Say Kanunu, Walras Özdeşliği Ve Krizin Olanaksızlığı
Say Kanunu diye bildiğimiz tez birçok bakımdan
iktisadın en ilginç tezlerinden biridir. İlginç
olması sadece bildiğimiz şekliyle ileri sürdüğü
şeyin cüretkarlığı ve sıradan sağduyuya aykırı gibi
gelmesinden değil adından bile başlar. Say Kanunu
dediğimizde onun bir ekonomi yasası olduğunu ve onun
mucidinin de adını aldığı 19. Yy. Fransız
iktisatçısı Jean Baptiste Say olduğunu varsayarız.
Halbuki daha oraya gelmeden olağan dışılık başlar.
Say Kanunu dediğimiz şeye 1920’lere kadar kimse Say
Kanunu dememiştir. 19. yy klasik iktisatçıları buna
Piyasalar Kanunu (The Law of Markets) veya Menfez
Kanunu (The Law of Vents) dediler. Say’ın kullandığı
terime gelecek olursak bu sonuncu ile aynı anlamda ‘des
débouchés’i görüyoruz (Kates, 1997: 201).
‘Kanun’un adındaki karışıklık ‘Kanun’un üstündeki
isim için de söz konusudur. Bu tez acaba ilk olarak
kim tarafından ortaya atılmıştır? Karl Marx’a göre
Say’ın yaptığı John Stuart Mill’in babası James
Mill’in fikrini tekrar ifade etmekten ibarettir.
Aslında Marx onu bir cins ‘plagiarism’ ile suçlar.
* Buna karşılık marksist kriz teorisi ve Say
Kanunu üzerine yazan Shoul, Say’ın daha önce benzer
bir fikri çok açık olmasa da ifade etmiş olduğunu
düşünür. Say’ı ve ‘Kanunu’nu savunan makalesinde
Kates ise önceliği James Mill’e vermektedir.
Kanun’un daha açık ifadelerinin Ricardo ve dahası
bütün klasik ekonomi politiği özellikle de
Ricardo’nun fikirlerini derli toplu ifade eden
McCulloch’ta bulunduğu bellidir (Kates, 1997: 199).
Kanun’un adı ve mucidi konusundaki belirsizlik
içeriği söz konusu olduğunda daha az değildir.
Baumol, Say Kanunu’nun en az sekiz ayrı anlamı
olduğunu ya da sekiz ayrı Say Kanunu’ndan
bahsedebileceğinden dem vurur.2 (Kates,
1997: 195) Kanun’un iktisat ekolleri tarafından ele
alınış kaderi de ilginçtir. Birçok karışık ve muğlak
ifade tarzına karşılık klasik iktisatçıların genel
tavrı Say Kanunu’nun doğru olduğu yönündedir.
Marjinalist ekol ve onu doğrusu en çok savunması
gereken Avusturya marjinalist ekolü garip biçimde
ondan hemen hemen hiç bahsetmemiştir (Horwitz, 2003:
86). Kanun’un yeniden popüler oluşu Keynes’in Genel
Teori’de onu klasik iktisadın orta direği olarak
lanse etmesinden sonradır. Ancak ondan sonra Say
Kanunu yeniden hatırlanmış ve bir anlamda Keynes’in
eleştirilerinden onu kur-taracak şekilde rehabilite
edilmeye çalışılmıştır (Macedo e Silva, 2004: 1). Bu
yeniden değerlendirmelerin Say Kanunu’nun ne olduğu
konusundaki tavırları da çok ilginçtir. Bazıları
özellikle de Avusturya ekolü ile genel liberal,
parasalcı görüşlere yakın duranlar Keynes’in Say’ın
görüşlerini tahrif ettiğini vurgulamıştır.
Kates bu tezi en sert ifade edenlerden biriydi.
“Genel Teori’nin yayımlanmasından sonra Say
Kanunu’nun anlamı kökten biçimde değişti. Say Kanunu
ile bir arada düşünülen cümle artık Keynes’in ortaya
attığı ‘arz kendi talebini yaratır’ idi. Bununla
anlaşılan ise üretilen her şeyin satılacağıydı. Bu
yüzden Keynes’e göre eğer Say Kanunu doğru olsaydı
resesyon ve yüksek işsizlik oranları teorik olarak
olanaksız olur; veya bunlar vuku bulsa bile çok kısa
sürerdi. Böylece Say Kanunu’na yapışan anlam, klasik
iktisatçıların inkar ettikleri söylenen bizatihi
resesyonun olanaklılığıydı.” (Kates, 1997: 192)
Aralarında Keynesçilerin de bulunduğu başka
iktisatçıların tutumu da ilginçtir. Clower ve
Leijonhufvud (1973), Say Kanunu’nu bırakın Keynes
karşıtı bir düşünce olmayı, tersine yeni Keynesci
akımın öncüsü ve doğru dürüst her ekonomik teorinin
geliştirilmesi için temel bir önerme olarak görür (Macedo
e Silva, 2004: 1), (Kates, 1997: 195). Schumpeter
ise Say Kanunu’nun ‘açıkça doğru olduğunu ileri
sürer (Schumpeter, 1954: 617). Üstelik Schumpeter’in
yorumunda paradoksal biçimde Say, Keynes ve
makroekonomik analizin bir önceleyicisi gibidir (Macedo
e Silva, 2004: 2). Horwitz, (Jonnson, 1997) ve (Kates,
1997) ye uyarak Say’ın resesyonları inkar etmek bir
yana modern iş çevrimi teorinin kurucusu
sayılabileceğini ileri sürer; hatta 19. yy. boyunca
üzerinde kıyamet kopmuş ‘genel bolluk tartışması ‘ (general
glut discussion) adıyla bilinen büyük
tartışmanın bile anlamını farklı yorumlar. Ona göre
Say genel bolluk olasılığını bile reddetmemiştir!
Aynı kişi ve aynı tez için bu kadar farklı yorum
biraz yazanların niyetinden kay-naklanıyor denilse
bile biraz da 19. yy klasik iktisatçılar döneminde
kavramların ve analizlerin oldukça gevşek, müphem
ifade ediliyor oluşlarındandır. İki önemli
tartışmacı Thomas Malthus ile J. B. Say bu konuda
özellikle ünlüdür (Baumol, 2003: 40), (Maclachlan,
1999: 563).
Kimi zaman öne sürüldüğü gibi sınıfsal veya başka
toplumsal etkilerden ortaya çıksın veya çıkmasın o
dönemki polemikler birçok şeyi aynı anda tartışıyor
konum-daydı. Örneğin Say ve Ricardo gibi liberal
geleneğin öncüleri tıpkı ‘hocaları’ Adam Smith gibi
bir taraftan merkantilist geleneğin bakiyesi
saydıkları devlet müdahalesi, korumacılık gibi
uygulamalarla; diğer yandan yine merkantilist
geleneğin ‘paranın önemli olduğu’, servetin,
‘ulusların zenginliği’nin paradan oluştuğu fikri ile
mücadele ediyorlardı. Öyle olunca ‘sık sık paranın
kendi başına hiç bir ihtiyacı gidermediği’5
ya da paranın reel olayların üzerini örten bir peçe
gibi olduğu tezini vurguluyorlardı. Piyasaların
eksik veya aksak işlemesi kavramı hele de o zamanki
ilk kapitalizm dönemlerinde ciddi bir sorun iken bu
tezin kabul edilmesi devlet müdahalesini
getireceğinden klasik iktisatçılar aksaklıklardan
çok piyasaların uyum, etkinlik ve çabuk adaptasyon
yeteneğini öne çıkardılar. Böylece klasik
iktisatçıların Say Kanunu’nu ifade edişleri kiminle
tartıştıkları ve hangi konuyu tartıştıklarına bağlı
olarak da deği-şiklik gösterdi. Buna Say ve
Ricardo’nun yazıları da dahildir. Öyle olunca en
azından Say tarafından ortaya konulduğu düşünülen
tarihten 207 yıl sonra bile bu kanun gerçekte ne
anlama gelir tartışılmaya devam etmektedir.
Kanun’un gerçek tarihsel ortamda nasıl çıktığı Blaug
tarafından iyi özetlenmiştir. İlk müphem ifadesi, ya
da bu ‘kanun’a götüren ilk tezler fizyokrat ekolden
geldi. Blaug, Mercier de La Riviere’ın yazdığı
L’Ordre Naturel et Essentiel (1767) adlı eserde ‘hiç
kimse aynı zamanda bir satıcı olmadan alıcı olamaz’
ya da Quesnay’ın ‘alınan her şey satılır; satılan
her şey alınır’ tezlerinden Say Kanunu’na gitmek
için sadece bir adım kalmıştı der (Blaug, 1988: 28).
Ona göre Quesnay’in Tableau’sunun özündeki
ders, paranın sadece bir değişim aracı olduğu -ki bu
da ticareti esas olarak bir takas ekonomisine
indirgiyordu- ve ‘bir ürünün üretilmesinin,
harcanmasıyla yeni bir üretim devresine
sokulabilecek geliri otomatik olarak yarata-cağı’ydı.
Tableau iktisat tarihinde makroekonomik bakış
olarak önemli bir ilerleme olmakla beraber elbette
hayli soyut bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım içinde
krizlere yer olamazdı. Klasik iktisatçılar
merkantilizme ilk karşı çıkan fizyokratların bu
yaklaşımını ödünç aldılar. Ama ilginçtir, daha
somut incelemelerinde kendinden öncekilerin ciddi
kimi uyarıları nedense aynı etkiyi onlarda
yaratmadı. Ve Say aslında onlardan aldığı bu
Piyasalar Kanunu yaklaşımını, daha somut
analizlerinde bunun zorluklarına değinen
fizyokratların bizzat kendisine karşı
geliştirmiştir.
“Fakat yeterince tuhaftır, Say, bu Piyasalar Kanunu’
nu kendi fizyokrat öncellerine karşı yö-neltti.
Çünkü onlar, kazanılan gelirin gelir akımına yeniden
katılmasının otomatik olarak gerçekleşmediğini
söylüyorlardı. Cantillon’un vurguladığı üzere toprak
sahibinin (landlord) geliri, karşılığında zorunlu
olarak bir maliyet kalemi olmadığından; ve böylece
(akımın içinden – C.A) çekilerek, gelir akımını
kırabilirdi. Malthus’un geliştirdiği, toprak
sahiplerinin dengeli lüks harcamaları ile o gelir
akımı çemberinin devamını ve ekonomik refahı
sağlayan bir faktör olduğu fikrinin kaynağı
buradadır. Aynı şekilde, Quesnay’dan Thomas Spence
gibi İngiliz fizyokratlarına ve Malthus’tan
Ricardocu sosyalistlere, kapitalizme Marx tarafından
tam teşekküllü bir hücuma yol veren eksik tüketim
tezlerinin de kaynağı budur!” (Blaug, 1988: 28-29)
Blaug’un kurduğu Marx ve eksiktüketim ilişkisinin ne
kadar doğru olduğu ileriki bölümlerde tartışılacak
ancak en azından iki şeyi çok iyi vurguluyor:
Birinci olarak klasik iktisatçılar Say Kanunu’nun
ham halini fizyokratlardan aldılar ancak bunu ek-sik
bir tarzda yaptılar. Ya da kendi düşüncelerine göre
onu tam/mükemmel hale ge-tirmek için kendilerine
göre daha eski dönemlere ait olduğunu düşündükleri
mü-kemmel olmayan özelliklerinden soydular. İkincisi
Say Kanunu özellikle bunun James Mill’in ünlü
yorumuna ne kadar çok şey borçlu olduğunu düşünecek
olursak yukarıda adı geçen İngiliz fizyokratlarına
karşı bir polemik içinde geliştiğini akılda tutmak
gerekir. James Mill, ziraatı ve toprak
sahiplerini önemseyen ve ticareti, özel-likle de dış
ticaretin servet yaratıcı olmadığını vurgulayan
Spence’e karşı Ticareti Savunmak adlı eseri yazdı.
Başta Marx olmak üzere birçok yazara göre Say Kanunu
diye bilinen şey asıl burada ifade edilmiştir. James
Mill söyleyeceği şeyin ilk bakışta paradoks gibi
görünmesine rağmen hem kesin olarak doğru hem de çok
önemli ol-duğunu vurguladıktan sonra konuyu şöyle
özetler.
“Üretilmiş metalar için pazarı yaratan, bu pazar
için evrensel ve tek sebep olan şey metaların
üretimidir. Bir pazar dendiğinde ne anlaşıldığına
inceleyelim. Elimizden çıkaracağımız bir meta
karşılığında değişilmeye hazır bir şey değil de
nedir? Mallar pazara getirilirken istenen şey başka
bir şeyi satın almaktır. Fakat satın almak için önce
ödeme aracına sahip olmak gerekir. Bu sebeple,
açıktır ki toplumun elindeki kolektif ödeme araçları
toplamı ulusun bütün pazarını oluşturur. Fakat
ulusun bu kolektif ödeme araçları neyin içinde
bulunur? Bunlar ulusun yıllık ürünü, ülke
sakinlerinin yıllık gelirinden oluşmaz mı? Fakat bir
ulusun satın alma gücü tam olarak onun yıllık ürünü
ile ölçülüyorsa, ki şüphesiz öyledir, siz bu yıllık
ürünü art-tırdığınız ölçüde, bizatihi bu
eyleminizle, ulusal pazarı ve ulusun alım gücü ve
gerçek alımlarını artırmış olursunuz. Bu nedenle
malların ilave miktarı her ne olursa olsun tam
olarak ye-terli bir ilave alım gücü aynı anda
yaratılır. Öyle ki ulus asla doğal olarak ne sermaye
ne de metalar bakımından aşırı mal yığılmış (overstocked)
duruma düşmez; sermayenin bizatihi kendi işleyişi (operation)
kendi menfezini (vent) yaratır.” (Mill, 1808: 38-39)
Tartışma büyük ölçüde Adam Smith’in nasıl
yorumlanacağı üzerine cereyan et-tiğinden bu tezin
adam Smith’de bir benzerinin olup olmadığına bakmak
yerinde olur.
“Her yıl tasarruf edilen miktar, her yıl harcanan
miktar kadar düzenli bir biçimde ve de neredeyse
aynı süre zarfında tüketilir (...) (Zengin biri
gelirinin bir kısmını tasarruf edince –CA) Tasarruf
ettiği o kısım ya kendisi ya da bir başkası
tarafından kar elde etmek amacıyla der-hal sermaye
olarak istihdam edileceğinden aynı şekilde, ve de
hemen hemen aynı süre zar-fında tüketilmiş olur;
fakat farklı bir grup insan tarafından...” (Smith,
1985(1776): 277)7
Tarihsel perspektifte ana fikrin böylece
şekillenmesi biraz daha yakından incelenmesi
gereken ‘Say Özdeşliği mi yoksa Say Eşitliği mi?’
veya ‘Say Kanunu mu yoksa Walras Kanunu mu?’ gibi
tartışmaları aydınlatmakta faydalı olacaktır.
Say Kanunu’nun nasıl yorumlanması gerektiği üzerinde
en önemli kafa karışık-lıklarından biri Say
Özdeşliği-Say Eşitliği tartışmasında belirgin hale
gelir. Say’ın en yeni yorumlarının tersine bütün
klasik dönem yazarları ve yakın döneme kadar her-kes
Say Kanunu’nu, genel bir aşırı üretimin ve bütün
sektörlerde bir genel bolluğun olanaksız olduğu tezi
ya da en azından bunu da içeren bir Kanun olarak
algıladığın-dan o zamanlar ancak bu tezin tam olarak
ne anlama geldiği tartışılmıştır. Yukarıdaki
alıntılardan ve daha pek çoğundan Say ve klasiklerin
ürünlerin, arada para olsa da aslında ürünlerle
değiştirildiğini düşündükleri üzerinde genel bir
uzlaşma vardır. Bunun birinci anlamı her ne kadar
paradan bahsedilse de söz konusu olanın bir cins
takas ekonomisi olduğudur. Ancak para üzerinde bu
kadar çalışan o iktisatçıların, teorik modelleri ne
olursa olsun (örneğin Ricardo’nun buğday modeli vb)
böyle bir ilkel ekonomiyi varsaydıklarını düşünmek
zordur.
Eğer parasal bir ekonomiden bahsediyorsak mal
piyasalarının toplamında talep fazlası (veya
azlığının) olanaksız olması tek bir anlama
gelebilir; o da para piyasasında talep fazlasının
(veya azlığının) olanaksız olmasıdır.
|