LİBERAL ÖĞRETİYE KARŞI SOSYALİST AKIMLAR VE BİLİMSEL
SOSYALİZM
Sosyalist düşünürler yalnız klasik ekonomistlerin
liberal görüşlerini ve bireyci ekonomi
politikalarını eleştirmekle kalmamış aynı zamanda
onların savundukları kapitalist düzenin de karşısına
çıkmışlardır.
Sosyalizm, Klasik Liberal Öğretiye karşı XIX.
yüzyılda gelişmiş bir akım olmakla birlikte, bu
akımın kökenini uygarlık tarihinin çok eski
dönemlerinde aramak yaygın bir alışkanlık durumuna
gelmiştir.
Sosyalizm, çoğu zaman birbirlerinden farklı olup,
yalnız ortak temele dayanan bazı ilkeler üzerinde
birleşmelerinden ötürü aralarında bağlantı bulunan
önemli bir düşünür kitlesini kapsamaktadır. Bunların
çoğu, kapitalist düzene ve bu düzenin esas temeline
karşıdırlar. Buna dayanarak, özel mülkiyetin yerini
toplumsal mülkiyetin almasını isterler.
Serbest rekabet sistemine karşıdırlar. Görüşlerine
göre, serbest rekabet, kâr sağlamak amacıyla hareket
eden girişimciler arasında çatışmalara yol açar.
Emek ve sermaye böylece boşa gitmektedir,
insanların, birbirlerine karşı çekişmeyi bırakıp,
emek ve sermayelerini birleştirerek tabiatın
kaynaklarından olabildiğince yararlanmaları gerekir.
Sosyalistlere göre, ücretle adam çalıştırmak emeğin
sömürülmesine yol açar. Bunun için ücretle
çalıştırma kurumu kaldırılmalıdır.
Kapitalist rejimde üretim ile tüketim arasındaki
denge, fiyat kurumu aracılığı ile kendiliğinden
sağlanmaktadır. Sosyalistler bunu kabul etmezler.
Kendiliğinden işleyen bu mekanizmanın yerine
düşünülerek ve belli bir plana göre hazırlanan bir
düzenin kurulmasını isterler. Bu da ancak devlet
eliyle gerçekleşebilir. Böylelikle fert topluma
bağımlı kılınacak, üretim araçlarına devlet egemen
olacak, üretimle tüketim arasındaki denge de
istatistiklere göre hazırlanan planlarla
sağlanacaktır. Böyle olursa gelirler daha eşit
esaslara göre dağıtılacak ve beklenen refaha ve
mutluluğa kavuşulacaktır.
Sosyalistler arasında başlıca üç akım göze çarpar:
İdealist karakterdeki akımı, Fransız sosyalistleri
temsil eder. Bilimsel sosyalizmin temsilcisi ise
Kari Marx'tır. Üçüncü akımı ise, Marx'ın
düşüncelerine bağlılıkta aralarında büyük farklar
bulunan Marx'ın öğrencileri temsil etmektedirler.
Bunların hepsini burada ele almamıza olanak yoktur.
Saint Simon ve Fourier gibi Fransız ve Robert Owen
gibi İngiliz düşünürlerinin romantik sayılan
bazı görüşlerle sosyalizmin öncüleri
arasında sayılabileceklerine işaret ettikten
sonra, Sismondi ve Proudhon'un görüşleri
üzerinde kısaca durabiliriz.
Bunlar toplumda yapılacak değişikliklerde insan
iradesinin egemen gücünü inanmaktadırlar. Adalet ve
hukuk düşünceleri içinde iktisadî kurumların tedrici
fakat gittikçe artan bir hızla değiştirilmesini
isterler.
1
- Sismondi, Jean Charles Sismondi de (1773-1842)
Sismondi, toplumun "burjuva" ve "proleter" olarak
iki sınıfa ayrıldığını, bu iki sınıfın çıkarlarının
çelişik olduğunu söyler; liberal felsefenin tabii
uyum anlayışına karşı çıkar. Üretim ve servet
temerküzü, kanısınca, bu ayrımı daha da
şiddetlendirmektedir. Toplumsal sınıflar ve temerküz
kuramıyla Marx'a öncülük eden Sismondi, ekonomik
krizlerin nedenini de buna bağlar.
Sismondi'ye göre, üretim sürecinin kesintisiz devam
edebilmesi için, üretimle tüketim arasında denge
olmalıdır. Oysa, kapitalist üretim biçimi üretim
kapasitesini ve malları artırmakta, fakat üretimdeki
toplumsal ilişkiler, tüketimin gelişmesine set
çekmektedir. Üretim güçleri arttıkça, kapitalle
emeğin payı ve üretimle satış arasındaki fark
büyümektedir. Çünkü, üretim artışı, emekçinin
payının geçimlik tüketimiyle sınırlı olmasıyla bir
arada gitmektedir. Kapital, niteliği gereği, üretimi
sürekli olarak artırmak eğilimindedir. Oysa, emekçi
talebi yetersiz kalınca, devresel üretim fazlası
ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan makinalaşmanın
yol açtığı işsizlik, emekçinin satın alma gücünü
daha da azaltmaktadır. Ne kapital, ne de emek,
azalan taleple karşılaşan sanayilerden geri
çekilebilir. Dolayısıyla, sabit kapital bu alanlarda
kalacak; işçiler daha uzun çalışma saatlerini ve
daha düşük ücretleri kabul edecek, üretim de aşırı
olmaya devam edecektir.
Sürekli ekonomik krizlere sürüklenen kapitalist
sistem karşısında, Sismondi, laisser-faire'in
anlamsızlığını, devletin müdahale gereğini ileri
sürüyordu. Ekonomi politikasının amacı, emekle
mülkiyetin birleştirilmesi, üretim ve tüketim
arasındaki dengesizliğin giderilmesi olmalıydı.
Fakat, bunun çaresi, üretim araçlarında özel
mülkiyetin yok edilmesi değil, küçük çiftçi,
zanaatkar gibi "küçük burjuva"nın yaratılmasıydı.
Böylece büyük kapitalist girişim dağıtılırken, aynı
zamanda sanayileşme süreci de, makinalaşma süreci de
yavaşlayacaktı. Bu yöntemle, sistemin
aksaklıklarının giderileceğine inanıyordu.
2 - Proudhon, PJ. (1809-1865)
P. J. Proudhon, sosyalist düşünceye
Sismondi'den çok daha önemli katkılarda bulunmuş bir
Fransız düşünürüdür. Proudhon devlete nefreti ve
özgürlüğe bağlılığıyla, devletin fonksiyonlarını
azaltmak istemesiyle nitelenebilir. Ekonomik
krizlerle sarsılan toplumu, belirli bir hedefe
erişmek üzere, toplum güçlerinden sağlanacak
dengeyle kurtarmak istiyordu. Fikirleri, özgürlüğü
korumak istemesi itibariyle, liberal felsefeye
bağlıdır. Fakat, erişmeyi düşündüğü dengenin,
otomatik ve tabii olmayıp, iradi olarak
gerçekleştirilebileceğine inandığından, sosyalist
eğilimlidir. Faizi ve rantı "hak edilmemiş gelir"
olarak nitelemiş ve yermiştir; faizsiz kredi
sisteminin uygulanmasıyla ve büyük sanayinin işçi
birliklerine devredilmesiyle, sistemin
aksaklıklarının giderilebileceğine inanmıştır.
Proudhon'un tüm düşüncelerinin temelinde adalet
fikri yatmaktadır. Ona göre, insan yaşantısının en
üstün ilkesi adalettir. Adaletin sağlanması ise
eşitlik ve denge demektir. Fakat, sosyal yaşamda,
hatta doğada eşitsizlikler ve dengesizlikler vardır.
Yani, adalet fikri ile çelişik durumlar ortaya
çıkmaktadır. İşte Proudhon, bu çelişkileri ortadan
kaldıracak doğru fikirleri bulmaya çalışmıştır.
Yoksa bu adaletsiz sonuçlan yaratan "sosyal
kurumları" ortadan kaldıracak siyasal araçları
değil.
Mülkiyet hakkı üzerinde de önemle duran Proudhon
"Mülkiyet hırsızlıktır" (La propriete, c'est le vol.)
tanımlaması ile ün yapmıştır. Proudhon aslında
mülkiyet hakkının özüne değil, fakat kapitalist
düzen içindeki uygulanışına itiraz ediyordu. Çünkü,
ona göre "emek" değer yaratan tek unsurdu ve herkes
kendi emeğinin karşılığına tam olarak sahip
olmalıydı. Kapitalist düzende ise, emek karşılığı
olmayan "kazanılmış" gelirler vardı: Rant, faiz ve
kâr gibi... Bunlar işçinin emeğinden çalınmış
paylardı. Bunların ortadan kaldırılması ve mülkiyet
hakkının yalnız emekçilere tanınması gerekirdi.
Mülkiyet konusunda, Sismondi'ye benzer fikirleri
nedeniyle, Marx, Proudhon'u "küçük burjuva" (petit
bourgeois) olarak nitelemiştir. Proudhon 1846'da
"Ekonomik Çelişkiler ya da Sefaletin Felsefesi"
adını taşıyan önemli bir eser yayınlamıştı. Kari
Marx buna derhal "Felsefenin Sefaleti" adlı
yapıtıyla yanıt vermiştir.
3
- Bilimsel Sosyalizm ve Marx
Adaletin ve barışın hüküm sürdüğü bir toplum öneren
Platon'dan toplumda burjuva ve proleterler
arasındaki sınıfsal çıkar çatışmasını anlatan
Sismondi'ye; teknokratların egemen olduğu güdümlü
ekonomi fikrinin savunucusu Saint-Simon'dan
falanjların yaratıcısı Fourier'e; "Sefaletin
Felsefesi" yazarı anarşist Proudhon'dan kooperatif
hareketin öncüsü Owen'e; devlet sosyalizmini öneren
Rodbertus'tan demokratik sosyalizme inanan Lassale'a
kadar sayısız düşünür, filozof, siyasetçi, ekonomist
ve yazar toplumdaki çelişkilerden rahatsız olmuşlar
ve gördükleri sorunlara çözüm getirmeye
çalışmışlardır. Fakat bunlar, tutarlı kuramlar
kuramamış, kapitalizmin sistemli bir eleştirisini
yapamamışlardır. Gelecek hakkındaki görüşleri ise
gerçeklerden uzak kalmıştır. Nitekim, Marx ve Engels
bunların bir kısmını (Saint -Simon, Fourier ve
Robert Owen) "ütopist sosyalist" diye niteleyerek,
gerçekçilikten uzaklıklarını belirtmek istemiştir.
Bununla birlikte, kapitalizmin ilk eleştirisini
yapan bu düşünürlerin sosyalist düşünceye yaptıkları
katkıyı hiç bir şekilde küçümsemek mümkün değildir.
Liberalizme karşı doğan tepkiler içinde, felsefesi
ekonomi kuramı ve politikası sistemiyle bütünlüğü
olan bir öğreti yalnızca Marksizm olmuştur. Marx'ın
(1818-1883) eseri (Le Capital) tamamen sosyal
gelişmeye ve özellikle kapitalist rejimin yerini
kollektivizm'in almasına ayrılmıştır. Birbirini
bütünleyen bir seri tezlerle gelişmenin sosyolojik
temellerini, ekonomik nedenlerini ve gelişme
şekillerini açıklamaktadır. Bu incelemeler sonunda,
kapitalist sistemin belli bir aşamaya varmasından
sonra yerini sosyalizme bırakacağını kanıtlamaya
çalışmaktadır. Böylelikle daha önceki sosyalist
düşünürlerden ayrı olarak, sosyalizmi hayali bir
rejim ya da gerçekleştirilmesine çalışılan bir ideal
olarak görmemekte, insanlığın gelişme ve ilerleme
tarihi üzerinde yaptığı incelemelerin bir sonucu
olarak sosyalizme gidileceği görüşünü bilimsel
çalışmalarla ortaya kovmak istemektedir. Bundan
dolayı Marx'ın sosyalizmine, bilimsel sosyalizm adı
verilir.
Kari Marx, felsefi görüşlerinde Hegel'in ekonomik
görüşlerinde Klasik İngiliz İktisatçılarının
düşüncelerinden büyük ölçüde yararlanmış ve fakat
onlarınkinden çok farklı bir düşünce sistemi ortaya
koymuştur.
Gerçekten Adam Smith'e göre, "millet, ancak doğal
kanunlara saygı göstererek, bunları gözlem altına
alarak zenginleşebilirdi. "Marx da, insanın yaşama
koşullarının, ekonomik mekanizmaya karşı çıkılarak
değil, fakat bu mekanizmaya dayanılarak
iyileştirilebileceğinin mümkün olduğu görüşündedir.
Doğaya, ancak ona uyularak egemen olunabilir.
Böylece sosyalizmin gelişimi kapitalizmin vakitsiz
olarak baş aşağı gelmesinden beklememekte,
gelişmenin süratlenmesinden beklemektedir, istediği
şey, gelişmenin hızlandırılmasıdır. Düşüncesine
göre, insan tarih yapısıdır ve tarih yaratmaktadır.
Marksizmin temel taşı tarihin bir yorumudur. Bu
yoruma göre, fikirlerin ve kurumların açılıp
gelişmesi üretim ve değişim araçlarının gelişimi ile
açıklanmaktadır.
Toplumda verimli (prodüktif) güçlerin oluşturduğu
bir alt yapı ile edebiyatı, sanatı, hukuku ve dini
kapsayan bir üst-yapı vardır. Altyapı, üstyapıya
egemendir. Maddi ve teknik yaşamın koşulları sosyal,
politik ve dinî kurumlarla ahlakı ve töreyi tayin
eder. Toplumlarda altyapı zamanla değişir, üretim
teknolojisi değiştikçe "üretim ilişkileri" de
değişir; bunun sonucu olarak kurumsal çerçevenin,
yani üst-yapının da değişmesi gerekir. Bu değişme
süreci ise, bir "tez, antitez, sentez" aşamalarından
geçer. Bu, Marx'ın ünlü "diyalektik" görüşüdür ve
esas itibariyle Hegel'in diyalektiği ile aynıdır.
Bir önemli fark ile ki, Hegel'de toplumların
yaşamını düşünceler yönlendirir; Marx'ta ise, "maddi
koşullar" bütün değişmelerin motoru sayılır.
Tarihi maddeciliğin sonucu olarak her devrede egemen
bulunan üretim koşulları toplumu birbirine zıt iki
sınıfa ayırmaktadır. Bunlardan biri diğerini
sömürür. El ile çevrilen değirmen topluma efendi ve
köle verir. Su değirmeni aşamasında toplumda serfler
(köle değerinde, efendiye bağlı toprak işleyen
köylü) ve derebeyler oluşur. Değirmen buharla
çevrilmeye başlanınca, toplum derhal sanayici
kapitalistlerle ücretle çalıştırılan işçiler olarak
iki sınıfa ayrılır. Bugün üretim araçları
kapitalistlerin elindedir. Bunları proleterler
(emekçiler, işçiler) kullanmaktadırlar.
Kapitalistler proleterleri sömürürler. Proleterler
kendilerini yaşatmak için gerekli bulunan çalışma
miktarına bir süper (fazladan) emek ve çaba eklemek
zorundadırlar. Bu ek, süper çalışma, kendilerini
baskı altında tutanları zenginleştirmek içindir.
Bunun karşılığı verilmemektedir. Bu iki sınıf
arasındaki çatışma, her zamankinden daha
şiddetlidir. Çünkü uluslararası bir niteliği vardır.
İşçi sınıfı kentlerde toplanmakta ve kurbanı olduğu
haksızlık ve kötüye kullanmalara karşı daha duyarlı
bulunmaktadır.
Kapitalist rejimdeki kötüye kullanmalar, bu rejimin
ortadan kalkmasını hızlandıracaktır. Ortadan kalkan
rejim, yerini önce sosyalist, sonra komünist toplum
düzenine bırakacaktır.
Kapitalizmin nasıl işlediği ve kendi iç çelişkileri
ile nasıl yıkılacağı ve bu yıkılışı çabuklaştırmak
için de neler yapılabileceği konularında gerekli
bilgilere sahip olabilmek içindir ki Marx ekonomi
bilimi ile ilgilenmiştir. Para, sermaye, değer,
bölüşüm, ekonomik gelişme konularını daha çok bu
açıdan ele almıştır.
a) Marksist Emek - Değer Kuramı
Bu kuram doğrudan doğruya Ricardo tarafından formüle
edilen klasik kuramdan çıkmaktadır. Ricardo,
"emek-değer kuramı "m açıklarken, uzun vadede her
malın değerini, onu elde etmek için harcanan emek
miktarına eşit olacağını söylemiş, toprağın maliyet
unsuru sayılmaması gerektiği ve sermayenin de
"birikmiş emek" sayılabileceği görüşünü ortaya
koymuştu. Marx, Ricardo'nun bu kuramını
sistemleştirir; kullanma değeri ile değişim değeri
arasında ayrım yapar; emeğin evrensel ve tarihsel
niteliklerim belirtmek suretiyle, kuramını
geliştirir.
Emeğin en evrensel niteliği, bir veya diğer yoldan
doğa ürünlerini elde etmeye yönelme i, bütün
toplumsal yapılardan bağımsız olarak, insan
varlığının doğal bir koşulu olmasıdır. Bu anlamda
emek, toplumsal istekleri doyuracak kullanma değeri
olan metalar yaratır. Kullanma değeri, herhangi bir
metanın somut değerinden ve niteliklerinden
ayrılmaz. Kapitalist ekonomide, ekonomik etkinliğe
konu olan metalarm, maddi (fiziksel)
niteliklerindeki farklara karşılık olan kullanma
değeri farkları vardır. Kul^nma değeriyle metalar,
tüketimle amaçlarını gerçekleştirirler. Bunun
yaratıcısı olarak emek, tek üretici değildir; doğal
kaynaklar olmaksızın uygulanamaz. Sonuçta bu kurama
göre, malların değeri, bunların yapır için orta
kabiliyette ve orta gayretteki bir işçinin harcadığı
iş saatleri ile ölçülür.
b)Artık-Değer Kuramı (Fazla Değer)
Artık-değerin kaynağı emektir. Nasıl Fizyokratlara
göre, net hasıla yaratan emek-toprak ilişkisi
idiyse, Marx'a göre de fazla değer yaratan,
emek-sermaye ilişkisidir.
Emek gücü de, diğer mallar gibi, değeri, üretimi ve
üremesine göre "toplumsal bakımdan gerekli
emek-zaman" ile ölçülen bir maldır; yani emek
gücünün değişim-değeri, emekçinin tüketiminin
içerdiği "toplumsal bakımdan gerekli emek-zaman" ile
belirlenmektedir. Kapitalist, emek gücünü satın alıp
üretimde kullandığında, bunun kullanılma kıymetine,
yani emeğin tüm üretimine sahip çıkmakta, fakat
ücret olarak değişim-değerini ödemektedir. Emek
gücünün değişim değeriyle kullanma değeri arasında,
ikinci lehine olan fark "artık-değer"i oluşturur.
Örneğin, emekçinin bir günlük tüketimi için gerekli
emek-zaman 4 saatse, emek gücünün değişim değerinin
ölçüsü bu olacaktır; fakat, emekçi günde 8 saat
çalışıyorsa kapitalist, kullanma değerini elde
ettiği için, aradaki 4 saatlik fark kapitalistin ele
geçirdiği artık-değerdir. Emek gücüne
değişim-değerini öderken, bunun yarattığı
kullanma değerini elde etmesi, kapitaliste,
"artık-değer" sağlar.
Sabit ve değişken kapital içinde, artık-değer
yaratan, sadece değişken kapitaldir; üretim süreci
sonunda (c+v), (c+v+s) durumuna gelmektedir. Toplam
artık-değer, sömürme oranı (haddi), (s/v) ve
kullanılan değişken kapital miktarına, yani
kullanılan işçi sayısına bağlı olduğu için, iki
belirleyici etken söz konusudur. Buna göre, toplam
artık-değerin artabilmesi için, eğer bu etkenden
biri azalırsa, diğerinin bu azalışı tamamlayacak
şekilde büyümesi gerekir. Aynı zamanda, her
kapitalistin elde edeceği artık-değer, değişken
kapitalle orantılı olacak demektir. Ne var ki, her
kapitalist, daha az değişken kapital kullandığında
daha düşük bir kâr oranı elde etmediğini de
bilmektedir. Böylece, kapitalist toplumda, yaratılan
toplam artık-değerle her kapitalistin elde ettiği
kâr oranının aynı kurallara bağlı olmadığı gibi
garip bir durum ortaya çıkmaktadır.
Şimdi, basit bir örnekle, işçinin değişim-değeriyle
kullanma değeri arasındaki farka göre, artık-değer
oranı (sömürme oranı)nın nasıl değiştiğini ve
"mutlak artık-değer"le, "nisbi artık-değer"
kavramlarını görelim:
Satın alınan emek gücü (v) |
Satılan emek ürünü (s+v) |
Artık-değer (iş
saati itibarıyla)
(s) |
Artık-değer
oranı (haddi)
% (s/v) |
6 saat |
10 saat |
4 |
%66 |
6 saat |
11 saat |
5 |
%83 |
6 saat |
12 saat |
6 |
%100 |
Satın alınan emek gücü, yani emeğin değişim-değeri
örnekte 6 saatten ibarettir; bu, emeğin bir günlük
geçimlik tüketiminin üretimi için yalnız 6 saat
gerektiğini gösterir. Fakat emek, bir gün içinde
bundan çok daha fazla saat çalışabilmektedir.
Örnekte görüldüğü gibi, değişim değeri veri iken,
çalıştığı saatler arttıkça iş saati olarak
artık-değer ve artık-değer oranı yükselmektedir.
Artık-değeri çoğaltmanın bir yolu, örnekten de
anlaşılacağı gibi, çalışılan saatleri, işgününü
uzatmaktadır. Artık-değer artışı eğer işgününün
uzatılmasına dayanıyorsa, buna "mutlak artık-değer"
denir. İkinci bir yol, emeğin geçimlik tüketimi için
gerekli iş saatlerini azaltmaktır; buna dayanan
artık-değer, "nisbi artık değer"dir. Bu da, emeğin
geçimlik tüketim mallarını üreten kesimlerinde, emek
veriminin artmasına bağlıdır. Fakat, yalnız emeğin
geçimlik tüketim mallarında değil, diğer herhangi
bir alanda veriminin artması da, tek bir kapitalist
için, nisbi artık değeri büyütür. Çünkü aynı emek
gücüyle daha fazla birim mal elde edebilir; malın
değişim değeri azalır. Eğer diğer kapitalistler emek
verimini aynı ölçüde yükseltmemişse, toplumsal
bakımdan gerekli emek miktarı azalmayacak,
dolayısıyla da emek verimini yükselten kapitalist
için, artık-değer büyüyecektir.
Nisbi artık-değer kavramı, Marksist sistemde çok
önemlidir. Nedeni, emek verimiyle doğru orantılı
olması dolayısıyla, tek tek kapitalistlerin,
artık-değeri arttırmak için emek verimini yükseltmek
istemelerinin kaynağını göstermesidir; üretim
tekniği değişmelerini uygulamaları için gereken
öncüleri ortaya koymasıdır. Ne var ki, kapitalistler
arasındaki yarış dolayısıyla, yeni üretim tekniği
hepsince kabul edildiğinde, nisbi artık-değer
farkları ortadan kalkar; her kapitalist kendi
artık-değerini yükseltmek için, üretim tekniği
değişmesini uygulamak baskısı altındadır.
Emeğe ödenen ücretler, gerçekte, emeğin değişim
değerine de bağlıdır. Fakat, ücret sözleşmesi,
emekçiyle kapitalist arasındaki gerçek ilişkiyle
gizlendiği için, ücret, görünüşte, emek gücünün
değil de, emeğin değerini temsil ediyor kanısını
uyandırır.
Marx, artık-değer kuramıyla, kapitalizmde değişim
yasalarının sömürmeye nasıl yol açtığını ortaya
koymak istemektedir. Buna göre, kapitalizm, önce
köylü ve zanaatkarı üretim araçları mülkiyetinden
yoksun bırakır; emeğinden başka satacak hiçbir şeyi
olmaz duruma getirir; sonra da sömürür. Çünkü emekçi
ürettiği kıymeti değil fakat mal olduğu değeri elde
eder; birinci lehine fark olduğu sürece de, bu
artık-değer olarak kapitaliste kalır. Başka bir
deyişle, emek, topluma mal olduğundan çok daha büyük
ürün yaratmakta, aradaki fark, diğer bir sınıfın
gelirini oluşturmaktadır. Bugünkü deyimle, emeğin
ulusal gelir içindeki payı, geçimlik tüketimi
civarındaki ücretle belirlenmektedir.
Marx'm "Emek-Değer" Kuramı, Ücret Kuramı, Kâr
Kuramı, para ve faiz ile ilgili görüşleri,
kapitalist ekonominin işleyişi ve gelişmesi
konusundaki görüşleri ve çeşitli "kriz kuramları",
hepsi de birbirini tamamlayan bir düşünce yapıtını
meydana getirirler. Bunların ayrıntılarına girmek
burada yapılabilecek bir şey değildir. Burada şu
kadarına işaret etmekle yetinelim: Marx'ın ekonomi
bilimine ve özellikle sosyalist düşünce akımına
etkisi önemli olmuştur. Onun kriz kuramı ve gelişme
kuramı üzerindeki düşünceleri çağımız
ekonomistlerini de etkilemiş, yeni çalışmalara ışık
tutmuştur.