Klasik Öncesi Ve Klasik iktisatçıların Kriz Açıklamaları
Klasik iktisat ekolü genellikle iktisat biliminin
gerçek anlamda doğmasına yol açan ekol olarak
tanınır. Ondan önceki ekoller o da eğer ekol
sayılırlarsa bir anlam-da iktisat öncesi, hatta
biraz metaiktisat olarak görülürler. Bunda haklılık
payı da vardır. Ancak iki konuyu vurgulamak
koşuluyla... İlk olarak belirtilmelidir ki klasik
iktisatçıların öne sürdüğü temel fikirlerin büyük
çoğunluğu kendilerinden önceki ekol-ler tarafından,
örneğin merkantilistler ve fizyokratlar tarafından
öne sürülmüştür. Bunları ve bunların yol açtığı
tartışmaları anlamadan çoğu kere klasik
iktisatçıların neyi neden tartıştıklarını kavramak
bile mümkün değildir. İkinci olarak klasik iktisat
ekolü de kendi içinde bir bütün oluşturmaz;
özellikle daha birinci nesilde bile Ricardo ile
Malthus arasında derin bir ayrılık gözlemlenir. Bu
ayrılık özellikle kriz teorisi açısından önemlidir
ve daha önceki kimi iktisatçıların fikirleriyle
yakından ilgilidir. Bu nedenle klasik iktisat ve
kriz teorisi konusunu incelemeye ister istemez eski
kimi filozof ve iktisat yazarlarının görüşlerine
atıf yaparak başlamak zorundayız.
Klasik Öncesi Dönem: Merkantilistler ve Fizyokratlar
İktisadi düşünce tarihi kitaplarında standart yöntem
Adam Smith ve Klasik Ekol öncesinde merkantilistler
ve fizyokratları inceleyerek başlamaktır. Aslında o
dönem iktisadi düşüncesinin öncesinde kuşkusuz bu
düşünce ‘ekol’lerinin dışında da etkili olmuş,
önemli başka akım ve düşünürler vardı. Özellikle
Aristo’nun ilkçağ ve Aqinalı Thomas’ın ortaçağ
skolastik düşüncelerinin iktisatla ilgili önemli
etkileri söz konusuydu (Blaug, 1988: 29). Fakat
konumuz açısından merkantilistler ve fizyokratlara
değinmek gerçekten de özellikle önemlidir. Çünkü bu
iki ekolün görüşleri ilk bakışta anlaşılmamasına
rağmen kriz konusu ile yakından ilgilidir.
Merkantilistler modern dönem iktisadında, tutarlı
bir düşünce sistematiğine sa-hip olmayan ve çelişik,
yanlış fikirler savunan kafası karışık yazarlar
topluluğu olarak sunuldu. Bunun birinci nedeni
onların ülkelerin zenginliğini kıymetli maden ve bir
anlamda para stoku ile ölçtüklerinin düşünülmesiydi.
Böylece onların para ile sermayeyi birbirine
karıştırdıkları söylenildi (Blaug, 1988: 17).
Gerçekten de 16. ve 17. yy.larda ortaya çıkan
merkantilist yazarlar ardı ardına paranın (altın ve
gümüş) bir ülkenin gerçek zenginliği olduğunu
düşündürten ve bunu elde etmek için de o ülkenin
dış ticaret fazlası vermesini savunan görüşler
belirttiler. Bu yazarların birçoğu çeşitli üst
düzey bürokratlar veya önemli tüccarlardı. Aynı
dönemde İngiltere, Fransa gibi Avrupa devletleri de
bugün merkantilist politikalar dediğimiz paralel
politikalar uyguladı. Hammadde ihracına kısıtlamalar
getirilirken mamul madde ithalatı zorlaştırıldı;
ihracat teşvik edildi. Kıymetli maden çıkışı
zorlaş-tırıldı. Bütün bu çabalar devletin ekonomiye
yoğun müdahalesi anlamına geliyordu. Zaten o dönemde
denizaşırı ticarette başarılı olmak güçlü bir ticari
askeri donanma sahibi olmaktan yani devlet gücünden
geçiyordu (Seyidoğlu, 2001: 14). Burada unu-tulmaması
gereken esasen devlet müdahaleciliğinin pek çok
merkezi ortaçağ impa-ratorluğunda, örneğin Osmanlı
Devleti’nde de alışıldık bir şey oluşudur.
Merkantilist politikalar ise bu devlet müdahalesinin
ihracatı ve madeni para girişini kolaylaştıra-cak
özel bir türde yapılıyor oluşu, yani bir özel hali
gibi düşünülebilir.
Klasik iktisatçılar, özellikle Adam Smith ve Ricardo
sonrasında sürekli merkanti-list yazarların Hume’dan
hatta daha öncesinden beri bilinen altın para akım
meka-nizmasını (specie flow mechanism) hesaba
katmadıkları ve görüşlerinin çelişkili ol-duğunu öne
sürdüler. Merkantilistler aynı zamanda Ricardo
geleneğini sürdüren klasik iktisatçılar açısından
makbul görünmeyen ‘eksik tüketim’ teorilerini
dolaylı da olsa ilk kez ortaya atan ‘ekol’ olarak da
olumsuz bir yoruma tabi tutulmuşlardır.11
19. yy sonları ve 20. yy.da merkantilistlere karşı
daha farklı, klasik tezi doğru-dan reddetmeyen ama
tarihe göreceli bir bakışa yönelen bir anlayış
doğdu. Bu yo-rum ilk kez Alman Tarihçi Ekol’den
geldi. Henüz yeterince sanayileşmemiş toplumlar
sanayileri kendi ayakları üzerine basacak zamana
kadar merkantilist politikalar uy-gulayabilirdi.
Öyleyse geçmişte sanayileşmenin ilk aşamalarında
merkantilistlerin böyle bir korumacılığı savunmuş
olmaları çok mantıksız değildi. Bu relativist görüş,
örneğin sanayi devrimi ile üretimin artıp, artık
önemli olanın bu üretim için bulunacak pazar haline
gelmesiyle serbest ticaretin ancak o zaman vurgu
kazandığı gibi bir yoruma da neden olur (Seyidoğlu,
2001: 15).Bu tür yorumların bazen belli yararları
olmasına karşın sık sık bugünkü düşüncemizi tarihe
yansıtıp anakronist bir pozisyona düşmek gibi bir
sakıncası da vardır. Benzer bir yaklaşım Keynes’te
bulunabilir. Keynes’in Genel Teori’sinde 6. Kitap,
23. Bölüm hemen tamamen merkantilizme ayrılmıştır ve
‘Merkantilizm, Tefecilik Kanunları, Damgalı Para ve
Eksik Tüketim Te-orileri Üzerine Notlar’ başlığını
taşır (Keynes, 2010: 283-315). Keynes burada
meseleye kendi eksik istihdam dengesi tezi
açısından bakar. Bu bakımdan ele alındığında fazla
ihracat ve fazla para beraberce hem fiyat artışına
hem de faizlerin düşüşüne neden olarak karlılığı
dolayısıyla yatırım ve istihdamı da artırırdı.
Devletin modern anlamda bir yönlendiriciliği
olamadığı bir dönemde bu tek çözümdü. Viner ise
ipucunu Adam Smith’den aldığı bir tez ile
merkantilizmin amacının, ticaretin ve siyasetin bir
‘sıfıra sıfır oyunu’ olarak algılandığı dönemde,
kendisinde yaratacağı sorunlara karşın rakibi
yoksullaştırmayı hedeflediğini vurgular. İngiliz
tarihçi Charles Wilson, İngiltere’nin o dönemde
Baltık tahılı ve Doğu’nun baharat ve lüks malları
için verebileceği eş düzeyde bir mal karşılığı
olmadığı o nedenle ödeme için sürekli altına
ihti-yacı olduğunu vurgular. (Blaug, 1988: 16)
Sonuçta o yıllarda Avrupa’da feodalizm yıkılıp
merkezi devletler kuruluyordu ve bu ‘inşaat’ büyük
miktarda para gerektiği anlamına geliyordu. Ülke ile
kralın hazinesinin aynı addedildiği eski toplumlarda
ha-zinenin paraya ihtiyacı olması ile ülkenin paraya
ihtiyacı olmasının aynı şey gibi algılanması
doğaldı. Aynı zamanda bu çalışmada modern toplum
öncesi krizlerin incelendiği bölümde gösterdiğimiz
gibi 16. yy.da hem büyük bir para bolluğu hem de
büyük bir para darlığı kısmen iç içe geçerek
yaşanmıştı. O yüzden şiddetli para dar-lığı söz
konusuyken ödemeler dengesi fazlası veya başka bir
yolla ülkeye para gir-mesi bilinen sakıncalarına
rağmen gerekli görülüyordu. Para bir nevi vücuttaki
kan gibi düşünülüyordu. Para dolaşımı Harvey’in kan
dolaşımını bulmasından sonra sık-lıkla ekonominin
kan dolaşımına benzetiliyordu. Yoksa örneğin en ünlü
İngiliz mer-kantilisti Thomas Mun açıkça ‘krallığa
giren fazla paranın metaları pahalandırdığını ve
onların tüketimini bu yüzden azalttığını’ belirtir.
Ama bu onu yine de altın para biriktirilmesini
önermekten geri tutmaz (Blaug, 1988: 18). Mun’un
İngiliz Doğu Hin-distan Şirketi’nin üst düzey
yöneticilerinden biri olduğunu ve onun aynı zamanda
ülkeden altın ihracatı kısıtlamalarına karşı
mücadele ettiğini de hatırlatmalıyız. Her şeye
rağmen bir merkantilist sayılabilecek olan Cantillon13
paranın miktar teorisini hem kendisinden önceki Hume
gibi filozoflardan hem de Adam Smith gibi
klasiklerden daha ayrıntılı anlatmış biriydi. Yani
parasal fazlanın enflasyon yaratacağını gayet iyi
biliyordu. Ancak buna rağmen para girişini savunmuş,
fazla paranın iddihar ve lüks yoluyla sterilize
edilebileceğini öne sürmüştür.
Merkantilistlerin konumuz açısından önemini şöyle
vurgulayalım: bu akıma ait yazarlar 16. yy.da dünya
çapındaki ilk büyük krizin etkileriyle ortaya çıktı;
küresel enflasyonun ve ardından gelen fiyat
düşüşleri ve parasal darlıkla... Aynı zamanda bu
insanlar yeni bir üretim ve toplumsal örgütlenme
tarzının kritik bir eşiğinde, büyük bir dönüşümün
şafağındaydılar. Bu dönüşümün yarattığı sıkıntılara
karşı tıpkı krize kar-şı olduğu gibi el yordamıyla
pratik çareler buldular. O dönemde benzeri teoriler
çok öncesinden mevcut ve bilinir olmasına rağmen,
Ricardovari soyut modeller içlerinde yaşadıkları ve
ne olduğunu ancak geçmişin zihni ve dili ile
belirsizce kavrayabildikleri bir dönüşümün
sorunlarını çözmekte hiç yararlı olamazdı. Kendi
görüşleri çelişkili olabilirdi çünkü içinde
yaşadıkları dönem başlı başına bir çelişkiden
ibaretti. Merkan-tilist yazarların dönemi içinde
yaşadığımız döneme çok benzemektedir. Önemli bir
kriz yaşıyoruz ve bu kriz aslında bir dizi öncü
krizin bir anlamda devamı sayılabilir. Elimizdeki
hazır teoriler buna karşı etkisiz kalıyor; yeni ve
el yordamıyla bir şeyler bulunması gerekli ve
üstelik içinde yaşadığımız kapitalist ekonomik ve
toplumsal örgütlenme büyük bir dönüşümün içinde; bu
dönüşümün tam ne şekilde olacağını da henüz hiç
kimse bilmiyor.
|