|
ÇAĞDAŞ EKONOMİK DÜŞÜNCENİN ÖNCÜLERİ VE J.M. KEYNES
Klasik ekonomistlerin görüş ve kuramlarının çeşitli
açılardan sosyalist düşünürler tarafından
eleştirilmesi, bir süre sonra bunları yanıtlayacak
yeni grupların ve düşünce akımlarının ortaya
çıkmasına neden olmuştur. Bu çalışmaların sonucunda
ekonomi bilimi oluşmuştur. Biz burada bu
düşüncelerin çağdaş ekonomi bilimine yaptığı
katkıları kısaca gözden geçireceğiz.
A
- MARJİNALİSTLER (NEO - KLASİKLER)
Klasik düşüncenin en hareketli, belki Klasiklerden
de ileri ölçülerde savunucuları olan, Marjinalist
Düşünce adı verilen bu yeni akım, Klasik düşüncenin
ekonomi biliminde öne aldığı üretim, arz ve maliyet
konularını geriye iterek, önemli olanın tüketim,
talep ve fayda olduğu tezini geliştirmiştir. Böylece
yepyeni bir "değer" kuramı ortaya atan
Marjinalistler, bir malın değerinin onun üretimi
için harcanan emekle ilişkili bulunmadığını, bir
malı değerli yapan şeyin onun tüketici tarafından
aranması, yani "faydalı" olması olgusunu
söylemekle hem Klasikleri, hem sosyalist düşünceyi
temelinden sarsmaya yönelmiş oluyorlardı.
Marjinalistlere göre, bir gereksinmenin şiddeti
(derecesi) doyum derecesiyle ters ilişki kurar.
Başka bir deyişle, gereksinmeler tatmin edildikçe,
ona karşı duyulan doyum istemi ve dolayısıyla o
malın faydası azalır. Bu fayda, Klasikler tarafından
farkedilmeyen bir malın son biriminin faydasıdır ki
buna "Marjinal fayda" diyoruz. Marjinal fayda, son
birimin bir önceki birime göre faydasıdır. Böylece,
marjinal verimliliğe (prodüktiviteye) dayanarak
gelir bölüşümü ele alınmıştır. Aslında tüm çağdaş
ekonomiye egemen olan ilkelerden biri de budur.
Ekonomi "bilimi, marjinal fayda kavramı, öğreti
tartışmalarından uzak kalmayı da sağlamıştır.
"Marjinal fayda" kavramını geliştirerek yeni değer
kavramının doğmasına katkıda bulunanlar aynı
yıllarda benzer görüşleri ortaya atmışlardı. Bunlar,
Avusturyalı Cari Menger (1840-1912), İngiliz W.
Stanley Jevons (1835-1882) ve Fransız Leon Walras
(1834-1910) idiler.
Avusturyalı Cari Menger, değeri, marjinal fayda ile
açıklarken tüketim mallarının değeri ile üretim
mallarının (sermaye malları) değerini birlikte
karşılaştırır.
Tüketim mallarının miktarı çoğaldıkça gereksinmenin
şiddet derecesi de azalır, çünkü artan mallar
marjinal faydayı düşürmektedir. Bu bakımdan, hiç
birim tüketim malının değeri, son birimin (ünitenin)
faydası ile ölçülecektir.
Üretim mallarına gelince, onların doğrudan doğruya
faydası yoktur. Üretim mallarının talep edilmesi,
başka malların üretimine yaramalarındandır. Bu
nedenle, üretim mallarının değeri marjinal
verimliliklerine (prodüktivite) bağlıdır.
Leon Walras ekonomik olayların birbirine bağlılığına
dikkati çekerek neden - sonuç kavramı yerine
fonksiyon yani karşılıklı bağlılık kavramını ikame
etmiştir. Fayda (d) mal miktarının fonksiyonudur: d
= f (Q) Mal miktarı artarsa fayda azalır. Mal
miktarı azalırsa fayda yükselir. Bir malın fiyatı
piyasadaki mal miktarına bağlıdır. Fakat piyasada
bulunan bu mal miktarı da fiyatlara göre
değişmektedir. Fiyat ne kadar yüksek olursa, üretim
de o derece artar. Bu bakımdan, fiyatla arz miktarı
arasında bir neden-sonuç ilişkisi değil, karşılıklı
birbirine bağlılık ilişkisi vardır. Fiyat P, arz
miktarı Q ile gösterilirse; P = f (Q) ve Q = f (P)
eşitlikleri kurulabilir.
Buna karşılık, bir malın fiyatı belli bir dönemde
yalnız onun miktarına değil de, stoklara veya bu
mala yakın diğer bir malın miktarına bağlı ise,
fonksiyon şöyle yazılabilir: P = f (Qı, Q2 Qn)L.
Walras, değeri iki öğeye bağlar: Kıtlık ve marjinal
fayda. Kıt ve faydalı mallar mülkiyete konu
olmaktadır. Su, çok yararlı olduğu, fakat bol
miktarda bulunduğu için mülkiyete konu değildir. L.
Walras'm izinden giden ve onun gibi ekonomik
modellerinde matematikten yararlanan ve "genel denge
analizlerini" geliştirmeye çalışanlar ise "Lozan
Okulu"nu kurmuşlardır.
Klasik Okul nasıl John S. Mili sayesinde en yüksek
düzeyine ulaşmışsa, Neo-Klasik Okul da Alfred
Marshall ile gelişmiştir. En önemli eseri, İktisadın
İlkeleridir. Marshall ekonomik olayların
açıklanmasında geometriyi kullanmıştır. Marjinal
fayda eğrileri, marjinal gelirler gibi çeşitli
çözümleme araçları kullanmıştır. Özet olarak, A.
Marshall, marjinal fayda ve marjinal ürün
kuramlarını arz ve talep çözümlemesi halinde
birleştiren, esneklik (elastikiyet) kavramını
geliştiren, Klasik Miktar Kuramına para talebi
kavramını sokup, Cambridge formülünü öneren, dış
ticarette reel (gerçek) maliyet (karşılıklı talep)
çözümlemesini getiren ekonomisttir.
İsveç Okulunun tanınmış ekonomisti Knut Wicksell
(1851-1926) daha çok Para Kuramı, faiz ve parasal
etkenlerin ekonomilerde yaratabileceği bunalımlar ve
konjonktürel dalgalanmalar gibi konularda yeni
fikirler getirmiştir. K Wicksell, "Paranın Gelir
Kuramı" adı verilen yeni görüşü ortaya atarak çağdaş
makro-ekonominin kurucusu J. M. Keynes'i bir ölçüde
etkilemiştir.
Neo-Klasik Okul hakkında burada fazla ayrıntıya
girmek gereksizdir. Çünkü Fiyat Kuramı altında
inceleyeceğimiz tüm konular, Miktar Kuramı,
uluslararası ekonomik ilişkilerle ilgili bazı
kavramlar ve kuramlar, neo-klasik büyüme ve dağılım
modelleri ile çeşitli konjonktür kuramları, genel
denge ve refah çözümlemesi neo-klasik ekonomistlerin
fikirlerinin ayrıntılarıdır.
B
- KEYNES VE EKONOMİK DÜŞÜNCEYE ETKİLERİ
Birinci Dünya Savaşının başlarına kadar klasik
sistemin otomatik dengelerinden şüphe edilmemişti.
Çünkü meydana gelen kısa dönemli bunalımlar ya
Say'ın geçici arz-talep uyumsuzlukları ile ya da
konjonktür dalgalanmalarıyla açıklanıyordu. Ancak,
ilk kez otomatik dış dengenin sağlanmasındaki
eksiklik ve çabukluk, Miktar Kuramıyla açıklanan
fiyat hareketlerinin denge sağlayıcı fonksiyonu
hakkında kararsızlıklar vardı. Ohlin, dış dengenin
sağlanmasında fiyat hareketleri yanında tam
istihdamda karşılıklı alım gücü değişmelerinin
önemine de işaret ederek bu duraksamaları bir süre
için giderdi. Fakat Birinci Dünya Savaşını izleyen
dönemde, özellikle 1929'da başlayan büyük dünya
bunalımının etkisiyle gelişmiş Batı ülkelerinde
sürekli ve yaygın bir nitelik alan işsizlik ile
otomatik tam istihdam görüşünü bağdaştırmanın artık
olanağı kalmamıştı. Bu ara Keynes (1883-1946),
işsizliğin nedenini, 1936 yılında yayımlanan
"İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Kuramı" adlı
kitabında talep yetersizliği ile açıklayarak Klasik
Kuramı temel noktalarında eleştirdi.
Keynes, Genel Kuramı'nın giriş kısmında, ilerde
eleştiricilerin "tamamen yanlış şeyler söylediğim
inancı ile yeni hiç bir şey söylemediğim
inancı arasında bocalayacaklarını
zannediyorum" demekteydi. Kitabın büyük etkisi göz
önüne alınırsa, bu tahmin yanlış çıkmıştır
denilebilir, fakat geleneksel kuram ile Keynesgil
düşünce arasında devamlılığı sürdüren kuvvetli
bağların bulunduğu da bir gerçektir, Birkaç örnek
verelim. Keynes, geleneksel tam rekabet ekonomisi
varsayımını kabul etmiştir. Monopollü rekabet ve
oligopol kuramları tartışması, Genel Kuram'da hiç
bir yankı uyandırmamıştır. Keynes, standart kuramın
davranışsal varsayımlarından birçoğunu da kabul
etmiştir. Örneğin, Keynes'in kuramsal şemasında
üreticiler, Walras ve Ricardo'nunkinde olduğu gibi
yalnızca kârlarını en üst düzeye çıkarmaya
çalışırlar. Kitapta marjinal çözümlemeden büyük
ölçüde yararlanılmıştır. Ayrıca, Keynes Kuramı, 19.
yüzyıl sonu çözümlemesine benzer şekilde statiktir.
Keynes'in sisteminde ne ekonomik büyüme, ne de
herhangi bir değişme süreci çözümlemesi yoktur.
Temel koşullar (teknoloji, nüfus, sermaye stoku) bir
veri olarak alınmıştır.
Ayrıca, ekonomik yaşamın kurumsal olgusu hakkındaki
geleneksel görüşü de benimsemişti. Bir başka
deyişle, Keynes, Devletin mahiyeti de dahil olmak
üzere, bu olguyu, varolan ekonomik koşullardan
bağımsız bir veri olarak kabul etmiştir. Keynes,
artık herkesin bildiği gibi, kendinden önceki
ekonomistlere oranla, Devlete farklı ve daha büyük
bir rol vermiştir. Fakat ekonomik etkenlerin
Devletin yapısında nasıl bir değişiklik doğuracağı
konusunda hiç bir açıklama yapmış değildir.
Kendinden önceki geleneksel ekonomistlerden çoğu
gibi, zamanın ve ülkesinin temel kurumlarını,
açıklama gereksinimi duymaksızın, bir veri olarak
almıştır.
Artık, Keynes'in geleneksel ekonomiden ayrıldığı
noktalara geçebiliriz. Genel Kuram'dan sonra
ekonomistleri "yeni ekonomi" den söz etmeye yönelten
nedenler nelerdir? Önce, Keynes'in belirgin ayrılış
noktalarını ana çizgileri ile ele alacağız, daha
sonra çözümlemesini kısaca özetleyeceğiz. Aşağıda
belirtilen beş nokta aslında birbirinden bağımsız
değildir, fakat bunların üzerinde ayrı ayrı durmak
yerinde olur.
1 - Keynes'gil ekonomi, esas itibariyle, belli
firmalar, endüstriler, tüketim birimleri ve bunlar
arasındaki karşılıklı bağıntılar türünden mikro
sorunlardan çok, (ulusal gelir, toplam istihdam
hacmi, fiyatlar genel düzeyi gibi) makro değişkenler
üzerinde durmuştur. Burada belirtilmesi gereken şey
mikro ekonomi ile makro ekonomi arasındaki
ayırımdır. Makro ekonomiyi keşfeden Keynes değildir.
Klasik ekonominin büyük kısmı, niteliği makro
ekonomidir. Fakat Keynes bu yaklaşımın gelişmesine
büyük bir hız vermiştir. Geleneksel genel denge
kuramı, yapısı itibariyle mikro temellere
dayanıyordu. Keynes dikkatini, toplumsal "toplam"
miktarlara ve bunlar yardımıyla varılabilecek
genellemelere çevirmiştir.
2- Keynes, "toplam talep" kavramına büyük bir
ağırlık vermiştir. Toplam talep, özel kişilerin
toplam tüketim malları talebi, firmaların toplam
yatırım malları talebi olmak üzere başlıca üç
kısımdan oluşur. Keynes ekonomisinin çözmeye
çalıştığı önemli bir sorun, toplam taleple toplam
arzın istenir bir denge kurup kuramayacağıdır. Bir
başka deyişle Keynes, (Say yasasına karşıt) şu
soruyu sordu: Ekonomide üretilen mal ve hizmetlere
olan toplam talep, ekonominin tam istihdam düzeyinde
üretimde bulunduğu zaman arz edebileceği bütün mal
ve hizmetleri satın almak için yeterli midir?
3 - Keynes ekonomisinde tam istihdam (ve bu
istihdam düzeyine karşı gelen toplam üretim) özel
bir durum olarak ele alınmıştır. Tam istihdam ancak,
toplam taleple toplam arzın tam istihdam düzeyinde
eşit olması durumunda gerçekleşir. Fakat durum bu
olmayabilir de. Ekonomi, enflasyonist koşullarda
veya Keynes'in asıl önemle üzerinde durduğu eksik
istihdam koşullarında da dengede bulunabilir. Bunun
içindir ki, Keynes ekonomisi çok kez "eksik istihdam
dengesi" ekonomisi olarak tanımlanmıştır. Bu, çok
yerinde bir tanım değildir, fakat Keynes'in
işsizliğin ekonomide bir dengesizlik sonucu olarak
değil, bir denge durumu olarak ortaya çıkabileceğini
göstermesi bakımından önemlidir. Geleneksel kuram,
işsizlik varsa, reel ücretlerdeki bir düşüşün iş
verenleri daha fazla işçi kullanmaya sevk edeceğini
ve sorunun çözüleceğini öne sürmüştür. Keynes, buna
karşılık, ücretlerdeki böyle bir düşüşün istihdam
artışı sağlamasının, ancak, toplam ürüne olan
talebin sabit kalması durumunda mümkün olabileceği,
halbuki bütün ücretlerin düşmesinin işçilerin
gelirlerini azaltacağı ve bunun da toplam ürüne olan
talebi azaltacağı cevabını vermiştir. Demek ki ücret
düşüşleri, istihdam sorununun çözümünde hiç etkisiz
olmasa da, pek az fayda sağlayabilirdi. Gerçekten de
Keynes, piyasa kuvvetlerinin eksik istihdam durumunu
düzeltmesinin olanaksız olduğunu öne sürmüştür.
4 - Keynes ekonomisi, parasal ve reel olayları
açıklayan kuramları birleştirmek için büyük bir çaba
harcamış, özellikle, paranın, toplam üretim ve
istihdam gibi reel değişkenlerin düzeyini
belirlemekteki rolünü göstermiştir. Para, klasik
ekonomistlerin ileri sürdüğü gibi, yalnızca bir örtü
(perde) değil, ekonomik refahı etkileyen önemli bir
değişkendir. Keynes'e göre, halkın para tutmak
istemesi için çeşitli motifler vardır; para yalnızca
bir "mübadele aracı" değildir ve (yine, bazı özel
haller dışında) paranın miktar kuramı yanlış tır.
Keynes daha gerçekçi bir para kuramı geliştirmek
suretiyle, Say yasasının sonuçlarını çürütmeyi
başarmıştır.
5 - Keynes, eksik istihdam ve düşük kapasite üretimi
önlemenin en uygun yolunun, Devletin ekonomik yaşama
daha faal şekilde müdahalesi olduğunu göstermiştir.
Bu müdahale, toplam talebi ya (maliye politikası
gibi) doğrudan doğruya, ya da (para politikası gibi)
vasıtalı şekilde etkileyen önlemlerle
gerçekleştirilecekti.
Bu genel yaklaşımın altında, modern ekonominin
işleyişi ile ilgili çok sayıda gözlem vardı. Bu
gözlemlerden hiç biri tamamen Keynes'e atfedilemez,
fakat bunların ekonomik süreci açıklayan sistematik
bir kuram içinde birleştirilmesi Keynes'in getirdiği
büyük yenilik oldu.
Bu sistematik kurama şöyle girebiliriz:
Keynes'e göre, fertlerin (veya toplumun) tüketim
düzeyini belirleyen en önemli etmen, fertlerin (veya
toplumun) gelir düzeyidir. Keynes, bu konuda bir
"temel piskolojik yasa"dan yararlanmıştır. Bu yasaya
göre, bir bireyin geliri yükseldikçe, birey bu gelir
artışının bir kısmını tüketimini, bir kısmım
tasarrufunu artırmakta kullanır. Toplum bir bütün
olarak ele alınırsa, ulusal gelirdeki (toplam
üretimdeki) bir artışın, halkın gerek tüketmek
istediği, gerek tasarruf etmek istediği toplam
miktarda bir artışa yol açması gerekir.
Keynes'e göre, firmaların yatırım malları talebini
etkileyen farklı etmenler vardır; bunlar arasında iş
adamlarının genel olarak ilerdeki satış olanakları
hakkındaki tahminlerini ve borçlanmanın maliyetini
(faiz haddini) söyleyebiliriz. Demek ki, firmaların
yatırım malları talebindeki değişmeler, iş
adamlarının fabrikalarını genişletmekle, makine ve
diğer teçhizat miktarını artırmakla elde edecekleri
kâr hakkındaki tahminlerinin değişmesine bağlıdır.
Keynes'e göre, faiz oranının sürekli şekilde
düşmesinin nedeni, bir noktadan sonra, halkın,
varlıklarını para şeklinde tutmayı yeğlemesi ve
bunun, faiz oranının altına düşmeyeceği bir taban
oluşturmasıdır. Faiz oranı yeteri kadar düşükse,
ellerinde para bulunan tasarrufçular, bu fonları
daha düşük bir faiz oranından yatırımcılara borç
vermeyeceklerdir; bunun yerine, servetlerini para
şeklinde tutacaklardır. Bu noktaya erişilmişse, faiz
oranını düşürmesi beklenen kuvvetler artık etkisini
kaybeder. Bununla birlikte, ekonomide hâla çok az
yatırım ve bunun sonucu olarak, genel bir işsizlik
bulunabilir.
Keynes, paranın likit olma özelliği üzerinde önemle
durmuştur. Keynes'in kendi deyişiyle "likidite,
genel olarak, hemen mallar satın alabilme gücü "dür.
Para genel olarak mübadele aracı olarak kabul
edildiğine göre, bu anlamda tamamen likittir. Bir
birey, yalnız gelirinin ne kadarını tüketime, ne
kadarını tasarrufa ayıracağı konusunda karar vermez,
servetinin ne kadarını tamamen likit para şeklinde,
ne kadarını (esham ve tahvilât gibi) daha az likit
varlıklar şeklinde tutacağına da karar verir.
Keynes'e göre, insanların likiditeyi arzulamaları
için çeşitli motifler vardır. Keynes'in ileri
sürdüğü motiflerden (muamele saiki ve ihtiyat saiki
gibi) bazıları geleneksel kuramın paranın rolü
konusundaki görüşlerine tamamen uygundur. Fakat
"spekülasyon saiki" dediği bir diğer motif ilk defa
kendisi tarafından öne sürülmüştür ve bu saikle
likidite talebi büyük ölçüde faiz oranından
etkilenmektedir. Faiz oranı düşük olduğu zaman,
piyasa spekülatörlerinin likidite tercihi büyük
olmaktadır. Çünkü daha az likit varlıklar tutmakla
elde edecekleri mükâfat küçük olduğuna göre, bu
varlıklar yerine para tutmayı yeğleyeceklerdir. Ve
faiz oranları ne kadar düşükse, esham ve tahvilat
fiyatlarının düşmesi olasılığı o kadar artmaktadır
ve bu da faiz elde etmenin kazancını fazlasıyla aşan
zararlara yol açacaktır.
Demek ki faiz oranı ne kadar düşükse, serveti, para
şeklinde tutma isteği o kadar büyük olacaktır. Eğer
ekonomide sınırlı bir para arzı varsa, para tutma
isteğini (para talebini) mevcut para miktarıyla
dengeye getiren faiz oranı hayli yüksek olabilir, bu
da yatırımların düşük olmasına ve işsizliğin büyük
olmasına yol açar. Ekonomideki para arzı çok büyük
bile olsa, faiz oranı sonsuz olarak düşmeyecektir.
Çünkü çok düşük faiz oranlarında, halk bütün munzam
servetini para şeklinde tutmak isteyebilir ve hiç
kimse daha yüksek fiyatlarda (daha düşük faiz
oranında) esham ve tahvilat satın almayı
arzulamayabilir. Bu halde de, genel bir eksik
istihdam mümkündür.
Keynes'in Genel Kuramı'nı şöyle özetleyebiliriz.
Ulusal gelirin denge düzeyi ve denge faiz oranı aynı
zamanda o şekilde oluşur ki (1) tüketicilerin
tasarruf etmek istedikleri miktar iş adamlarının
yatırmak istediği miktara eşit olur, (2) halkın
servetini para şeklinde tutmak istediği miktar
ekonomide varolan para miktarına eşit olur. Bu denge
durumu, bir tam istihdam durumu olmayabilir.
Gerçekten de, tüketicilerin tasarruf eğilimleri
yüksekse, üreticilerin ilerdeki kâr hakkındaki
tahminleri kötümserse (yatırıma teşvik düşükse),
genel olarak büyük bir likidite tercihi varsa, denge
ulusal gelirinde kitlevi bir işsizlik hüküm
sürebilir.
|