Türkiye Ekonomisi

Dünya Ekonomisi

Osmanlı Ekonomisi

Finansal Ekonomi

İşletme Ekonomisi

Hizmet Ekonomisi

Kalkınma Ekonomisi

Tarım Ekonomisi

Borsa ve Yatırım

Ekonomi Sözlüğü

Ekonomi Ders Notları

Ekonomi Düşünürleri

Genel Ekonomi Soruları

Özel İstatistik Arşivi

Özel İktisat Konuları

Açık Öğretim İktisat

Ekonomi Kurumları

Kamu Yönetimi

Kamu (Devlet) Maliyesi

Sigortacılık Konuları

Türkiye İktisat Tarihi

Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

Forex Piyasaları

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

LİBERAL ÖĞRETİYE KARŞI SOSYALİST AKIMLAR VE BİLİMSEL SOSYALİZM 

Sosyalist düşünürler yalnız klasik ekonomistlerin liberal görüşlerini ve bireyci ekonomi politikalarını eleştirmekle kalmamış aynı zamanda onların savundukları kapitalist düzenin de karşısına çıkmışlardır. 

Sosyalizm, Klasik Liberal Öğretiye karşı XIX. yüzyılda gelişmiş bir akım olmakla birlikte, bu akımın kökenini uygarlık tarihinin çok eski dönemlerinde aramak yaygın bir alışkanlık durumuna gelmiştir. 

Sosyalizm, çoğu zaman birbirlerinden farklı olup, yalnız ortak temele dayanan bazı ilkeler üzerinde birleşmelerinden ötürü aralarında bağlantı bulunan önemli bir düşünür kitlesini kapsamaktadır. Bunların çoğu, kapitalist düzene ve bu düzenin esas temeline karşıdırlar. Buna dayanarak, özel mülkiyetin yerini toplumsal mülkiyetin almasını isterler.

Serbest rekabet sistemine karşıdırlar. Görüşlerine göre, serbest rekabet, kâr sağlamak amacıyla hareket eden girişimciler arasında çatışmalara yol açar. Emek ve sermaye böylece boşa gitmektedir, insanların, birbirlerine karşı çekişmeyi bırakıp, emek ve sermayelerini birleştirerek tabiatın kaynaklarından olabildiğince yararlanmaları gerekir.

Sosyalistlere göre, ücretle adam çalıştırmak emeğin sömürülmesine yol açar. Bunun için ücretle çalıştırma kurumu kaldırılmalıdır. 

Kapitalist rejimde üretim ile tüketim arasındaki denge, fiyat kurumu aracılığı ile kendiliğinden sağlanmaktadır. Sosyalistler bunu kabul etmezler. Kendiliğinden işleyen bu mekanizmanın yerine düşünülerek ve belli bir plana göre hazırlanan bir düzenin kurulmasını isterler. Bu da ancak devlet eliyle gerçekleşebilir. Böylelikle fert topluma bağımlı kılınacak, üretim araçlarına devlet egemen olacak, üretimle tüketim arasındaki denge de istatistiklere göre hazırlanan planlarla sağlanacaktır. Böyle olursa gelirler daha eşit esaslara göre dağıtılacak ve beklenen refaha ve mutluluğa kavuşulacaktır. 

Sosyalistler arasında başlıca üç akım göze çarpar: İdealist karakterdeki akımı, Fransız sosyalistleri temsil eder. Bilimsel sosyalizmin temsilcisi ise Kari Marx'tır. Üçüncü akımı ise, Marx'ın düşüncelerine bağlılıkta aralarında büyük farklar bulunan Marx'ın öğrencileri temsil etmektedirler. 

Bunların hepsini burada ele almamıza olanak yoktur. Saint Simon ve Fourier gibi Fransız ve Robert Owen gibi İngiliz düşünürlerinin romantik    sayılan   bazı    görüşlerle    sosyalizmin    öncüleri    arasında sayılabileceklerine   işaret   ettikten   sonra,   Sismondi   ve  Proudhon'un görüşleri üzerinde kısaca durabiliriz. 

Bunlar toplumda yapılacak değişikliklerde insan iradesinin egemen gücünü inanmaktadırlar. Adalet ve hukuk düşünceleri içinde iktisadî kurumların tedrici fakat gittikçe artan bir hızla değiştirilmesini isterler. 

1 - Sismondi, Jean Charles Sismondi de (1773-1842) 

Sismondi, toplumun "burjuva" ve "proleter" olarak iki sınıfa ayrıldığını, bu iki sınıfın çıkarlarının çelişik olduğunu söyler; liberal felsefenin tabii uyum anlayışına karşı çıkar. Üretim ve servet temerküzü, kanısınca, bu ayrımı daha da şiddetlendirmektedir. Toplumsal sınıflar ve temerküz kuramıyla Marx'a öncülük eden Sismondi, ekonomik krizlerin nedenini de buna bağlar. 

Sismondi'ye göre, üretim sürecinin kesintisiz devam edebilmesi için, üretimle tüketim arasında denge olmalıdır. Oysa, kapitalist üretim biçimi üretim kapasitesini ve malları artırmakta, fakat üretimdeki toplumsal ilişkiler, tüketimin gelişmesine set çekmektedir. Üretim güçleri arttıkça, kapitalle emeğin payı ve üretimle satış arasındaki fark büyümektedir. Çünkü, üretim artışı, emekçinin payının geçimlik tüketimiyle sınırlı olmasıyla bir arada gitmektedir. Kapital, niteliği gereği, üretimi sürekli olarak artırmak eğilimindedir. Oysa, emekçi talebi yetersiz kalınca, devresel üretim fazlası ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan makinalaşmanın yol açtığı işsizlik, emekçinin satın alma gücünü daha da azaltmaktadır. Ne kapital, ne de emek, azalan taleple karşılaşan sanayilerden geri çekilebilir. Dolayısıyla, sabit kapital bu alanlarda kalacak; işçiler daha uzun çalışma saatlerini ve daha düşük ücretleri kabul edecek, üretim de aşırı olmaya devam edecektir. 

Sürekli ekonomik krizlere sürüklenen kapitalist sistem karşısında, Sismondi, laisser-faire'in anlamsızlığını, devletin müdahale gereğini ileri sürüyordu. Ekonomi politikasının amacı, emekle mülkiyetin birleştirilmesi, üretim ve tüketim arasındaki dengesizliğin giderilmesi olmalıydı. Fakat, bunun çaresi, üretim araçlarında özel mülkiyetin yok edilmesi değil, küçük çiftçi, zanaatkar gibi "küçük burjuva"nın yaratılmasıydı. Böylece büyük kapitalist girişim dağıtılırken, aynı zamanda sanayileşme süreci de, makinalaşma süreci de yavaşlayacaktı. Bu yöntemle, sistemin aksaklıklarının giderileceğine inanıyordu. 

2 - Proudhon, PJ. (1809-1865) 

P. J. Proudhon, sosyalist düşünceye Sismondi'den çok daha önemli katkılarda bulunmuş bir Fransız düşünürüdür. Proudhon devlete nefreti ve özgürlüğe bağlılığıyla, devletin fonksiyonlarını azaltmak istemesiyle nitelenebilir. Ekonomik krizlerle sarsılan toplumu, belirli bir hedefe erişmek üzere, toplum güçlerinden sağlanacak dengeyle kurtarmak istiyordu. Fikirleri, özgürlüğü korumak istemesi itibariyle, liberal felsefeye bağlıdır. Fakat, erişmeyi düşündüğü dengenin, otomatik ve tabii olmayıp, iradi olarak gerçekleştirilebileceğine inandığından, sosyalist eğilimlidir. Faizi ve rantı "hak edilmemiş gelir" olarak nitelemiş ve yermiştir; faizsiz kredi sisteminin uygulanmasıyla ve büyük sanayinin işçi birliklerine devredilmesiyle, sistemin aksaklıklarının giderilebileceğine inanmıştır. 

Proudhon'un tüm düşüncelerinin temelinde adalet fikri yatmaktadır. Ona göre, insan yaşantısının en üstün ilkesi adalettir. Adaletin sağlanması ise eşitlik ve denge demektir. Fakat, sosyal yaşamda, hatta doğada eşitsizlikler ve dengesizlikler vardır. Yani, adalet fikri ile çelişik durumlar ortaya çıkmaktadır. İşte Proudhon, bu çelişkileri ortadan kaldıracak doğru fikirleri bulmaya çalışmıştır. Yoksa bu adaletsiz sonuçlan yaratan "sosyal kurumları" ortadan kaldıracak siyasal araçları değil. 

Mülkiyet hakkı üzerinde de önemle duran Proudhon "Mülkiyet hırsızlıktır" (La propriete, c'est le vol.) tanımlaması ile ün yapmıştır. Proudhon aslında mülkiyet hakkının özüne değil, fakat kapitalist düzen içindeki uygulanışına itiraz ediyordu. Çünkü, ona göre "emek" değer yaratan tek unsurdu ve herkes kendi emeğinin karşılığına tam olarak sahip olmalıydı. Kapitalist düzende ise, emek karşılığı olmayan "kazanılmış" gelirler vardı: Rant, faiz ve kâr gibi... Bunlar işçinin emeğinden çalınmış paylardı. Bunların ortadan kaldırılması ve mülkiyet hakkının yalnız emekçilere tanınması gerekirdi. 

Mülkiyet konusunda, Sismondi'ye benzer fikirleri nedeniyle, Marx, Proudhon'u "küçük burjuva" (petit bourgeois) olarak nitelemiştir. Proudhon 1846'da "Ekonomik Çelişkiler ya da Sefaletin Felsefesi" adını taşıyan önemli bir eser yayınlamıştı. Kari Marx buna derhal "Felsefenin Sefaleti" adlı yapıtıyla yanıt vermiştir. 

3 - Bilimsel Sosyalizm ve Marx 

Adaletin ve barışın hüküm sürdüğü bir toplum öneren Platon'dan toplumda burjuva ve proleterler arasındaki sınıfsal çıkar çatışmasını anlatan Sismondi'ye; teknokratların egemen olduğu güdümlü ekonomi fikrinin savunucusu Saint-Simon'dan falanjların yaratıcısı Fourier'e; "Sefaletin Felsefesi" yazarı anarşist Proudhon'dan kooperatif hareketin öncüsü Owen'e; devlet sosyalizmini öneren Rodbertus'tan demokratik sosyalizme inanan Lassale'a kadar sayısız düşünür, filozof, siyasetçi, ekonomist ve yazar toplumdaki çelişkilerden rahatsız olmuşlar ve gördükleri sorunlara çözüm getirmeye çalışmışlardır. Fakat bunlar, tutarlı kuramlar kuramamış, kapitalizmin sistemli bir eleştirisini yapamamışlardır. Gelecek hakkındaki görüşleri ise gerçeklerden uzak kalmıştır. Nitekim, Marx ve Engels bunların bir kısmını (Saint -Simon, Fourier ve Robert Owen) "ütopist sosyalist" diye niteleyerek, gerçekçilikten uzaklıklarını belirtmek istemiştir. Bununla birlikte, kapitalizmin ilk eleştirisini yapan bu düşünürlerin sosyalist düşünceye yaptıkları katkıyı hiç bir şekilde küçümsemek mümkün değildir. 

Liberalizme karşı doğan tepkiler içinde, felsefesi ekonomi kuramı ve politikası sistemiyle bütünlüğü olan bir öğreti yalnızca Marksizm olmuştur. Marx'ın (1818-1883) eseri (Le Capital) tamamen sosyal gelişmeye ve özellikle kapitalist rejimin yerini kollektivizm'in almasına ayrılmıştır. Birbirini bütünleyen bir seri tezlerle gelişmenin sosyolojik temellerini, ekonomik nedenlerini ve gelişme şekillerini açıklamaktadır. Bu incelemeler sonunda, kapitalist sistemin belli bir aşamaya varmasından sonra yerini sosyalizme bırakacağını kanıtlamaya çalışmaktadır. Böylelikle daha önceki sosyalist düşünürlerden ayrı olarak, sosyalizmi hayali bir rejim ya da gerçekleştirilmesine çalışılan bir ideal olarak görmemekte, insanlığın gelişme ve ilerleme tarihi üzerinde yaptığı incelemelerin bir sonucu olarak sosyalizme gidileceği görüşünü bilimsel çalışmalarla ortaya kovmak istemektedir. Bundan dolayı Marx'ın sosyalizmine, bilimsel sosyalizm adı verilir. 

Kari Marx, felsefi görüşlerinde Hegel'in ekonomik görüşlerinde Klasik İngiliz İktisatçılarının düşüncelerinden büyük ölçüde yararlanmış ve fakat onlarınkinden çok farklı bir düşünce sistemi ortaya koymuştur. 

Gerçekten Adam Smith'e göre, "millet, ancak doğal kanunlara saygı göstererek, bunları gözlem altına alarak zenginleşebilirdi. "Marx da, insanın yaşama koşullarının, ekonomik mekanizmaya karşı çıkılarak değil, fakat bu mekanizmaya dayanılarak iyileştirilebileceğinin mümkün olduğu görüşündedir. Doğaya, ancak ona uyularak egemen olunabilir. Böylece sosyalizmin gelişimi kapitalizmin vakitsiz olarak baş aşağı gelmesinden beklememekte, gelişmenin süratlenmesinden beklemektedir, istediği şey, gelişmenin hızlandırılmasıdır. Düşüncesine göre, insan tarih yapısıdır ve tarih yaratmaktadır. 

Marksizmin temel taşı tarihin bir yorumudur. Bu yoruma göre, fikirlerin ve kurumların açılıp gelişmesi üretim ve değişim araçlarının gelişimi ile açıklanmaktadır. 

Toplumda verimli (prodüktif) güçlerin oluşturduğu bir alt yapı ile edebiyatı, sanatı, hukuku ve dini kapsayan bir üst-yapı vardır. Alt­yapı, üstyapıya egemendir. Maddi ve teknik yaşamın koşulları sosyal, politik ve dinî kurumlarla ahlakı ve töreyi tayin eder. Toplumlarda alt­yapı zamanla değişir, üretim teknolojisi değiştikçe "üretim ilişkileri" de değişir; bunun sonucu olarak kurumsal çerçevenin, yani üst-yapının da değişmesi gerekir. Bu değişme süreci ise, bir "tez, antitez, sentez" aşamalarından geçer. Bu, Marx'ın ünlü "diyalektik" görüşüdür ve esas itibariyle Hegel'in diyalektiği ile aynıdır. Bir önemli fark ile ki, Hegel'de toplumların yaşamını düşünceler yönlendirir; Marx'ta ise, "maddi koşullar" bütün değişmelerin motoru sayılır.

Tarihi maddeciliğin sonucu olarak her devrede egemen bulunan üretim koşulları toplumu birbirine zıt iki sınıfa ayırmaktadır. Bunlardan biri diğerini sömürür. El ile çevrilen değirmen topluma efendi ve köle verir. Su değirmeni aşamasında toplumda serfler (köle değerinde, efendiye bağlı toprak işleyen köylü) ve derebeyler oluşur. Değirmen buharla çevrilmeye başlanınca, toplum derhal sanayici kapitalistlerle ücretle çalıştırılan işçiler olarak iki sınıfa ayrılır. Bugün üretim araçları kapitalistlerin elindedir. Bunları proleterler (emekçiler, işçiler) kullanmaktadırlar. Kapitalistler proleterleri sömürürler. Proleterler kendilerini yaşatmak için gerekli bulunan çalışma miktarına bir süper (fazladan) emek ve çaba eklemek zorundadırlar. Bu ek, süper çalışma, kendilerini baskı altında tutanları zenginleştirmek içindir. Bunun karşılığı verilmemektedir. Bu iki sınıf arasındaki çatışma, her zamankinden daha şiddetlidir. Çünkü uluslararası bir niteliği vardır. İşçi sınıfı kentlerde toplanmakta ve kurbanı olduğu haksızlık ve kötüye kullanmalara karşı daha duyarlı bulunmaktadır. 

Kapitalist rejimdeki kötüye kullanmalar, bu rejimin ortadan kalkmasını hızlandıracaktır. Ortadan kalkan rejim, yerini önce sosyalist, sonra komünist toplum düzenine bırakacaktır.

Kapitalizmin nasıl işlediği ve kendi iç çelişkileri ile nasıl yıkılacağı ve bu yıkılışı çabuklaştırmak için de neler yapılabileceği konularında gerekli bilgilere sahip olabilmek içindir ki Marx ekonomi bilimi ile ilgilenmiştir. Para, sermaye, değer, bölüşüm, ekonomik gelişme konularını daha çok bu açıdan ele almıştır.  

a) Marksist Emek - Değer Kuramı 

Bu kuram doğrudan doğruya Ricardo tarafından formüle edilen klasik kuramdan çıkmaktadır. Ricardo, "emek-değer kuramı "m açıklarken, uzun vadede her malın değerini, onu elde etmek için harcanan emek miktarına eşit olacağını söylemiş, toprağın maliyet unsuru sayılmaması gerektiği ve sermayenin de "birikmiş emek" sayılabileceği görüşünü ortaya koymuştu. Marx, Ricardo'nun bu kuramını sistemleştirir; kullanma değeri ile değişim değeri arasında ayrım yapar; emeğin evrensel ve tarihsel niteliklerim belirtmek suretiyle, kuramını geliştirir.

Emeğin en evrensel niteliği, bir veya diğer yoldan doğa ürünlerini elde etmeye yönelme i, bütün toplumsal yapılardan bağımsız olarak, insan varlığının doğal bir koşulu olmasıdır. Bu anlamda emek, toplumsal istekleri doyuracak kullanma değeri olan metalar yaratır. Kullanma değeri, herhangi bir metanın somut değerinden ve niteliklerinden ayrılmaz. Kapitalist ekonomide, ekonomik etkinliğe konu olan metalarm, maddi (fiziksel) niteliklerindeki farklara karşılık olan kullanma değeri farkları vardır. Kul^nma değeriyle metalar, tüketimle amaçlarını gerçekleştirirler. Bunun yaratıcısı olarak emek, tek üretici değildir; doğal kaynaklar olmaksızın uygulanamaz. Sonuçta bu kurama göre, malların değeri, bunların yapır için orta kabiliyette ve orta gayretteki bir işçinin harcadığı iş saatleri ile ölçülür. 

b)Artık-Değer Kuramı (Fazla Değer) 

Artık-değerin kaynağı emektir. Nasıl Fizyokratlara göre, net hasıla yaratan emek-toprak ilişkisi idiyse, Marx'a göre de fazla değer yaratan, emek-sermaye ilişkisidir.

Emek gücü de, diğer mallar gibi, değeri, üretimi ve üremesine göre "toplumsal bakımdan gerekli emek-zaman" ile ölçülen bir maldır; yani emek gücünün değişim-değeri, emekçinin tüketiminin içerdiği "toplumsal bakımdan gerekli emek-zaman" ile belirlenmektedir. Kapitalist, emek gücünü satın alıp üretimde kullandığında, bunun kullanılma kıymetine, yani emeğin tüm üretimine sahip çıkmakta, fakat ücret olarak değişim-değerini ödemektedir. Emek gücünün değişim değeriyle kullanma değeri arasında, ikinci lehine olan fark "artık-değer"i oluşturur. Örneğin, emekçinin bir günlük tüketimi için gerekli emek-zaman 4 saatse, emek gücünün değişim değerinin ölçüsü bu olacaktır; fakat, emekçi günde 8 saat çalışıyorsa kapitalist, kullanma değerini elde ettiği için, aradaki 4 saatlik fark kapitalistin ele geçirdiği artık-değerdir.  Emek  gücüne  değişim-değerini  öderken,  bunun  yarattığı kullanma değerini elde etmesi, kapitaliste, "artık-değer" sağlar. 

Sabit ve değişken kapital içinde, artık-değer yaratan, sadece değişken kapitaldir; üretim süreci sonunda (c+v), (c+v+s) durumuna gelmektedir. Toplam artık-değer, sömürme oranı (haddi), (s/v) ve kullanılan değişken kapital miktarına, yani kullanılan işçi sayısına bağlı olduğu için, iki belirleyici etken söz konusudur. Buna göre, toplam artık-değerin artabilmesi için, eğer bu etkenden biri azalırsa, diğerinin bu azalışı tamamlayacak şekilde büyümesi gerekir. Aynı zamanda, her kapitalistin elde edeceği artık-değer, değişken kapitalle orantılı olacak demektir. Ne var ki, her kapitalist, daha az değişken kapital kullandığında daha düşük bir kâr oranı elde etmediğini de bilmektedir. Böylece, kapitalist toplumda, yaratılan toplam artık-değerle her kapitalistin elde ettiği kâr oranının aynı kurallara bağlı olmadığı gibi garip bir durum ortaya çıkmaktadır.

Şimdi, basit bir örnekle, işçinin değişim-değeriyle kullanma değeri arasındaki farka göre, artık-değer oranı (sömürme oranı)nın nasıl değiştiğini ve "mutlak artık-değer"le, "nisbi artık-değer" kavramlarını görelim: 

Satın alınan emek gücü (v)

Satılan emek ürünü (s+v)

Artık-değer (iş

saati itibarıyla)

(s)

Artık-değer

oranı (haddi)

% (s/v)

6 saat

10 saat

4

%66

6 saat

11 saat

5

%83

6 saat

12 saat

6

%100

Satın alınan emek gücü, yani emeğin değişim-değeri örnekte 6 saatten ibarettir; bu, emeğin bir günlük geçimlik tüketiminin üretimi için yalnız 6 saat gerektiğini gösterir. Fakat emek, bir gün içinde bundan çok daha fazla saat çalışabilmektedir. Örnekte görüldüğü gibi, değişim değeri veri iken, çalıştığı saatler arttıkça iş saati olarak artık-değer ve artık-değer oranı yükselmektedir. 

Artık-değeri çoğaltmanın bir yolu, örnekten de anlaşılacağı gibi, çalışılan saatleri, işgününü uzatmaktadır. Artık-değer artışı eğer işgününün uzatılmasına dayanıyorsa, buna "mutlak artık-değer" denir. İkinci bir yol, emeğin geçimlik tüketimi için gerekli iş saatlerini azaltmaktır; buna dayanan artık-değer, "nisbi artık değer"dir. Bu da, emeğin geçimlik tüketim mallarını üreten kesimlerinde, emek veriminin artmasına bağlıdır. Fakat, yalnız emeğin geçimlik tüketim mallarında değil, diğer herhangi bir alanda veriminin artması da, tek bir kapitalist için, nisbi artık değeri büyütür. Çünkü aynı emek gücüyle daha fazla birim mal elde edebilir; malın değişim değeri azalır. Eğer diğer kapitalistler emek verimini aynı ölçüde yükseltmemişse, toplumsal bakımdan gerekli emek miktarı azalmayacak, dolayısıyla da emek veri­mini yükselten kapitalist için, artık-değer büyüyecektir. 

Nisbi artık-değer kavramı, Marksist sistemde çok önemlidir. Nedeni, emek verimiyle doğru orantılı olması dolayısıyla, tek tek kapitalistlerin, artık-değeri arttırmak için emek verimini yükseltmek istemelerinin kaynağını göstermesidir; üretim tekniği değişmelerini uygulamaları için gereken öncüleri ortaya koymasıdır. Ne var ki, kapitalistler arasındaki yarış dolayısıyla, yeni üretim tekniği hepsince kabul edildiğinde, nisbi artık-değer farkları ortadan kalkar; her kapitalist kendi artık-değerini yükseltmek için, üretim tekniği değişmesini uygulamak baskısı altındadır.

Emeğe ödenen ücretler, gerçekte, emeğin değişim değerine de bağlıdır. Fakat, ücret sözleşmesi, emekçiyle kapitalist arasındaki gerçek ilişkiyle gizlendiği için, ücret, görünüşte, emek gücünün değil de, emeğin değerini temsil ediyor kanısını uyandırır. 

Marx, artık-değer kuramıyla, kapitalizmde değişim yasalarının sömürmeye nasıl yol açtığını ortaya koymak istemektedir. Buna göre, kapitalizm, önce köylü ve zanaatkarı üretim araçları mülkiyetinden yoksun bırakır; emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmaz duruma getirir; sonra da sömürür. Çünkü emekçi ürettiği kıymeti değil fakat mal olduğu değeri elde eder; birinci lehine fark olduğu sürece de, bu artık-değer olarak kapitaliste kalır. Başka bir deyişle, emek, topluma mal olduğundan çok daha büyük ürün yaratmakta, aradaki fark, diğer bir sınıfın gelirini oluşturmaktadır. Bugünkü deyimle, emeğin ulusal gelir içindeki payı, geçimlik tüketimi civarındaki ücretle belirlenmektedir.

Marx'm "Emek-Değer" Kuramı, Ücret Kuramı, Kâr Kuramı, para ve faiz ile ilgili görüşleri, kapitalist ekonominin işleyişi ve gelişmesi konusundaki görüşleri ve çeşitli "kriz kuramları", hepsi de birbirini tamamlayan bir düşünce yapıtını meydana getirirler. Bunların ayrıntılarına girmek burada yapılabilecek bir şey değildir. Burada şu kadarına işaret etmekle yetinelim: Marx'ın ekonomi bilimine ve özellikle sosyalist düşünce akımına etkisi önemli olmuştur. Onun kriz kuramı ve gelişme kuramı üzerindeki düşünceleri çağımız ekonomistlerini de etkilemiş, yeni çalışmalara ışık tutmuştur.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü - Gizlilik Politikası

Sağlık Bilgileri