Türkiye Ekonomisi

Dünya Ekonomisi

Osmanlı Ekonomisi

Finansal Ekonomi

İşletme Ekonomisi

Hizmet Ekonomisi

Kalkınma Ekonomisi

Tarım Ekonomisi

Borsa ve Yatırım

Ekonomi Sözlüğü

Ekonomi Ders Notları

Ekonomi Düşünürleri

Genel Ekonomi Soruları

Özel İstatistik Arşivi

Özel İktisat Konuları

Açık Öğretim İktisat

Ekonomi Kurumları

Kamu Yönetimi

Kamu (Devlet) Maliyesi

Sigortacılık Konuları

Türkiye İktisat Tarihi

Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

Forex Piyasaları

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

IMF Destekli Enflasyonu Düşürme Programı

Türkiye enflasyonu aşağıya çekmek, istikrarlı bir büyüme sağlamak ve kamu açıklarını azaltmak maksadıyla ekonomide bir kısım yapısal reformlar yapmak, piyasa ekonomisinin daha iyi işlemesini sağlamak, kamunun ekonomideki etkinliğini daraltmak, özelleştirmeyi hızlandırmak ve mali sektörün yeniden düzenlenmesini sağlamak amacıyla 1998’de “Yakın İzleme Anlaşması” yapmıştır (Karabıyık, Uçar, 2010:45).

 

Türkiye 1999 yılı Aralık ayında niyet mektubu ile gerçekleştirilen 2000 Enflasyonu Düşürme Programı’na çok olumsuz şartlar altında başlamıştı. 1997 yılında Asya ülkelerinde başlayan ve tüm dünyada hissedilen Asya Krizi ve bu krizin bir uzantısı olan 1998 Rusya Krizi ve ardından 1999 Ağustos ayında yaşanan Marmara depremi üst üste gelen problemler ve bu problemlerin ülke ekonomisinde yarattığı hasarlar, var olan kökleşmiş sorunların sürdürülemez hale gelmesine neden olmuştur. Ortaya çıkan bu gelişmeler, reform niteliğinde yeni bir başlangıç yapılması fikrinin oluşmasına yol açmıştır. Bu çerçevede ele alındığında, IMF ile hazırlanan Enflasyonu Düşürme Programı üç ana başlık altında toplanabilir: kamu reformu, döviz kuru nominal çapasına dayalı para programı, sosyal güvenlik, özelleştirme ve tarım kesimine yönelik yapısal nitelikli dönüşümler (Tunalı, 2011:217).

 

Enflasyonu Düşürme Programı’nın sonuçları değerlendirildiğinde; özellikle enflasyon oranında net bir düşmenin yaşandığı görülmektedir. Ancak enflasyonun ilk aylarda beklendiği kadar hızlı bir şekilde kur sepeti artışına intibak edememesi, Türk Lirası’nın değerlenme sürecini başlatmıştır. Türk Lirası’nın değerlenme süreci, reel faiz oranlarındaki düşüşle birlikte tüketim harcamalarının hız kazanmasıyla ortaya çıkan ithal tüketim malı talebi ve büyüme sürecine giren ekonominin ara ve yatırım malı talebiyle birleşince, 2000 yılında ithal patlaması yaşanmasına neden olmuştur. İthalattaki hızlı artışa rağmen, ihracatın yeterince artırılamaması sonucu oluşan cari açık, sermaye girişine rağmen ancak 2000 yılı Kasım ayına kadar sürdürülebilen programın en zayıf bacağını oluşturmuştur. Yaşanan Kasım krizi nedeniyle önemli bir kredibilite kaybına uğrayan program; yaşanan olumsuz siyasi gelişmelerin tetiklemesiyle, MB döviz rezervlerinin hızla gerilemesi ve çok yüksek seviyelere ulaşan faiz oranlarının yarattığı maliyetlerin katlanılabilecek düzeyleri aşmasına bağlı olarak 22 Şubat 2001 tarihinde nominal çapa uygulamasının sürdürülebilme koşullarının ortadan kalktığının ilan edilmesiyle ve giderek derinleşen bir krizle noktalanmıştır (Pekkaya, Tosuner, 2006:57-58).

 Programın Temel Nitelikleri

 

IMF verilen Niyet Mektubu’nda enflasyon oranı 2000 yılında %20, 2001 yılı sonunda %10 ve 2002 yılında yani üç yıllık programın sonunda, oran %5’e düşmüş olacaktı. T.C. Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel, programın dört temel unsurunu şöyle açıklamıştı (Tokgöz, 2001b:270);

Sıkı maliye politikası,

Enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası,

Kur ve para politikası,

Siyasi iradenin desteği.

Programın bütçe dayanağında vergi gelirlerinin artırılması yoluyla faiz dışı fazlanın yükseltilmesi ve Hazine’nin iç borçlanma yükünün ve dolayısıyla faizlerinin düşürülmesi temel yaklaşımdı. Bu yaklaşımı desteklemek amacıyla dış borçlanma artırılarak iç borçlanmanın yerine ikame edilecek ve ortaya çıkacak finansman boşluğu artan vergi gelirlerinin yanı sıra dış borçlanma artışıyla doldurulacaktı (Eğilmez, Kumcu, 2011:353).

 

2000-2002 döneminde uygulanacak olan döviz kuru politikası iki ana döneme ayrılmaktadır. İlk 18 aylık dönemde Merkez Bankası tarafından uygulanan kur politikası enflasyon hedefine yönelik günlük kur ayarlaması esasına dayanmıştır. 1 ABD Doları + 0,77 EURO olarak takip edilen kur sepeti artış oranı günlük bazda bir yıllık bir süreyi kapsayacak şekilde açıklanmış ve tüm işlemler önceden belirlenmiş değerler üzerinden yapılmıştır. Bu kapsamda, kur sepeti günlük artış oranları yıllık %20 oranında hedeflenen TEFE artış oranına göre ayarlanmış ve günlük değerleri ilan edilmiştir. Çeyrekler itibariyle, Türk Lirası’nın kur sepeti karşısındaki değer kaybı 2000 yılının ilk üç ayında aylık %2,1, ikinci üç ayında %1,7, üçüncü üç ayında %1,3 ve dördüncü üç ayında %1 olması öngörülmüştür. İlk dönem döviz kuru politikası uygulamasında, Merkez Bankası her üç aylık dönem sonunda, ilk 9 aylık dönem için ilan edilen sepet kur artış değerleri aynı kalmak koşuluyla ilave 3 ay için yeni hedef değerleri ilan etmiştir. Bu çerçevede ilan edilen kur artış değerleri 2001 yılı ilk üç ayı için aylık %0,9 olarak belirlenmiş, takip eden aylarda da bu oran %0.85 olarak ilan edilmiştir (Kadıoğlu, Kotan, Şahinbeyoğlu, 2001:4).

 

Uzun yıllardır süren enflasyonun beklentilere endeksli “yapışkan” türden bir enflasyon olduğu öngörüsüyle ve bütçe açıklarının gerek faizlerin yüksekliği, gerekse de vadelerin kısalığı nedeniyle, program kamu maliyesi, para ve döviz kuruna ilişkin yapısal tedbirlerin yanı sıra, ücret ve fiyat kontrolleri ile de desteklenmiştir. Kamuda ücret artışının %25’lerle sınırlandırılması gibi önlemlerle de, programa yarı heterodoks bir nitelik kazandırıldığı söylenebilir (Bilgin, Karabulut, Ongan, 2002:43).

Tespit edildiği gibi enflasyonun temel kaynağı kamu açıklarıydı ve bu açıkların kapanması için tedbir almak isteniyordu. Bu nedenle bir yandan kamu harcamalarının azaltılması, diğer yandan vergi gelirlerinin artırılması hedef alınmıştı. Aynı zamanda IMF’den alınacak uzun vadeli kredilerle yüksek reel faizli ve kısa vadeli iç borçların azaltılması düşünülüyordu. Faiz dışı bütçe fazlasının 7,5 milyar doların üstünde olması için çalışılıyordu. Döviz kurlarının normal çapa gibi kullanılması kararlaştırılmış para politikası olarak Merkez Bankası’nın net iç varlıklarına sınırlama getirilmişti (Gürsoy, 2009:181).

 

İstikrar paketinin ikinci ayağı “döviz çıpası”na geçişti. Yine “para kurulu” sistemini andırır biçimde, döviz fiyatındaki artışın enflasyon hızının altında kalması sağlanacaktı; böylece, döviz fiyatındaki istikrar bir yandan dış sermaye girişini pompalarken, bir yandan da enflasyon hızını aşağı çekecekti (Kazgan, 2012:227). Döviz kuru çıpası kullanılması, enflasyonun kontrol altına alınmasında iki görev üstlenmektedir. Birinci görev maliyetleri kontrol altında tutmaktır. Türkiye’de sanayi önemli oranlarda ithal girdiye muhtaçtır. İthal girdi fiyatlarının çıpa ile kontrol altında tutulması maliyet enflasyonunu dizginleyebilecektir. İkinci işlev ithal malların “terbiyevi” etkisidir. Serbest dış ticaret rejimi uygulandığında yerli mallar ithal mallarla rekabet etmek zorundadır. Döviz kuru çıpası kullanıldığında ithal rakip malların fiyatları kontrol altına alındığından, yerli mallarının fiyatlarının artırılması güçleşmektedir. Muhtemelen Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesi enflasyonun kontrol altına alınmasında önemli bir etken olmuştur (Ertuna, 2008:22).

Karluk(2006)’a göre, programın ana hatlarını altı başlık altında toplamak mümkündür (Karluk, 2006:69):

Sıkı bir maliye politikası uygulayarak (vergi gelirleri artırılarak) ve kamu harcamaları kısılarak, bütçede oluşacak faiz dışı fazlayı artırmak,

 

Özelleştirmeyi hızlandırarak, özelleştirme gelirleri ile iç borç stokunun büyümesini önlemek ve iç borç stokunu azaltmak,

Enflasyon hedefi ile uyumlu gelir politikası izleyerek, özellikle ücret gelirlerinin öngörülen enflasyon hedefinin üstünde artmasını engellemek,

Enflasyonun düşürülmesine odaklanmış kur ve para politikası izlemek,

Kamu kuruluşlarının, açıklanan kur sepeti ve enflasyon hedefi paralelinde fiyat artışları yapmalarını sağlayarak kamu kesiminden enflasyon üzerine gelebilecek baskıyı gidermek,

• Merkez Bankası’nın açıkladığı kurlardan 2000’den sonraki 18 ay içinde Türk Lirası getiren herkese döviz satmak, döviz getiren herkese de açıkladığı kurdan Türk Lirası vermek.

Uygulama Sonuçları

 

IMF ile yapılan anlaşma çerçevesinde uygulamaya geçirilen Enflasyonu Düşürme Programı ilk sekiz ay olumlu gelişmeler kaydetmiş ancak Türkiye’nin önemli yapısal sorunlarına ilişkin önlemlerin alınmaması ve piyasalardaki gelişmelerin doğru şekilde analiz edilip yorumlanamaması programın sorunlu yanlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Programın uygulanmaya başlamasından sonraki sekiz ay içerisinde 10 milyar dolardan fazla sermaye girişi olmuş, ancak cari işlemler açığı 7 milyar dolara ulaşmıştır. Enflasyon, yıl başında %66,7’den üçüncü çeyrekte %48,4’e düşmüş ancak programa göre bu düşüşün yeterli olmaması Türk Lirası’nın değer kazanmasına yol açmıştır. Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesi ise ihracatın olumsuz etkilenmesi ve ithalatın artması şeklinde çift yönlü bir dengesizliğin meydana gelmesine neden olmuştur (Tunalı, 2011:219).

 

Döviz kuru temelli enflasyonla mücadele programları, pek çok ülkenin 1990’lardaki deneyimi (Asya Krizi ülkeleri, Türkiye, Meksika) “çapa” ile çıkmaz sokağa girileceğini gösteriyordu. Gerçi program 2001’de “bant” sitemine geçilmesini öngörüyor, çapanın üç yıl devam edemeyeceğini kabul ediyordu; ama aradaki fırtınayı da hiç tahmin edememişti. Özellikle petrol varil fiyatının bir ara 40 dolara fırlamasıyla enflasyonun inmesi beklenen düzey (yıl sonu TEFE için %20) gerçekleşmedi; 2000’in ilk yarısında %62-63 iken yılın bütününde %51,4 oldu. Bu arada cari açık giderek büyüdü, yıl sonunda toplam 9,8 milyar dolara vararak tarihsel bir rekor kırdı. Açıkların büyüdüğü süreçte ortaya çıkan devalüasyon beklentisiyle, hem dış sermayenin hem yerli sermayenin kaçışını tetikledi. Oysa 2000 yılı bütçesinde faiz dışı fazla/GSMH oranı %5,3 ile donuk kalmıştı (Kazgan, 2009:412).

Programın uygulanmaya konulmasıyla birlikte faiz oranları beklentilerin üzerinde hızla gerilemiş, enflasyon önemli ölçüde yavaşlamış, üretim ve iç talep canlanmaya başlamıştır. Ancak, enflasyonun programda öngörüldüğü hızla düşmemesi sonucunda Türk Lirası’nın beklenenin üzerinde reel değer kazanması, iç talepte görülen hızlı canlanma, ham petrol, doğal gaz gibi enerji fiyatlarındaki artış ve Euro/USD paritesindeki gelişmeler sonucunda 2000 yılında cari işlemler açığı öngörülen düzeyin önemli ölçüde üzerine çıkmıştır. Bu gelişme iç ve dış piyasalarda mevcut kur sisteminin sürdürülebilirliği ve cari işlemler açığının finansmanı konusundaki endişeleri artırmıştır (Ermişoğlu, 2011:13).

Buna göre programın maliye ve para politikalarına büyük oranda uyulmasına rağmen, programın yapısal nitelikli düzenlemeleri istenilen şekilde gerçekleştirilememiştir. Enflasyonun beklenen oranda düşmemesi, Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesi, cari işlemler açığının büyümesi ve bankacılık sektörünün kırılganlığının artması devalüasyon beklentisinin artmasına neden olmuştur. İlgili reformların eksikliği ise bankacılık sektöründen başlayarak kendini göstermiş ve Kasım 2000 krizine neden olmuştur (Çörtük, 2006:72).

Programın uygulanmaya başlaması ile ortaya çıkan olumlu havanın da etkisiyle kamu kâğıtları faiz oranlarındaki hızlı düşüşle birlikte bankalar kurumsal ve bireysel kredi arzını artırmaya başlamışlardır. Önceden açıklanmış döviz kuru politikası bankaların daha fazla döviz riski almalarını özendirmiştir. Öte yandan, kısa vadeli borçlanma ve mevduat faiz oranlarındaki düşüş portföy tercihinde Türk Lirası mevduat talebinin azalmasına neden olmuş; repo tercihi artmış, yabancı para mevduat talebinde ise önemli bir değişiklik olmamıştır. Kısa vadeli faiz oranlarının yüksek kalması nedeniyle kaynakların vadeleri kısalmıştır. Bankalar portföylerindeki kamu kâğıtlarını döviz kredisi karşılığı teminata vererek yurtdışından borçlanmışlardır (structured finance). Bu durum, doğrudan Türk Lirası riski almak istemeyen yabancı kurumsal yatırımcılar açısından repo yanında önemli bir başka fırsat yaratmıştır (Keskin, 2001:6)

Ancak, yılın ikinci yarısından itibaren programda öngörülen özelleştirme gelirlerinin gecikeceği ortaya çıkmıştır. Fon bankalarının nakit gereksinimlerindeki artış piyasalarda kaynak talebinin büyümesine neden olmuştur. Bu arada, cari işlemler açığının büyüdüğü bir ortamda yurtdışı borçlanma imkânlarının sınırlanmaya başlaması ve yıl sonuna doğru yerleşik bankaların döviz açık pozisyonlarını, yabancı bankaların da Türk Lirası pozisyonlarını küçültme çabaları kaynak arzının daralmasına neden olmuştur. Bu nedenle TL üzerindeki baskı artmış ve faiz oranları yükselmeye başlamıştır. Portföylerinde yüklü miktarda kağıt tutan bankaların fonlamada karşılaştıkları güçlükler ve ortalama bir yıl vadeli kağıtların ancak günlük repo ile fonlanabilmesi tehlikeli bir vade uyumsuzluğu yaratmış, likit kalma tercihleri yanında, artan likidite ihtiyacına karşılık Merkez Bankası’nın program hedeflerine sadık kalınacağı ve sisteme ek likidite verilmeyeceğini açıklaması nedeniyle faiz oranlarındaki tırmanma ivme kazanmıştır. Buna rağmen, döviz talebi sürmüştür. Bunun nedeni, faiz oranlarındaki yükselme nedeniyle, kamu kâğıtları teminat verilerek yapılan anlaşmaların yabancı bankalar tarafından bozulması ve/veya ek döviz fonlaması istenmesi olmuştur (Keskin, 2001:6)

Hedefin üstünde kalan diğer önemli büyüklükler enflasyon oranı, cari açık ve büyüme oranı olmuştur. Döviz kuruna dayalı istikrar politikalarında başlangıçta ekonominin canlanacağı, tüketimin artacağı, enflasyon oranının istenen hızda düşmeyeceği ve cari açığın ortaya çıkacağı, yani "önce genişleme-sonra resesyon" çevriminin olacağı, programı yapanlar tarafından beklense de, beklenmeyen iç ve dış etkenler hedeflerin aşılmasına yol açmıştır. Öte yandan bu sonuçlar, bir dezenflasyon politikasından genellikle daralma bekleyen pek çok kesimi de şaşırtmıştır. Öncelikle, döviz kurlarındaki sabitlemenin sonucunda faiz oranı paritesine göre faiz oranlarının düşmesi tüketimi tasarruflar aleyhine genişletmiştir. İkinci olarak, faiz oranlarındaki düşmeyle birlikte artan nakit talebi, halkın yabancı varlıklarını bozdurup yerli paraya geçmesine, Merkez Bankasının da para arzını arttırmasına yol açmış; bankaların da kredilerini (daha az riskli olduğu için özellikle tüketim kredilerini) genişletmesine neden olmuştur. Üçüncüsü, faiz oranlarındaki düşüş halkın (ve bankaların) ellerindeki menkul değerlerin (kamu kâğıtlarının) sermaye kazançlarını arttırmış ve gelecekteki vergi yükümlülüklerinin bu kazançları dengelemeyeceği düşünüldüğünden, bu servet etkisi de talebi canlandırmıştır (Yay, 2001:13).

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü - Gizlilik Politikası

Sağlık Bilgileri