Türkiye Ekonomisi

Dünya Ekonomisi

Osmanlı Ekonomisi

Finansal Ekonomi

İşletme Ekonomisi

Hizmet Ekonomisi

Kalkınma Ekonomisi

Tarım Ekonomisi

Borsa ve Yatırım

Ekonomi Sözlüğü

Ekonomi Ders Notları

Ekonomi Düşünürleri

Genel Ekonomi Soruları

Özel İstatistik Arşivi

Özel İktisat Konuları

Açık Öğretim İktisat

Ekonomi Kurumları

Kamu Yönetimi

Kamu (Devlet) Maliyesi

Sigortacılık Konuları

Türkiye İktisat Tarihi

Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

Forex Piyasaları

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Ekonomik Büyüme

Ekonomik büyüme olgusu, iktisatçıların her dönemde en çok tartıştığı konular arasında olduğu gibi günümüzde de hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin üzerinde durduğu en önemli sosyal ve ekonomik konulardan biridir. Bu bölümünde çalışma için bir alt yapı oluşturması amacıyla, ekonomik büyüme kavramı, ekonomik büyüme teorileri ve özellikle çalışmayla olan ilgisi sebebiyle dışsal büyüme teorileri hakkında bilgi verilecektir. Ayrıca, büyüme sürecinde dış finansman ihtiyacını belirlemeye yönelik yöntemler kısaca açıklanacaktır. 

Ekonomik Büyüme Kavramı 

Ekonomik büyüme, üretilen mal ve hizmet kapasitesinde meydana gelen artıştır. Yani bir ülkenin ekonomik büyümesi, ülke fert başına GDP’sinin sürekli olarak artması anlamına gelmektedir. Bir ülkede ekonomik büyümenin ne oranda meydana geldiğini belirleyebilmek için ortalama büyüme hızı ile yıllık büyüme hızı hesaplanmaktadır. Ortalama büyüme hızı, belli bir zaman dilimi içinde reel GDP’de meydana gelen artışı ölçmektedir.

Ekonomik büyüme hızının anlaşılmasında ayrıca üretim imkanları eğrisinden yararlanılmaktadır. Üretim imkanları eğrisi, ülkedeki mevcut teknoloji seviyesi ve üretim faktörü miktarının maksimum noktasını vermektedir. Üretim imkanları eğrisindeki dışa doğru kaymalar ekonomik büyümenin gerçekleştiğinin göstergesidir. Bu dışa kaymalar ise, emek ve sermaye stokundaki ve verimliliğindeki artış ve kapasite kullanımında meydana gelecek olan artışlarla sağlanabilmektedir. Ayrıca üretim imkanları eğrisinde meydana gelebilecek olan dışa kaymada, hükümetlerin verimlilik artışı sağlayacak nitelikte eğitime, teknolojiye ve fiziki sermaye artırıcı altyapı yatırımlarına vermiş oldukları önemde etkilidir. 

J. Serieux, Y. Samy (2001)’e göre ağır dış borç yükünün büyüme üzerindeki etkisini araştıran en önemli hipotez borç ertelemesi (debt overhang) hipotezidir. Bu hipotezin geleneksel(dar) ve geniş olmak üzere iki versiyonu bulunmaktadır. Geleneksel versiyona göre, ağır borç yükü devletin yüksek borç ödemelerini finanse edebilmek için, gelecekte vergileri arttırmasını gerektirmektedir. Vergilerdeki bu artış, vergilendirme sonrası yatırımların azalması ve dolayısıyla büyümenin yavaşlaması anlamına gelmektedir. Geniş yaklaşıma göre ise, devletin genel kamu giderlerini finanse etmek için bile yüksek dış borç yükü ve dolayısıyla yüksek dış borç servisi maliyetleri sebebiyle borç ertelemesine gitmesini gerektirmektedir. Aynı zamanda gelecekteki borç profiliyle ilgili belirsizlikler, yatırıma olan teşviki azaltarak düşük yatırıma ve düşük büyümeye sebep olmaktadır. 

Ekonomik büyüme ile ilgili olan diğer bir kavram ise ekonomik kalkınmadır. Literatürde çoğu zaman karıştırılan bu kavram aslında ekonomik büyüme kavramından farklılık arz etmektedir. Ekonomik kalkınma, ekonomik büyümeden daha geniş anlamlıdır ve ekonominin büyümesi yanında sosyal, kültürel ve siyasi alanda da gelişmeyi ifade etmektedir. Ekonomik kalkınma, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi anlamda bir modernleşmeyi bir bütün olarak kapsamaktadır. 

Ekonomik büyümenin belirleyicilerine baktığımızda ise, karşımıza üç belirleyici çıkmaktadır. Bunlardan ilki sermaye birikimidir. Sermaye birikimi iktisadi büyümenin temel dinamiği olarak kabul edilmektedir. Bir ülkede gelişimin sağlanabilmesi için temel şart yatırımın olmasıdır. Yatırımda ancak yüksek gelirle elde edilecek olan tasarruf artışına bağlıdır. İşte bu noktada meydana çıkan kısır döngüden kurtulmanın yolu sermaye birikiminin arttırılmasıdır. İkinci büyüme belirleyicisi ise, teknolojik ilerlemedir. Teknoloji, üretimde gerek duyulan bilgi, organizasyon ve tekniklerin bütünüdür. Teknoloji sayesinde üretim sırasında aynı miktarda girdi kullanıp daha fazla çıktı elde edilebilecek, işgücü tasarrufu ve sermaye tasarrufu sağlanacaktır. Son belirleyici olarak nüfus ve işgücü artışı sayılabilir. Nüfus artışı ve akabinde yaşanacak olan işgücü artışı, ekonomik büyümeyi hızlandıran önemli bir uyarıcı olmaktadır. 

Görüldüğü üzere ekonomik büyüme çeşitli etkenlere bağlıdır. Ekonomik büyümeyi sağlama ya da mevcut büyümeyi hızlandırmak için, sermaye kalitesini artırmaya yönelik yatırımlar yapmak, teknolojik yeniliklerden yararlanmak ve üretim faktörlerinin miktarını arttırmak gerekmektedir.

Ekonomik Büyüme Teorilerinin Tarihsel Gelişimi

 Bir ülkenin iktisadi ve sosyal refah düzeyindeki artışın en önemli göstergelerinden biri olan ekonomik büyüme olgusu, iktisatçıların üzerinde sürekli tartıştığı bir konudur. Geliştirilen ekonomik büyüme teorileri, içinde bulunulan dönemin ekonomik ve sosyal özelliklerinden etkilenerek, devlete ekonomik ve sosyal alanda farklı görevler yüklemiştir. Geliştirilen teorilerde ekonomik büyüme alanında devlete kimi zaman aktif rol verilirken, kimi zaman pasif rol verilmiş ve devletin ekonomiye herhangi bir müdahalede bulunmaması gerektiği ileri sürülmüştür. Çalışmanın bu bölümünde ekonomik büyüme teorilerinin tarihi gelişiminden bahsedilerek devletin ekonomik büyüme alanındaki fonksiyonları anlatılacaktır. 

Merkantilist dönem (1450-1750) ekonomik büyüme modelleri 

Merkantilizmin esası devlet idaresine dayanmaktadır. Ekonominin ve devletin birlikte büyümesi ve güçlenmesi esas alınmıştır. Merkantilistlerin temel konusu dış ticarettir. Bunun sebebi ise hazinenin büyümesine verilen önemdir. Bu doğrultuda ihracat ithalattan fazla olmalıdır ki dış ticaret dengesi pozitif olsun. 

Merkantilist doktrin üç temel faktöre dayandırılabilir. Bunlardan ilki, güçlü devlet hedefidir. İkincisi, kıymetli madenlere sahip olma arzusudur. Son faktör ise, dış ticaretin gerekliliği ve önündeki engellerin kaldırılmasının gerekliliğidir. 

Fizyokratik dönem (1750-1776) 

Fizyokrasi, Merkantalist düşünceye tepki olarak doğmuş, devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini savunan bir akımdır. Fizyokrasi kelimesinin Yunanca aslından kaynaklanan anlamı ‘doğa yasası’dır. Fizyokratlar ilahi bir iradenin evrensel ve aslında mükemmel olan bir doğal düzen ortaya koyduğu düşüncesini benimsemişlerdir. 

John Locke, Fizyokrat felsefenin babası olarak kabul edilmektedir. Locke’un rasyonalizm ve doğal düzene verdiği önemi Fizyokratlar da benimsemişlerdir. Fizyokratlara göre ekonomik sistemin temelini kişisel çıkar (self interest) oluşturur. İnsan ve dolayısıyla devlet her hareketin yararını ve zararını hesaplar ve işbirliği yapmanın gereğini kabul eder. Ünlü sloganları ‘‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’’(laissez faire, laissez passer), bu düşüncenin veciz bir ifadesi olmuştur. 

Ekonomide temel sektör olan tarım, harcanandan fazlasını verdiği için büyümenin tek yoludur. Sanayinin yararını kısmen kabul eden Fizyokratlar, Merkantalistlerin aksine ticarete önem vermemişlerdir. Bu açıdan Merkantalistler ile Fizyokratlar arasında önemli bir fark vardır. 

Klasik büyüme teorileri 

Fizyokratların savunduğu fikirler klasik görüşün doğuşuna zemin hazırlamıştır. Bu liberal akımın doğuşundaki en önemli etken ise sanayi devrimi olmuştur. Klasik iktisadın en önemli temsilcileri A.Smith, D.Ricardo ve T.Malthus’un çalışmaları büyüme kavramına çok önemli katkılar sağlamıştır.

Adam Smith’in 1776 yılında hazırlamış olduğu ‘Ulusların Zenginliği’ adlı çalışma, ekonomik büyüme teorileri için bir başlangıç noktası olarak görülmektedir. Smith çalışmasında bir ülkenin ekonomik büyüme sürecinde sadece sermaye akımlarının değil aynı zamanda teknolojik sürecin ve endüstriyel ve sosyal faktörlerin de hayati rol oynadıklarını belirtmiştir. A.Smith diğer klasiklerde de olduğu gibi ekonominin sürekli olarak büyümeyeceğini bir durgunluk sürecine gireceğini kabul etmektedir. Ancak bu sürecin olumsuz bir durum olmadığını savunmaktadır. Smith bu düşüncesiyle diğer klasiklerden ayrılmakta ve iyimser klasik olarak adlandırılmaktadır. 

Büyüme sürecinde yaşanacak olan durgunluğu oldukça olumsuz bir durum olarak nitelendiren Robert Malthus ve David Ricardo kötümser klasikler olarak adlandırılmaktadırlar. Malthus, büyümede en önemli faktör olarak nüfus teorisini geliştirmiştir. Malthus’a göre toplumdaki fakirliğin nedeni, besin maddelerinin üretiminin gittikçe artan nüfusa yetişememesidir.  

Ricardo ise yapmış olduğu çalışmalarda büyüme sorununu dolaylı yollardan ele almıştır. Milli gelirin kaynaklarını ortaya koymamış, milli gelirin üretim faktörleri arasında nasıl dağıtıldığını incelemiştir. Ülkelerin yaşayacağı büyüme ve durgunluk aşamalarını uzun dönemde üretim faktörlerinin milli gelirden alacakların payların belirlediğini ileri sümektedir. Schumpeter ise teknolojik gelişmenin ekonomik büyüme üzerinde olumlu etkilerinin olacağını savunan ilk iktisatçı olarak bilinmektedir. Schumpeter mensubu olduğu Avusturya ekolünün de etkisiyle, teknolojik gelişmeleri ekonomik konjonktür içerisinde ele almış, teknolojik gelişme kavramını firmalararası rekabetin bir aracı ve “yaratıcı yıkım” kavramını tetikleyen bir unsur olarak görmüştür. Yaratıcı yıkım; zayıflayan sektörlerin yıkımı ile ortaya çıkan, söz konusu ekonomilerde yeni teknolojilerin ve endüstrilerin ortaya çıkmasını sağlayan evrimsel bir süreç olarak ifade edilmiş, ekonomik büyüme ve yapısal değişme ile tanımlanan süreç teknolojik gelişmelerin bir sonucu olarak görülmüştür. Schumpeter’in yaklaşımında teknoloji, aynı neoklasik yaklaşımda olduğu gibi dışsal bir kavramdır ve söz konusu firmalar teknolojik yenilikleri takip ederek kendilerine uygun olan teknolojileri satın alırlar.  

Schumpeter, neoklasik yaklaşımdan farklı olarak teknolojik yenilik kavramının alanını genişletmiş, teknolojik yenilik kavramını sadece üretim sürecinde yeni bir tekniğin kullanılması olarak değil, aynı zamanda yeni bir malın üretilmesi, yeni pazarların açılması, yeni pazar örgütlenmelerine gidilmesi, yeni hammadde kaynaklarının bulunması gibi süreçleri de kapsayan bir kavram olarak tanımlamıştır. 

Sosyalist büyüme teorisi 

Sosyalist sistemde üretimde kullanılan üretim araçlarının büyük bir kısmı devlet mülkiyetindedir. Üretim, bölüşüm ve tüketim de yine kamu otoritesi tarafından belirlenmektedir. Şayet özel mülkiyet olursa adaletli bölüşüm olmayacağı ve işçi sınıfının sömürüleceği düşünülmektedir. 

Sosyalist büyüme düşüncesi Marx’a dayanmaktadır. Marx’a göre emek, üretimin değerini belirlediği gibi aynı zamanda büyümenin motorunu da oluşturmaktadır. Marx büyüme sürecini tam bir dengesizlik olarak görmektedir. Önemli bir sosyalist olan Grigori Aleksandrovic Feldman’ın iki sektörlü büyüme modeli, Alex-ander Erlich ve Evsey Domar tarafından desteklenmiş ve geliştirilmiştir.  

Dışsal Büyüme Teorileri 

‘Dışsal büyüme teorileri’ olarak sınıflandırılan teoriler, büyümeyi ekonominin iç dinamiklerinden bağımsız olan değişkenler aracılığıyla açıklamaya çalışmışlardır. Bu teoriler, gelişmekte olan ülkelerde dış borçlanmanın ekonomik büyümeyi arttıracağını savunmaktadırlar. 

Harrod-Domar (Post-Keynesyen) büyüme teorisi 

Çağdaş ekonomik büyüme kuramları, Harrod’un 1939 yılında yayınlamış olduğu makalesiyle başlamıştır. Daha sonra Domar’ın bu alanda yapmış olduğu çalışmalar, çağdaş ekonomik büyüme kuramlarına önemli katkılar sağlamıştır. Harrod-Domar modeli olarak adlandırılan model, bu iki iktisatçının çalışma ve bulgularındaki benzerlikler sebebiyle bu isimle anılmaktadır. 

Harrod-Domar modeli, kısa dönemli Keynesgil yaklaşımların uzun dönemli büyüme sürecine uyarlanması çabaları sonucu ortaya çıkmıştır. Harrod ve Keynes arasındaki temel fark büyüme alanındadır. Harrod’a göre ekonomi sabit bir büyüme oranında dengeli bir şekilde büyüyebilir. Keynes’e göre bu bir mucizedir veya ancak çok ciddi düzenlemeler sonucu ortaya çıkabilecek bir durumdur. 

Harrod ve Domar, ülke ekonomilerinin nasıl dengeli büyüyebileceğini ve bu büyümenin nasıl sürekli hale getirilebileceğini açıklamaya çalışmışlardır. 

Ekonomik büyüme milli gelirdeki artışlarla ölçülebilmektedir. Milli gelir seviyesi Y, Milli gelirdeki artış AY ile gösterilecek olursa, ekonomik büyüme hızı aşağıdaki gibi formüle edilecektir: 

AYy =Y Dışa kapalı bir ekonomide üretim seviyesinin dengede olabilmesi, toplam tasarrufların toplam yatırımlara eşit olmasıyla sağlanabilmektedir. Bu eşitlik I=S şeklinde ifade edilmektedir. Bilindiği üzere tasarruflar gelirin belli bir kısmını göstermektedir. Yani S = sY ’dir. Eşitlikte s marjinal tasarruf eğilimini temsil etmektedir. Yapılan yatırımlar sermaye stokuna yapılan ilaveleri ifade etmektedir. Dolayısıyla I=AK’dır. Sermaye hasıla oranı k gibi bir sabitle gösterilirse k = K/Y olacaktır. Eşitlik, değişmeler cinsinden ifade edilirse , 

k = — şeklinde olacaktır. AY 

S = I ve S = sY eşitliklerinden hareketle I = AK = kxAY iken sY = k x AY olacağı için Y = k eşitliği oluşmaktadır. 

Sonuç olarak Harrod ve Domar’a göre büyüme oranı sermaye hasıla katsayısı (k) ve tasarruf oranı (s) tarafından belirlenmektedir. Ekonomik büyüme, tasarruf oranıyla pozitif, sermaye hasıla katsayısıyla negatif yönlü bir ilişki içerisinde olmaktadır. Yani ekonomik büyümenin gerçekleşebilmesi için mutlaka tasarruf yapılmalı ve GSMH’nın belli bir kısmı yatırımlarda kullanılmalıdır. 

.En kısa şekliyle Harrod ve Domar’a göre ekonomik büyümeyi yatırımlar belirler ve yatırım miktarı artınca büyüme hızı da artar. Yani tasarruf katsayısının büyük olması büyümeyi hızlandıran bir faktördür. Böyle olunca, kısa dönem tüketimleri azaltılıp yatırımlar arttırılırsa veya dış borç alınıp mevcut tasarruflara katılırsa uzun dönem büyüme hızında yükselme sağlanacaktır. Ayrıca iç tasarrufların artmasıyla, dış tasarruflara ihtiyaç kalmayacak ve borç servisi için gerekli finansman sağlanmış olacaktır. 

Harrod ve Domar’ın çığır açıcı olarak nitelendirilen bu çalışmalarının yayınlanmasından birkaç yıl sonra yayınlarla ilgili ciddi eleştiriler getirilmiştir. Bu eleştirilerin birkaçı şu şekilde sıralanabilir:  

•        Hem Harrod’un hem de Domar’ın kurmuş olduğu modellerde kullanılan kavramların hesaplanması oldukça zordur. Modellerde tasarruf eğilimi, sermaye-hasıla oranı, sermayenin verimliliği gibi kavramlar kullanılmıştır. Bu kavramların hesaplanması ve aynı zamanda güvenilirliğinin kesin olması oldukça zordur.

•        Hesaplamalar yapılırken ekonomide sektörel ayrıma gidilmemiştir. Sektörlerin ekonomi içindeki ağırlıklarının farklı olması hesaplamalarda yanlış sonuçlara varılmasına sebep olmaktadır.

•        Her iki modelde de üretim artışını sağlayan faktör olarak sermaye gösterilmiştir. Emeğin ve teknolojik gelişmenin üretime olan etkileri ihmal edilmiştir.

•        Sermaye ve emek arasında ikame edilebilirliğin sıfır olmasını ima eden bir sabit sermaye-hasıla oranının kabul edilmesi yanlış bir varsayımdır.

•          Harrod-Domar modelinin genel yapısı büyüyen ekonomilerin deneyimleriyle ters düşmektedir. 

Bütün bu eleştirilere karşın, Harrod-Domar teorisi, çağdaş iktisat kuramlarının başlangıcı olması ve sonrasında çeşitli kuramların ortaya çıkmasına zemin hazırlaması açılarından ekonomik büyüme teorisi içinde çok önemli bir yere sahiptir. 

Rosenstein-Rodan’ın büyük itiş teorisi 

Dış kaynaklı kalkınmadan bahseden diğer önemli kalkınma teorilerinden biri de Rodan tarafından ortaya atılan büyük itiş (big push) teorisidir. Paul Rosentein Rodan, 1943’te ‘Doğu ve Güneydoğu Avrupa’nın Endüstrileşme Problemleri’ adlı kalkınma ekonomisi konulu makalesini yayınlamıştır. Rodan yayınlamış olduğu makalesinde dışsal ekonomilerden dolayı özel sektörün kendiliğinden oluşamadığı Doğu Avrupa endüstrisinde, büyük miktarda dışardan finanse edilen yatırım ve endüstriler arasında tamamlayıcılığın gerekliliğinden bahsetmiştir. Rodan’ın fikri, büyük itiş olarak tanınmış ve bütün üçüncü dünya ekonomilerinin problemlerine uygulanabilmesinden dolayı geniş çapta ilgi uyandırmıştır.81 Rodan ekonomik kalkınmanın öncüsü olarak sanayileşmeyi görmüştür ve bunun gerçekleşebilmesi içinde ya işgücünün sermayenin olduğu yere doğru ya da sermayenin işgücünün olduğu yere doğru taşınması gerektiğini belirtmiştir. 

Rodan’a göre sanayileşmenin iki yolu vardır. Bunlardan ilki herhangi bir uluslar arası ilişkiye girmeden dışa kapalı sanayileşme modelidir. Bu modelde uluslar arası işbölümüne gidilmediğinden dünyanın bir bölümünde kaynak israfı, diğer bir bölümünde ise kaynak sıkıntısıyla sonuçlanacaktır. Olması gereken diğer model ise, uluslararası işbölümünün hakim olduğu dışa açık sanayileşme modelidir. 

Rodan’a göre planlı bir sanayileşmenin başlayabilmesi için yatırımlarda büyük itişin ortaya çıkması gerekmektedir. Bunun için ise sermaye birikiminin yeterli olması gerekmektedir. İşte bu noktada Rodan, yatırımlarını tasarruflarıyla karşılayamayan azgelişmiş ülkeler için dış yardımların gerekliliğini ortaya koymaktadır. Azgelişmiş ülkeler dışarıdan aldıkları yardımlar sayesinde durgun olan ekonomilerini büyüme sürecine geçirmiş olacaklardır. Gelişmekte olan ülkelere uygulanan uluslararası yardım programlarının asıl amacı, ülkelerin kendi kendilerine yetecekleri bir seviyeyi sağlayabilecekleri yeterli bir büyüme oranına kadar ekonomik büyümelerini hızlandırmaktır. Bir kalkınma programında dış sermayenin fonksiyonu, direkt olarak alıcı ülkenin yaşam standardını yükseltmek değil    ekonomisini    durgunluktan    kendi    kendine    yetebilecek    büyümeye dönüştürmesine fırsat vermektir. Bu dönüşümde temel faktör alıcı ülkenin halkının çabasıdır. Bu çaba olmaksızın dış sermaye boşuna olacaktır. Böyle olunca dış yardımın (borçlar, bağışlar ve teknik yardımlar) en genel amacı ülkenin büyüme oranını arttırmak için en üst seviyedeki ulusal çabasına pozitif bir destek sağlamaktır.

Rostow’un büyüme teorisi 

Rostow gelişmiş ülkelerin deneyimlerini değerlendirerek, endüstrileşme yolunda izledikleri süreci çeşitli aşamalara ayırmıştır ve bu aşamaları gelişmekte olan ülkelerin de geçmesi gerektiğini belirtmektedir.

Rostow’a göre büyüme aşamaları şunlardır: 

•        Geleneksel toplum aşaması

•        Hazırlık aşaması

•        Harekete geçiş aşaması

•        İktisadi olgunluk aşaması

•        Kitle tüketimi aşaması 

Rostow’a göre geleneksel toplum aşaması, ülke ekonomisine tarım sektörünün hakim olduğu ve teknolojik değişimin olmaması nedeniyle büyümenin durgun olduğu aşamadır. Bu aşamada ekonomi düşük gelir dengesine oturmuştur ve bu sebeple de tasarruflar yok denecek kadar azdır. Çok az miktarda yapılan tasarruflar ise sosyal verimliliğin çok düşük olduğu alanlara yapıldığından ekonomideki durgunluk süreklilik kazanmaktadır.

Hazırlık aşaması, büyümenin belirleyicilerinin ülkede hakim olmaya başladığı aşamadır. Bu aşamada büyümenin başlaması için gerekli şartlar hazırlanmaktadır. Ekonominin temeli tarım sektörüne dayalı olmakla beraber, artık modernleşme sürecine girilmiştir. Harekete geçiş aşamasına gelindiğinde ülke GSMH’sı içinde tasarruflar belli bir paya sahip olmaktadır. Para yatırımı ve tasarruf hızı milli gelirin yüzde onuna ve daha fazlasına kadar yükselebilmiştir. 

Bu aşamada harekete geçişi sağlayan temel fakat tek olmayan itici güç teknolojidir. Bu aşama özellikle sanayi sektörünün canlandığı ve ziraat de yeni tekniklerin kullanıldığı bir dönemi kapsamaktadır. Bu aşamada şu üç şartın gerçekleşmesi gerekmektedir: 

(i)     Tasarruflar milli gelirin en az %5 ile %10’u arasında olmalı,

(ii) Zirai ürünleri veya hammaddeleri modern metotlarla işleyecek bir veya birkaç imalat sektörü kurulmalı,

(iii) Modern ekonomilerde olduğu gibi bir sosyal, siyasi ve hukuki yapı sağlanmalıdır.

Rostow yapmış olduğu çalışmada Türkiye için kalkış tarihi olarak 1930-1940 arasında başlayan sanayileşme hareketleri doğrultusunda tarımsal gelir ve üretim artışının belirgin olarak yaşandığı 1937 tarihini belirlemiştir.88 Büyümenin ilk aşaması olarak adlandırılan bu aşamanın gerçekleşebilmesini sağlayacak olan mekanizma Rostow tarafından açıklanmamıştır. İşte bu noktada dış yardım veya yabancı sermaye yatırımlarının önemi ön plana çıkmaktadır. 

İktisadi olgunluk aşaması, artık tasarrufların yatırıma dönüştürüldüğü aşamadır. Bu aşamada gelir artışı nüfus artışından daha fazladır. Gelirin önemli bir kısmı sürekli olarak yatırıma aktarılır. Kitle tüketimi aşaması ise, artık ülkenin büyümede sürekliliği sağladığı aşamadır. Bütün bu aşamaların geçilebilmesinin şartı ise, ülkenin tüketim malı değil sermaye malı üretmesidir. 

1950’li yıllar sonrasında batılı ülkelerin az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yapmış oldukları yardımların artması, bu görüşün kabul gördüğünü göstermektedir. Bu ekonomik bir modele dayanılarak yapılan en önemli ekonomik politika deneyidir. 

Neo-Klasik (Solow) büyüme teorisi 

Solow’un yapmış olduğu çalışmalar neo-klasik büyüme teorileri içerisinde önemli bir yere sahiptir. Solow, 1956 yılında yayınlamış olduğu ‘Ekonomik Büyüme Teorisine Bir Katkı’ adlı makalesiyle ekonomik büyüme sürecini neo-klasik açıdan değerlendirmiştir. 

Solow’a göre Harrod-Domar modelinin en dikkat çekici özelliği, modelin uzun dönemde sermaye ve tasarruflar üzerine yoğunlaşmasıdır. Harrod-Domar büyüme modeline göre ekonomi bıçak sırtı denge noktasında dengededir. Bunu sağlayan en önemli değişkenler; tasarruf oranı, sermaye-çıktı oranı ve emeğin artış oranıdır. Şayet bu noktadan çok az da olsa bir kayma olursa ekonomik denge bozulacaktır. 

Solow tasarruf, nüfus artışı ve teknolojik gelişmenin büyüme üzerine ve bu değişkenlerin birbirleri üzerine olan etkilerini incelemiştir. Solow’un oluşturmuş olduğu model, neden bazı ülkeler fakirken diğer ülkelerin çok zengin olduğunun anlaşılmasında önemli bir mihenk taşı oluşturmaktadır. 

-          Modelin varsayımları-           

Solow modelinin neo-klasik büyüme modeli olarak adlandırılmasının temel sebebi neo-klasik düşünce temeline dayanıyor olmasıdır. Neo-klasik büyüme modelinin dayandığı varsayımlar şöyle sıralanabilir: 

•          Modelde homojen tek mal üreten ve tüketen bir ekonomi dikkate alınmıştır. Bu tek mal aynı zamanda ülkenin GSYİH’sını oluşturmaktadır.

•    Tek mal üretilmesi varsayımı dış ticaretin olmadığı, dışa kapalı bir ekonominin olduğu anlamına gelmektedir.

•    Tasarruf ve yatırım oranları birbirine eşittir. Tasarruf yapanlarla yatırım yapanlar arasında herhangi bir ayrıma gidilmemiş, tasarruf yapanlar aynı zamanda yatırım yapanlar olarak kabul edilmiştir.

•    Ekonomide azalan verimler kanunu geçerlidir.

•    Teknoloji dışsaldır. Aynı zamanda ekonomide herhangi bir maliyete katlanmadan teknolojiden yararlanılabilir.

•    Piyasaya tam rekabet ve tam istihdam koşulları hakimdir.

•    Üretim fonksiyonu için ölçeğe göre sabit getiri fonksiyonu kabul edilmiştir.

•    Uluslararası düzeyde yakınsama hipotezi kabul edilmektedir. Yani uzun dönemde aynı şartlara sahip gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerden daha hızlı büyüyerek aradaki refah farkını kapatabilecekleri varsayılmaktadır.

•    Ekonomi her zaman dengeli bir şekilde büyüyecektir. 

İçsel Büyüme Modeli 

Neo-klasik büyüme teorisi, kişi başına sermayenin, yine kişi başına üretim yada tüketim ile aynı oranda arttığı dengeli bir büyüme tanımlamaktadır. Denge sağlandığı zaman kişi başına gelir ve tüketimdeki artış oranı teknolojik gelişme hızı ile aynı seviyeye gelmektedir. Nüfus artışı ve teknolojik gelişmeyi dışsal kabul eden bu modelde, kamunun belirgin bir rolü yoktur. Neo-klasik büyüme modeli; ekonomiyi, bıçak sırtı denge şartından ve devletin ekonomiye müdahalesinden kurtarmaktadır. Ancak bu kez de bilgi birikimi, teknoloji, beşeri sermaye gibi büyümenin temel aktörlerinin dışsal sayılması gibi yeni bir problem ortaya çıkmaktadır. İçsel büyüme modelleri ise devletin ekonomideki önemini ortaya koymakta ve gelişmiş ekonomilerde durgun duruma girmeden kesintisiz bir büyüme mekanizması geliştirmektedir. Devlet, daha kaliteli sağlık ve eğitim hizmeti sunarak, Ar-Ge ve teknoloji transferlerini teşvik ederek, mülkiyet haklarını koruyup iletişim ağlarını güçlendirerek, dışa açık ekonomik sistemi kurmaktadır. Ayrıca devlet, rekabetin önündeki engelleri kaldırarak ekonomide tekrar aktif bir rol üstlenmektedir. Kısaca içsel büyüme teorileri, ekonomik büyümeyi sistem içerisinde aramaktadır. 

Bu konuda ilk olarak Romer (1986) ve Lucas (1988) beşeri sermaye ile bilgi birikimini ön plana çıkaran çalışmaları yapmışlardır. Daha sonraki yıllarda beşeri sermaye ve bilgi birikimi ile ilgili çalışmalar yoğun olarak devam etmiştir. 

- Modelinin Varsayımları 

İçsel büyüme modelinin dayandığı temel varsayımlar:

-   Ekonomik büyüme, sistemin içerisinde aranmalıdır ve sistemi dışarıdan etkileyen bir faktör bulunmamaktadır.

- Teknolojik gelişme içseldir ve ekonomik kararlardan etkilenmektedir.

Azalan verimlere dayalı Neo-klasik üretim fonksiyonu yerine, artan verimlere dayalı üretim fonksiyonu kullanılmaktadır.

- İçsel Büyüme Modellerine göre, tam yakınlaşma hipotezi kabul edilmemekte ve az gelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülkelerle olan gelir farkının artmaması için gerekli tedbirleri alması gerektiği vurgulanmaktadır.

Eğitim, sağlık, kamu politikası ve yatırım oranı gibi faktörler, uzun dönemde ekonomik büyümeye olumlu katkı sağlamaktadır.

Optimal büyüme oranına ulaşılabilmesi için devletin ekonomiye müdahalesi gerekmektedir.

-   Bilgi, herkesin ona ulaşabildiği kamusal mal niteliğindedir ve bilginin kullanımında kimsenin dışlanması söz konusu olmamaktadır.

- Teknolojik gelişme sonucu ortaya çıkan bilgiden, diğer ekonomik birimlerin ne kadar yararlandıkları önem teşkil etmektedir.

Biriktirilen sermaye faktörü, zaman içerisinde içsel olarak büyümekte ve bu faktörün marjinal verimliliği artmaktadır. 

Büyüme Sürecinde Dış Finansman İhtiyacı 

Gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerle aralarındaki sosyal ve ekonomik farkı kapatmak için ulusal gelirlerinin oldukça büyük bir kısmını yatırımlara ayırmak zorundadırlar. Yatırımların kaynağı ise tasarruflardır. Ancak gelişmekte olan ülkelerde iç tasarruflar, kişi başına gelir seviyesinin düşük olması sebebiyle yatırımların tamamını finanse edecek düzeyde değildir. Gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerle aralarındaki farkı kapatmak amacıyla hedeflemiş oldukları kalkınma düzeyine ulaşabilmek için iç tasarrufların yetersizliğinden dolayı dış finansmana ihtiyaç duyarlar. Bilindiği gibi bu ülkeler genellikle hem tasarruf hem de döviz açığı ile karşı karşıyadırlar. 

Gelişmekte olan ülkeleri dış finansman kullanımına iten temel nedenler, iç tasarrufların yetersizliği, dış ödemelerde ortaya çıkan yetersizlikler ve bu ülkelerin karşı karşıya bulunduğu teknolojik gerekliliktir. 

Dış finansman ihtiyacının tespiti 

Almış olduğu dış borçlardan sağladığı faydayı maksimum düzeye çıkarmak isteyen devlet, borçlanma düzeyini ancak, kaynaklardan sağladığı marjinal sosyal faydasının marjinal sosyal maliyetine eşit olduğu noktaya kadar çıkaracaktır. Aksi taktirde devlet toplumsal refahı yükseltmek yerine düşürmüş olacaktır. 

Ülkelerin talep etmeleri gereken dış borç miktarı temelde dört yöntemle hesaplanır. Bunlardan ilki, milli gelir eşitliğinin sağlanmasının gerekliliğini savunan ikili açık yöntemidir. Diğer bir yöntem ise, dış kaynak verimliliğini dikkate alan massetme kapasitesi yöntemidir. Bir diğer yöntem, dış ödemeler bilançosu eşitliğine dayanan ödemeler dengesi açığı yöntemidir. Dış finansman yöntemini hesaplamada kullanılan başka bir yöntem ise, dış borç servisi zorunluluğunu dikkate alan borcun geri ödeme kapasitesi yöntemidir. 

İkili açık yöntemi 

Gelişmekte olan ülkelerin hedefledikleri büyümeye ulaşabilmeleri için ihtiyaçları olan girdileri sağlamada karşılaştıkları temel kısıtlar tasarruf açıkları ve dış ticaret açıklarıdır. Milli gelir özdeşliğine göre tasarruf-yatırım açığı ile ithalat-ihracat açığının birbirine eşit olması gerekmektedir. 

Bu görüşe göre, ülke dış kaynak sağlayamadığı durumlarda büyüme tasarruf-yatırım ve ithalat-ihracat açıklarından hangisi büyükse onun olanak sağladığı hızda gerçekleşir. Büyük olan açık tasarruf-yatırım açığı ise büyüme tasarruf yetersizliği sebebiyle kısıtlanmıştır ve buna yatırım-sınırlı büyüme denir. Eğer büyük olan açık ithalat-ihracat açığı ise bu durumda da büyüme döviz yetersizliği nedeniyle kısıtlanmıştır ve bu durum ticaret-sınırlı büyüme olarak adlandırılır. Şayet döviz yetersizliği söz konusu ise, dış borç almadan büyümeyi sağlamak ihtiyaç duyulan girdi ithalatı yapılamayacağından yurtiçi kaynakların atıl kalması sonucunu doğurur. Bu durum dış borçlanmanın önemini ortaya koymaktadır. 

Ekonominin massetme kapasitesi yöntemi 

Dış finansman ihtiyacının tespiti için kullanılan en önemli ölçülerden biride ülkenin yatırımları massetme kapasitesidir. Massetme kapasitesi, gelişmekte olan ülkelerin sağlamış oldukları dış kaynakları verimli bir şekilde kullanabildiği bir üst sınırdır. 

Bu görüşe göre, dış tasarrufların marjinal katkısı göz önünde bulundurulmalı ve kullanım süresi boyunca giderek azalacağı ve bir noktadan sonra negatif hale geleceği göz önünde bulundurularak bir sınır belirlenmelidir. Massetme kapasitesi dış finansmanlara ödenecek faiz ile sınırlanmaktadır.117 Dış borçlar vadeleri sonunda anapara ve faizleri ile birlikte ödenecektir. Öyleyse, dış borç almış bir ekonominin bu kaynaklardan sağlamış olduğu gelir artışı faiz haddinden yüksek olmalıdır ki borç geri ödenebilsin.118 Belirlenmiş olan sınırdan sonra dış borçlanmaya devam etmek ülke ekonomisi için net bir kayıptır. Borçlanmanın devam etmesi iç kaynakların dışa kaymasına sebep olur. 

Ödemeler dengesi açığı yöntemi 

Bir ülkenin dış ödemeler bilançosu, o ülkenin ödeme gücünü ortaya koymasından dolayı ülkenin uluslararası mali alandaki itibarının göstergesi olarak değerlendirilir. 

Bu yönteme göre bir ülkenin dış alem gelirleri ve dış alem giderleri arasındaki fark ülkenin ihtiyaç duyduğu dış finansman miktarını belirlemektedir. Eğer ülkenin dış giderleri dış gelirlerinden fazla ise, ülke hedeflemiş olduğu büyümeyi yakalayabilmek için ödemeler bilançosundaki açığı kapatmada dış borçlanmaya başvuracaktır. 

Borcu geri ödeme kapasitesi yöntemi 

Dış borç alma konusunda ülkelerin dikkat etmeleri gereken bir diğer husus ise, ülkenin almış olduğu borcun anapara ve faiz geri ödeme yeteneğidir. Bu nedenle ülkeler ancak geri ödeyebilecekleri ölçüde dış borç almalıdırlar. 

Ülkelerin elde etmiş oldukları dış alem gelirleri dış alem giderlerinden büyük olmalıdır ki bu fazlalık borç servisi olarak kullanılabilsin. Aksi takdirde, ülkeler dış borç servislerini karşılayabilmek için ya rezervlerini kullanacak yada tekrar dış borçlanmaya gitmek zorunda kalacaklardır. 

Borç servisi oranı göstergesi yalnız kısa dönem için kullanılabilir bir göstergedir. Uzun dönemde ise ülkenin planlanan büyüme hızı dikkate alınır. 

Dış Borç ve Ekonomik Büyüme (Literatür Araştırması) 

Ekonomik büyüme ve dış borçlanma arasında ki ilişkilere yönelik yapılan araştırmalardan elde edilen sonuçlar tam bir benzerlik göstermemektedir. Bunun temel sebebi, çalışmaların uygulandığı ülke, dönem ve çalışmalarda kullanılan yöntem farklılıklarıdır. Ancak bu konuda yapılan çalışmaların tamamında, dış borç sorununun gelişmiş ülkeler için değil gelişmekte olan ülkeler için bir sorun olduğu ortak fikrine ulaşılmıştır. 

Gelişmekte olan ülkeler için dış borcun ekonomik büyüme üzerindeki etkisini inceleyen çalışmaların başında Rosenstein ve Rodan (1961) gelmektedir. Rosenstein ve Rodan ekonomik gelişmeyi, dış kaynak akışına bağlayan görüşün temel savunucularıdır. Bazı ekonomistler ise, dış borç ile ekonomik büyüme arasında negatif ilişki belirlemişlerdir. Bunların başında Griffin ve Enos (1970) gelmektedir.  

Rosenstein ve Rodan (1961), dış kaynak akışının ülkede yüksek bir sermaye donanımını sağlayacağı fikrindedirler. Onlara göre, ekonomik büyümenin başarılması, yurtiçine ek olarak yurtdışı kaynakların da kullanılmasıyla mümkün olacaktır. 

Griffin ve Enos (1970), 12 Latin Amerika ülkesinin 1954-1964 yıllarını kapsayan zaman serisi verilerini kullanarak regresyon analizi uygulamışlardır. Elde edilen sonuçlar, genelde elde edilen sonuçların aksine, dış borçların hiçbir şekilde ülkelerin ekonomik büyümelerini olumlu yönde etkilemediğini göstermektedir. Dış borçlar yurtiçinde düşük tasarrufa ve böylece yatırımlarda düşüşe ve sonuç olarak yavaş büyümeye yol açacaktır. 

Morisset (1991), borç azalışının etkilerini incelemiş ve dış borç, yatırım ve ekonomik büyüme arasındaki çeşitli direkt ve dolaylı etkileri test etmiştir. Üç aşamalı en küçük kareler metodunu kullanarak 1962-1986 dönemi için Arjantin’in yıllık zaman serisi verileri ile dış borç, yatırım ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Elde ettiği sonuçlara göre, borcun azalması, bir likidite ve teşvik etkisi taşıması sebebiyle %30 düzeyinde borç rahatlatması sağlamaktadır. Likidite etkisi net transferlerde azalış içermekte, teşvik etkisi ise borç stokundaki azalıştan kaynaklanmaktadır. Yüksek seviyedeki dış borcun olumsuz doğrudan etkisi yoluyla verimli yatırımları düşürdüğü sonucuna ulaşmıştır. 

Islam (1992), yapmış olduğu çalışmasında, Bangladeş’e ait 1972-1998 yıllarını kapsayan yıllık zaman serisi verilerini kullanarak neoklasik üretim fonksiyonuna dayalı bir eşitlikle dış borçların ekonomik büyüme üzerine olan etkilerini incelemiştir. Modelin tahmini sonucunda, yerli kaynaklardan ziyade yabancı kaynakların ülkenin ekonomik büyümesinin sağlanmasında daha etkili olduğu görülmüştür 

Chowdhury (1994), dış borcun dolaylı ve tam etkilerini eşanlı denklem sistemini kullanarak incelemiştir. Bu çalışmada Asya ve Pasifik’ten seçilen Bangladeş, Endonezya, Malezya, Filipinler, Güney Kore, Sri Lanka ve Taylan’a ait 1970-1988 dönemine ait panel veriler kullanılmıştır. Modelden elde edilen sonuçlara göre, bu ülkelerdeki kamu ve özel dış borcun GSMH’ya olan etki seviyesi oldukça düşüktür. Ağır borç yükü ekonomik büyümeyi destekleyen yatırımlardan ülkeleri mahrum etmekte ve böylece ekonomik büyüme yavaşlamaktadır. Yani Chowdhury’e göre ekonomik büyümedeki yavaşlamanın temel sebebi dış borçlanma değil, yetersiz yatırımlardır.125 Yine Levy ve Chowdhury (1993)’de Latin Amerika, Asya-Pasifik ve Aşağı Sahra gibi üç bölgeye ait panel verilerle oluşturulan eşanlı denklem sisteminden elde edilen sonuçlar da 1994 yılında yapılan çalışma ile aynıdır. Bu çalışmaya göre, borçlarda ki yükseliş dolaylı yollardan GSMH’yı düşürmekte ve hükümetler borçları finanse edebilmek için vergileri arttırmaktadır. 

Elbadawi vd (1996), Alt Sahra Afrika, Latin Amerika, Asya ve Orta Doğu’da bulunan 99 gelişmekte olan ülke için zaman serisi verilerini kullanılarak aşırı borçlanmanın ekonomik büyüme üzerine etkileri incelenmiştir. Çalışmada, borcun üç kanal yoluyla büyümeyi etkilediği belirlenmiştir. Bunlar, borç akımı, borç birikimi ve borç servisi oranıdır. Dördüncü dolaylı bir kanal olarak ise, kamu sektörü harcamaları belirlenmiştir. Çalışmadan elde edilen sonuçlara göre, borç ilk alındığında büyümeyi desteklerken, borç stokundaki birikim büyümeyi yavaşlatmakta ve ciddi bir mali tehlikeye yol açmaktadır. 

Afxentious ve Serletis (1996), ciddi miktarlarda borçlu olan ülkelerde borçluluğun kişi başına gelir üzerindeki etkisini araştırmıştır. Bir Granger nedensellik testi ile 55 gelişmekte olan ülkenin borçlanmasının kişi başına gelir üzerine olumsuz etkiye sahip olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Benzer bir çalışma ile Afxentious (1993), 1971-1988 dönemlerine ait orta gelirli gelişmekte olan ülke verileriyle yapmış olduğu nedensellik araştırmasında güçlü bir olumsuz ilişki tespit etmiştir. 

Were (2001), Kenya için 1970-1995 dönemini kapsayan zaman serisi verileri kullanılarak regrasyon analizi yapılmıştır. Elde edilen ampirik bulgular, Kenya dış borcunun büyük bir kısmının çok yanlı kaynaklardan sağlanan kamu borcu olduğunu göstermektedir. Dış borç birikiminin ekonomik büyümeye ve özel yatırımlara negatif etkisi olduğu belirlenmiş ve dış borç servisinin büyümeyle tamamen zıt bir ilişki içinde olmadığı belirlenmiştir.

Yine Karagöl (2002), eşanlı denklem tahmin metodunu kullanarak, 1960-1996 yılları arasında Türkiye’deki borç servisi, uzun dönem sermaye girişleri ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Elde edilen sonuçlara göre, dış borç servisinin ekonomik büyüme üzerindeki direkt etkisi negatiftir. Ancak, dış borcun ekonomik büyüme üzerine olan dolaylı olumlu etkileri direkt etkisinden daha büyüktür. 

A.Wijeweera vd.’nin (2005) yılında Sri Lanka 1952-2002 verilerine göre yapmış olduğu Engle-Granger testine göre, dış borç servisi olumsuz bir durum olarak belirlenmiştir. Ancak, bununla beraber uzun dönemde milli gelire etkisi önemsiz derecededir. Bu nedenle uygulanılan dönem itibari ile Sri Lanka’nın borç batağına olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Aynı zamanda çalışmada, kısa dönemde de milli gelir ile dış borç servisi arasında önemli bir ilişkinin olmadığı tahmin edilmiştir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü - Gizlilik Politikası

Sağlık Bilgileri