesini yayınlamıştır. Rodan
yayınlamış olduğu makalesinde dışsal ekonomilerden
dolayı özel sektörün kendiliğinden oluşamadığı Doğu
Avrupa endüstrisinde, büyük miktarda dışardan
finanse edilen yatırım ve endüstriler arasında
tamamlayıcılığın gerekliliğinden bahsetmiştir.
Rodan’ın fikri, büyük itiş olarak tanınmış ve bütün
üçüncü dünya ekonomilerinin problemlerine
uygulanabilmesinden dolayı geniş çapta ilgi
uyandırmıştır.81 Rodan ekonomik
kalkınmanın öncüsü olarak sanayileşmeyi görmüştür ve
bunun gerçekleşebilmesi içinde ya işgücünün
sermayenin olduğu yere doğru ya da sermayenin
işgücünün olduğu yere doğru taşınması gerektiğini
belirtmiştir.
Rodan’a göre sanayileşmenin iki yolu vardır. Bunlardan ilki
herhangi bir uluslar arası ilişkiye girmeden dışa
kapalı sanayileşme modelidir. Bu modelde uluslar
arası işbölümüne gidilmediğinden dünyanın bir
bölümünde kaynak israfı, diğer bir bölümünde ise
kaynak sıkıntısıyla sonuçlanacaktır. Olması gereken
diğer model ise, uluslararası işbölümünün hakim
olduğu dışa açık sanayileşme modelidir.
Rodan’a göre planlı bir sanayileşmenin
başlayabilmesi için yatırımlarda büyük itişin ortaya
çıkması gerekmektedir. Bunun için ise sermaye
birikiminin yeterli olması gerekmektedir. İşte bu
noktada Rodan, yatırımlarını tasarruflarıyla
karşılayamayan azgelişmiş ülkeler için dış
yardımların gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Azgelişmiş ülkeler dışarıdan aldıkları yardımlar
sayesinde durgun olan ekonomilerini büyüme sürecine
geçirmiş olacaklardır. Gelişmekte olan ülkelere
uygulanan uluslararası yardım programlarının asıl
amacı, ülkelerin kendi kendilerine yetecekleri bir
seviyeyi sağlayabilecekleri yeterli bir büyüme
oranına kadar ekonomik büyümelerini hızlandırmaktır.
Bir kalkınma programında dış sermayenin fonksiyonu,
direkt olarak alıcı ülkenin yaşam standardını
yükseltmek değil ekonomisini durgunluktan
kendi kendine yetebilecek büyümeye
dönüştürmesine fırsat vermektir. Bu dönüşümde temel
faktör alıcı ülkenin halkının çabasıdır. Bu çaba
olmaksızın dış sermaye boşuna olacaktır. Böyle
olunca dış yardımın (borçlar, bağışlar ve teknik
yardımlar) en genel amacı ülkenin büyüme oranını
arttırmak için en üst seviyedeki ulusal çabasına
pozitif bir destek sağlamaktır.
Rostow’un büyüme teorisi
Rostow gelişmiş ülkelerin deneyimlerini değerlendirerek,
endüstrileşme yolunda izledikleri süreci çeşitli
aşamalara ayırmıştır ve bu aşamaları gelişmekte olan
ülkelerin de geçmesi gerektiğini belirtmektedir.
Rostow’a göre büyüme aşamaları şunlardır:
• Geleneksel toplum aşaması
• Hazırlık aşaması
• Harekete geçiş aşaması
• İktisadi olgunluk aşaması
• Kitle tüketimi aşaması
Rostow’a göre geleneksel toplum aşaması, ülke ekonomisine tarım
sektörünün hakim olduğu ve teknolojik değişimin
olmaması nedeniyle büyümenin durgun olduğu aşamadır.
Bu aşamada ekonomi düşük gelir dengesine oturmuştur
ve bu sebeple de tasarruflar yok denecek kadar
azdır. Çok az miktarda yapılan tasarruflar ise
sosyal verimliliğin çok düşük olduğu alanlara
yapıldığından ekonomideki durgunluk süreklilik
kazanmaktadır.
Hazırlık aşaması, büyümenin belirleyicilerinin
ülkede hakim olmaya başladığı aşamadır. Bu aşamada
büyümenin başlaması için gerekli şartlar
hazırlanmaktadır. Ekonominin temeli tarım sektörüne
dayalı olmakla beraber, artık modernleşme sürecine
girilmiştir. Harekete geçiş aşamasına gelindiğinde
ülke GSMH’sı içinde tasarruflar belli bir paya sahip
olmaktadır. Para yatırımı ve tasarruf hızı milli
gelirin yüzde onuna ve daha fazlasına kadar
yükselebilmiştir.
Bu aşamada harekete geçişi sağlayan temel fakat tek olmayan itici
güç teknolojidir. Bu aşama özellikle sanayi
sektörünün canlandığı ve ziraat de yeni tekniklerin
kullanıldığı bir dönemi kapsamaktadır. Bu aşamada şu
üç şartın gerçekleşmesi gerekmektedir:
(i) Tasarruflar milli gelirin en az %5 ile %10’u arasında
olmalı,
(ii) Zirai ürünleri veya hammaddeleri modern metotlarla işleyecek
bir veya birkaç imalat sektörü kurulmalı,
(iii) Modern ekonomilerde olduğu gibi bir sosyal, siyasi ve hukuki
yapı sağlanmalıdır.
Rostow yapmış olduğu çalışmada Türkiye için kalkış tarihi olarak
1930-1940 arasında başlayan sanayileşme hareketleri
doğrultusunda tarımsal gelir ve üretim artışının
belirgin olarak yaşandığı 1937 tarihini
belirlemiştir.88 Büyümenin ilk aşaması
olarak adlandırılan bu aşamanın gerçekleşebilmesini
sağlayacak olan mekanizma Rostow tarafından
açıklanmamıştır. İşte bu noktada dış yardım veya
yabancı sermaye yatırımlarının önemi ön plana
çıkmaktadır.
İktisadi olgunluk aşaması, artık tasarrufların yatırıma
dönüştürüldüğü aşamadır. Bu aşamada gelir artışı
nüfus artışından daha fazladır. Gelirin önemli bir
kısmı sürekli olarak yatırıma aktarılır. Kitle
tüketimi aşaması ise, artık ülkenin büyümede
sürekliliği sağladığı aşamadır. Bütün bu aşamaların
geçilebilmesinin şartı ise, ülkenin tüketim malı
değil sermaye malı üretmesidir.
1950’li yıllar sonrasında batılı ülkelerin az gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelere yapmış oldukları
yardımların artması, bu görüşün kabul gördüğünü
göstermektedir. Bu ekonomik bir modele dayanılarak
yapılan en önemli ekonomik politika deneyidir.
Neo-Klasik (Solow) büyüme teorisi
Solow’un yapmış olduğu çalışmalar neo-klasik büyüme
teorileri içerisinde önemli bir yere sahiptir. Solow,
1956 yılında yayınlamış olduğu ‘Ekonomik Büyüme
Teorisine Bir Katkı’ adlı makalesiyle ekonomik
büyüme sürecini neo-klasik açıdan
değerlendirmiştir.
Solow’a göre Harrod-Domar modelinin en dikkat çekici özelliği,
modelin uzun dönemde sermaye ve tasarruflar üzerine
yoğunlaşmasıdır. Harrod-Domar büyüme modeline göre
ekonomi bıçak sırtı denge noktasında dengededir.
Bunu sağlayan en önemli değişkenler; tasarruf oranı,
sermaye-çıktı oranı ve emeğin artış oranıdır. Şayet
bu noktadan çok az da olsa bir kayma olursa ekonomik
denge bozulacaktır.
Solow tasarruf, nüfus artışı ve teknolojik gelişmenin büyüme
üzerine ve bu değişkenlerin birbirleri üzerine olan
etkilerini incelemiştir. Solow’un oluşturmuş olduğu
model, neden bazı ülkeler fakirken diğer ülkelerin
çok zengin olduğunun anlaşılmasında önemli bir
mihenk taşı oluşturmaktadır.
-
Modelin varsayımları-
Solow modelinin neo-klasik büyüme modeli olarak adlandırılmasının
temel sebebi neo-klasik düşünce temeline dayanıyor
olmasıdır. Neo-klasik büyüme modelinin dayandığı
varsayımlar şöyle sıralanabilir:
• Modelde homojen tek mal üreten ve tüketen bir ekonomi
dikkate alınmıştır. Bu tek mal aynı zamanda ülkenin
GSYİH’sını oluşturmaktadır.
• Tek mal üretilmesi varsayımı dış ticaretin olmadığı, dışa
kapalı bir ekonominin olduğu anlamına gelmektedir.
• Tasarruf ve yatırım oranları birbirine eşittir. Tasarruf
yapanlarla yatırım yapanlar arasında herhangi bir
ayrıma gidilmemiş, tasarruf yapanlar aynı zamanda
yatırım yapanlar olarak kabul edilmiştir.
• Ekonomide azalan verimler kanunu geçerlidir.
• Teknoloji dışsaldır. Aynı zamanda ekonomide herhangi bir
maliyete katlanmadan teknolojiden yararlanılabilir.
• Piyasaya tam rekabet ve tam istihdam koşulları hakimdir.
• Üretim fonksiyonu için ölçeğe göre sabit getiri
fonksiyonu kabul edilmiştir.
• Uluslararası düzeyde yakınsama hipotezi kabul edilmektedir.
Yani uzun dönemde aynı şartlara sahip gelişmekte
olan ülkelerin gelişmiş ülkelerden daha hızlı
büyüyerek aradaki refah farkını kapatabilecekleri
varsayılmaktadır.
• Ekonomi her zaman dengeli bir şekilde
büyüyecektir.
İçsel Büyüme Modeli
Neo-klasik büyüme teorisi, kişi başına sermayenin, yine kişi başına
üretim yada tüketim ile aynı oranda arttığı dengeli
bir büyüme tanımlamaktadır. Denge sağlandığı zaman
kişi başına gelir ve tüketimdeki artış oranı
teknolojik gelişme hızı ile aynı seviyeye
gelmektedir. Nüfus artışı ve teknolojik gelişmeyi
dışsal kabul eden bu modelde, kamunun belirgin bir
rolü yoktur. Neo-klasik büyüme modeli; ekonomiyi,
bıçak sırtı denge şartından ve devletin ekonomiye
müdahalesinden kurtarmaktadır. Ancak bu kez de bilgi
birikimi, teknoloji, beşeri sermaye gibi büyümenin
temel aktörlerinin dışsal sayılması gibi yeni bir
problem ortaya çıkmaktadır. İçsel büyüme modelleri
ise devletin ekonomideki önemini ortaya koymakta ve
gelişmiş ekonomilerde durgun duruma girmeden
kesintisiz bir büyüme mekanizması geliştirmektedir.
Devlet, daha kaliteli sağlık ve eğitim hizmeti
sunarak, Ar-Ge ve teknoloji transferlerini teşvik
ederek, mülkiyet haklarını koruyup iletişim ağlarını
güçlendirerek, dışa açık ekonomik sistemi
kurmaktadır. Ayrıca devlet, rekabetin önündeki
engelleri kaldırarak ekonomide tekrar aktif bir rol
üstlenmektedir. Kısaca içsel büyüme teorileri,
ekonomik büyümeyi sistem içerisinde aramaktadır.
Bu konuda ilk olarak Romer (1986) ve Lucas (1988)
beşeri sermaye ile bilgi birikimini ön plana çıkaran
çalışmaları yapmışlardır. Daha sonraki yıllarda beşeri sermaye ve bilgi birikimi ile ilgili çalışmalar
yoğun olarak devam etmiştir.
- Modelinin Varsayımları
İçsel büyüme modelinin dayandığı temel varsayımlar:
-
Ekonomik büyüme, sistemin içerisinde aranmalıdır ve
sistemi dışarıdan etkileyen bir faktör
bulunmamaktadır.
- Teknolojik gelişme içseldir ve ekonomik kararlardan
etkilenmektedir.
-
Azalan verimlere dayalı Neo-klasik üretim fonksiyonu
yerine, artan verimlere dayalı üretim fonksiyonu
kullanılmaktadır.
- İçsel Büyüme Modellerine göre, tam yakınlaşma hipotezi kabul
edilmemekte ve az gelişmiş ülkelerin, gelişmiş
ülkelerle olan gelir farkının artmaması için gerekli
tedbirleri alması gerektiği vurgulanmaktadır.
-
Eğitim, sağlık, kamu politikası ve yatırım oranı
gibi faktörler, uzun dönemde ekonomik büyümeye
olumlu katkı sağlamaktadır.
-
Optimal büyüme oranına ulaşılabilmesi için devletin
ekonomiye müdahalesi gerekmektedir.
-
Bilgi, herkesin ona ulaşabildiği kamusal mal
niteliğindedir ve bilginin kullanımında kimsenin
dışlanması söz konusu olmamaktadır.
- Teknolojik gelişme sonucu ortaya çıkan bilgiden, diğer ekonomik
birimlerin ne kadar yararlandıkları önem teşkil
etmektedir.
-
Biriktirilen sermaye faktörü, zaman içerisinde içsel
olarak büyümekte ve bu faktörün marjinal verimliliği
artmaktadır.
Büyüme Sürecinde Dış Finansman İhtiyacı
Gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerle
aralarındaki sosyal ve ekonomik farkı kapatmak için
ulusal gelirlerinin oldukça büyük bir kısmını
yatırımlara ayırmak zorundadırlar. Yatırımların
kaynağı ise tasarruflardır. Ancak gelişmekte olan
ülkelerde iç tasarruflar, kişi başına gelir
seviyesinin düşük olması sebebiyle yatırımların
tamamını finanse edecek düzeyde değildir. Gelişmekte
olan ülkeler, gelişmiş ülkelerle aralarındaki farkı
kapatmak amacıyla hedeflemiş oldukları kalkınma
düzeyine ulaşabilmek için iç tasarrufların
yetersizliğinden dolayı dış finansmana ihtiyaç
duyarlar. Bilindiği gibi bu ülkeler genellikle hem
tasarruf hem de döviz açığı ile karşı karşıyadırlar.
Gelişmekte olan ülkeleri dış finansman kullanımına iten temel
nedenler, iç tasarrufların yetersizliği, dış
ödemelerde ortaya çıkan yetersizlikler ve bu
ülkelerin karşı karşıya bulunduğu teknolojik
gerekliliktir.
Dış finansman ihtiyacının tespiti
Almış olduğu dış borçlardan sağladığı faydayı maksimum düzeye
çıkarmak isteyen devlet, borçlanma düzeyini ancak,
kaynaklardan sağladığı marjinal sosyal faydasının
marjinal sosyal maliyetine eşit olduğu noktaya kadar
çıkaracaktır. Aksi taktirde devlet toplumsal refahı
yükseltmek yerine düşürmüş olacaktır.
Ülkelerin talep etmeleri gereken dış borç miktarı temelde dört
yöntemle hesaplanır. Bunlardan ilki, milli gelir
eşitliğinin sağlanmasının gerekliliğini savunan
ikili açık yöntemidir. Diğer bir yöntem ise, dış
kaynak verimliliğini dikkate alan massetme
kapasitesi yöntemidir. Bir diğer yöntem, dış
ödemeler bilançosu eşitliğine dayanan ödemeler
dengesi açığı yöntemidir. Dış finansman yöntemini
hesaplamada kullanılan başka bir yöntem ise, dış
borç servisi zorunluluğunu dikkate alan borcun geri
ödeme kapasitesi yöntemidir.
İkili açık yöntemi
Gelişmekte olan ülkelerin hedefledikleri büyümeye ulaşabilmeleri
için ihtiyaçları olan girdileri sağlamada
karşılaştıkları temel kısıtlar tasarruf açıkları ve
dış ticaret açıklarıdır. Milli gelir özdeşliğine
göre tasarruf-yatırım açığı ile ithalat-ihracat
açığının birbirine eşit olması gerekmektedir.
Bu görüşe göre, ülke dış kaynak sağlayamadığı
durumlarda büyüme tasarruf-yatırım ve
ithalat-ihracat açıklarından hangisi büyükse onun
olanak sağladığı hızda gerçekleşir. Büyük olan açık
tasarruf-yatırım açığı ise büyüme tasarruf
yetersizliği sebebiyle kısıtlanmıştır ve buna
yatırım-sınırlı büyüme denir. Eğer büyük olan açık
ithalat-ihracat açığı ise bu durumda da büyüme döviz
yetersizliği nedeniyle kısıtlanmıştır ve bu durum
ticaret-sınırlı büyüme olarak adlandırılır. Şayet
döviz yetersizliği söz konusu ise, dış borç almadan
büyümeyi sağlamak ihtiyaç duyulan girdi ithalatı
yapılamayacağından yurtiçi kaynakların atıl kalması
sonucunu doğurur. Bu durum dış borçlanmanın önemini
ortaya koymaktadır.
Ekonominin massetme kapasitesi yöntemi
Dış finansman ihtiyacının tespiti için kullanılan en önemli
ölçülerden biride ülkenin yatırımları massetme
kapasitesidir. Massetme kapasitesi, gelişmekte olan
ülkelerin sağlamış oldukları dış kaynakları verimli
bir şekilde kullanabildiği bir üst sınırdır.
Bu görüşe göre, dış tasarrufların marjinal katkısı göz önünde
bulundurulmalı ve kullanım süresi boyunca giderek
azalacağı ve bir noktadan sonra negatif hale
geleceği göz önünde bulundurularak bir sınır
belirlenmelidir. Massetme kapasitesi dış
finansmanlara ödenecek faiz ile sınırlanmaktadır.117
Dış borçlar vadeleri sonunda anapara ve faizleri ile
birlikte ödenecektir. Öyleyse, dış borç almış bir
ekonominin bu kaynaklardan sağlamış olduğu gelir
artışı faiz haddinden yüksek olmalıdır ki borç geri
ödenebilsin.118 Belirlenmiş olan sınırdan
sonra dış borçlanmaya devam etmek ülke ekonomisi
için net bir kayıptır. Borçlanmanın devam etmesi iç
kaynakların dışa kaymasına sebep olur.
Ödemeler dengesi açığı yöntemi
Bir ülkenin dış ödemeler bilançosu, o ülkenin ödeme
gücünü ortaya koymasından dolayı ülkenin
uluslararası mali alandaki itibarının göstergesi
olarak değerlendirilir.
Bu yönteme göre bir ülkenin dış alem gelirleri ve dış alem
giderleri arasındaki fark ülkenin ihtiyaç duyduğu
dış finansman miktarını belirlemektedir. Eğer
ülkenin dış giderleri dış gelirlerinden fazla ise,
ülke hedeflemiş olduğu büyümeyi yakalayabilmek için
ödemeler bilançosundaki açığı kapatmada dış
borçlanmaya başvuracaktır.
Borcu geri ödeme kapasitesi yöntemi
Dış borç alma konusunda ülkelerin dikkat etmeleri gereken bir diğer
husus ise, ülkenin almış olduğu borcun anapara ve
faiz geri ödeme yeteneğidir. Bu nedenle ülkeler
ancak geri ödeyebilecekleri ölçüde dış borç
almalıdırlar.
Ülkelerin elde etmiş oldukları dış alem gelirleri dış alem
giderlerinden büyük olmalıdır ki bu fazlalık borç
servisi olarak kullanılabilsin. Aksi takdirde,
ülkeler dış borç servislerini karşılayabilmek için
ya rezervlerini kullanacak yada tekrar dış
borçlanmaya gitmek zorunda kalacaklardır.
Borç servisi oranı göstergesi yalnız kısa dönem için kullanılabilir
bir göstergedir. Uzun dönemde ise ülkenin planlanan
büyüme hızı dikkate alınır.
Dış Borç ve Ekonomik Büyüme (Literatür Araştırması)
Ekonomik büyüme ve dış borçlanma arasında ki ilişkilere yönelik
yapılan araştırmalardan elde edilen sonuçlar tam bir
benzerlik göstermemektedir. Bunun temel sebebi,
çalışmaların uygulandığı ülke, dönem ve çalışmalarda
kullanılan yöntem farklılıklarıdır. Ancak bu konuda
yapılan çalışmaların tamamında, dış borç sorununun
gelişmiş ülkeler için değil gelişmekte olan ülkeler
için bir sorun olduğu ortak fikrine ulaşılmıştır.
Gelişmekte olan ülkeler için dış borcun ekonomik
büyüme üzerindeki etkisini inceleyen çalışmaların
başında Rosenstein ve Rodan (1961) gelmektedir.
Rosenstein ve Rodan ekonomik gelişmeyi, dış kaynak
akışına bağlayan görüşün temel savunucularıdır. Bazı
ekonomistler ise, dış borç ile ekonomik büyüme
arasında negatif ilişki belirlemişlerdir. Bunların
başında Griffin ve Enos (1970) gelmektedir.
Rosenstein ve Rodan (1961), dış kaynak akışının ülkede yüksek bir
sermaye donanımını sağlayacağı fikrindedirler.
Onlara göre, ekonomik büyümenin başarılması,
yurtiçine ek olarak yurtdışı kaynakların da
kullanılmasıyla mümkün olacaktır.
Griffin ve Enos (1970), 12 Latin Amerika ülkesinin 1954-1964
yıllarını kapsayan zaman serisi verilerini
kullanarak regresyon analizi uygulamışlardır. Elde
edilen sonuçlar, genelde elde edilen sonuçların
aksine, dış borçların hiçbir şekilde ülkelerin
ekonomik büyümelerini olumlu yönde etkilemediğini
göstermektedir. Dış borçlar yurtiçinde düşük
tasarrufa ve böylece yatırımlarda düşüşe ve sonuç
olarak yavaş büyümeye yol açacaktır.
Morisset (1991), borç azalışının etkilerini incelemiş ve dış borç,
yatırım ve ekonomik büyüme arasındaki çeşitli direkt
ve dolaylı etkileri test etmiştir. Üç aşamalı en
küçük kareler metodunu kullanarak 1962-1986 dönemi
için Arjantin’in yıllık zaman serisi verileri ile
dış borç, yatırım ve ekonomik büyüme arasındaki
ilişkiyi incelemiştir. Elde ettiği sonuçlara göre,
borcun azalması, bir likidite ve teşvik etkisi
taşıması sebebiyle %30 düzeyinde borç rahatlatması
sağlamaktadır. Likidite etkisi net transferlerde
azalış içermekte, teşvik etkisi ise borç stokundaki
azalıştan kaynaklanmaktadır. Yüksek seviyedeki dış
borcun olumsuz doğrudan etkisi yoluyla verimli
yatırımları düşürdüğü sonucuna ulaşmıştır.
Islam (1992), yapmış olduğu çalışmasında, Bangladeş’e ait 1972-1998
yıllarını kapsayan yıllık zaman serisi verilerini
kullanarak neoklasik üretim fonksiyonuna dayalı bir
eşitlikle dış borçların ekonomik büyüme üzerine olan
etkilerini incelemiştir. Modelin tahmini sonucunda,
yerli kaynaklardan ziyade yabancı kaynakların
ülkenin ekonomik büyümesinin sağlanmasında daha
etkili olduğu görülmüştür
Chowdhury (1994), dış borcun dolaylı ve tam
etkilerini eşanlı denklem sistemini kullanarak
incelemiştir. Bu çalışmada Asya ve Pasifik’ten
seçilen Bangladeş, Endonezya, Malezya, Filipinler,
Güney Kore, Sri Lanka ve Taylan’a ait 1970-1988
dönemine ait panel veriler kullanılmıştır. Modelden
elde edilen sonuçlara göre, bu ülkelerdeki kamu ve
özel dış borcun GSMH’ya olan etki seviyesi oldukça
düşüktür. Ağır borç yükü ekonomik büyümeyi
destekleyen yatırımlardan ülkeleri mahrum etmekte ve
böylece ekonomik büyüme yavaşlamaktadır. Yani
Chowdhury’e göre ekonomik büyümedeki yavaşlamanın
temel sebebi dış borçlanma değil, yetersiz
yatırımlardır.125 Yine Levy ve Chowdhury
(1993)’de Latin Amerika, Asya-Pasifik ve Aşağı Sahra
gibi üç bölgeye ait panel verilerle oluşturulan
eşanlı denklem sisteminden elde edilen sonuçlar da
1994 yılında yapılan çalışma ile aynıdır. Bu
çalışmaya göre, borçlarda ki yükseliş dolaylı
yollardan GSMH’yı düşürmekte ve hükümetler borçları
finanse edebilmek için vergileri arttırmaktadır.
Elbadawi vd (1996), Alt Sahra Afrika, Latin Amerika, Asya ve Orta
Doğu’da bulunan 99 gelişmekte olan ülke için zaman
serisi verilerini kullanılarak aşırı borçlanmanın
ekonomik büyüme üzerine etkileri incelenmiştir.
Çalışmada, borcun üç kanal yoluyla büyümeyi
etkilediği belirlenmiştir. Bunlar, borç akımı, borç
birikimi ve borç servisi oranıdır. Dördüncü dolaylı
bir kanal olarak ise, kamu sektörü harcamaları
belirlenmiştir. Çalışmadan elde edilen sonuçlara
göre, borç ilk alındığında büyümeyi desteklerken,
borç stokundaki birikim büyümeyi yavaşlatmakta ve
ciddi bir mali tehlikeye yol açmaktadır.
Afxentious ve Serletis (1996), ciddi miktarlarda
borçlu olan ülkelerde borçluluğun kişi başına gelir
üzerindeki etkisini araştırmıştır. Bir Granger
nedensellik testi ile 55 gelişmekte olan ülkenin
borçlanmasının kişi başına gelir üzerine olumsuz
etkiye sahip olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Benzer
bir çalışma ile Afxentious (1993), 1971-1988
dönemlerine ait orta gelirli gelişmekte olan ülke
verileriyle yapmış olduğu nedensellik araştırmasında
güçlü bir olumsuz ilişki tespit etmiştir.
Were (2001), Kenya için 1970-1995 dönemini kapsayan zaman serisi
verileri kullanılarak regrasyon analizi yapılmıştır.
Elde edilen ampirik bulgular, Kenya dış borcunun
büyük bir kısmının çok yanlı kaynaklardan sağlanan
kamu borcu olduğunu göstermektedir. Dış borç
birikiminin ekonomik büyümeye ve özel yatırımlara
negatif etkisi olduğu belirlenmiş ve dış borç
servisinin büyümeyle tamamen zıt bir ilişki içinde
olmadığı belirlenmiştir.
Yine Karagöl (2002), eşanlı denklem tahmin metodunu kullanarak,
1960-1996 yılları arasında Türkiye’deki borç
servisi, uzun dönem sermaye girişleri ve ekonomik
büyüme arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Elde edilen
sonuçlara göre, dış borç servisinin ekonomik büyüme
üzerindeki direkt etkisi negatiftir. Ancak, dış
borcun ekonomik büyüme üzerine olan dolaylı olumlu
etkileri direkt etkisinden daha büyüktür.
A.Wijeweera vd.’nin (2005) yılında Sri Lanka
1952-2002 verilerine göre yapmış olduğu Engle-Granger
testine göre, dış borç servisi olumsuz bir durum
olarak belirlenmiştir. Ancak, bununla beraber uzun
dönemde milli gelire etkisi önemsiz derecededir. Bu
nedenle uygulanılan dönem itibari ile Sri Lanka’nın
borç batağına olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Aynı
zamanda çalışmada, kısa dönemde de milli gelir ile
dış borç servisi arasında önemli bir ilişkinin
olmadığı tahmin edilmiştir.
|