Liberal Ekonomi Anlayışı ve Uygulamada Liberalizm
Prof. Dr. Yusuf Ziya İrbeç
Dünya Bankası'nın 1998 yılı sonunda hazırladığı yeni
bir rapora göre, 1998-2000 yıllan arasını etkisi
altına alacak olan dünya ekonomisindeki
yavaşlamanın, gelişmekte olan ülkeleri daha fazla
etkilemesi beklenmektedir. Bu ülkelerde, kişi başına
düşen milli gelir ortalama olarak 1997 yılında %3.2
büyümesine rağmen, aynı rakam 1998 yılı için %0.4
civarındadır.
Dünya ekonomik krizinden en fazla etkilenen ülkeler
arasında, Brezilya, Endonezya, Rusya ile birlikte 33
ülke daha bulunmaktadır. Bu ülkelerdeki kişi başına
düşen ortalama milli gelir büyüme hızının negatif
olması kaçınılmaz hale gelmiştir. 1997 yılında
gelişmiş ülkeler ortalama %2.8, düşük ve orta
gelirli ülkeler %4.9 büyümüştür. Gelişmekte olan
ülkeler, 1997 yılından itibaren Japonya'da görülen
iktisadi büyümenin yavaşlama eğilimine girmesi ile
birlikte devam eden Asya krizinden hissedilir
derecede etkilenmişlerdir. Petrol fiyatlarının hızlı
düşüş ve dünya piyasalarındaki mali kriz, öncelikle
Rusya'yı etkisi altına almıştır.
Günümüzde, birçok gelişmekte olan veya az gelişmiş
ülke, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını
çekebilmek için liberal ekonomi politikalarını
benimsemektedir. Devlet müdahalesinin aşırıya
vardırıldığı ülkelerde, yoksulluk problemi ön plana
çıkmaktadır. Ayrıca bu ülkeler, daha fazla yasanı
mücadelesi vermek zorundadırlar. Örnek olarak, orta
gelirli ülkelerde, insanların ortalama ömrü
gelişmiş ülkelere göre 9 yıl daha azdır (77'ye
karşı 68 yıl).
Devlet müdahalesinin önemli sebepleri arasında, özel
girişimciliğin dinamizminden yeterli derecede fayda
sağlanamaması ve hükümetlerin ekonomi
politikalarının kriz durumlarında hızlı değişmelere
ayak uyduramaması bulunmaktadır. Buna karşılık,
liberal ekonomilerin yumuşak karnı ise, rekabetin
aşırı üretime dönüşmesidir. Yapılan bazı tahminlere
göre, otomobil sanayinin dünyada üreteceği miktar,
yakın bir gelecekte, yılda 80 milyonu aşacak, fakat
alıcıların sayısı 60 milyon civarında kalacaktır.
Sonuç olarak, sadece bu sektördeki bir dengesizlik
bazı iş yerlerinin kapanmasını ve işsizliğin
artmasını beraberinde getirebilecektir. Bu gibi
ekonomik güçlüklerin çözümünde, Türkiye'de ve
dünyada reel ücretlerin belirli seviyenin altına
düşürülmemesi ve istihdamla birlikte en azından
mevcut alım gücünün korunması politikaları önem
kazanmaktadır. Bu bakımdan, üretim yetersizliği
kadar aşırı üretim de, dünya ekonomisi için
potansiyel bir tehdit olarak görülebilmelidir.
1980 yılından bu yana Amerika Birleşik
Devletleri'nde başlayıp dünyayı etkisi altına alan
arzın arttırılması hedefine kilitlenmiş ekonomi
politikalarından çark edilmeye başlanmıştır.
Günümüz dünyasında çok hızlı hareket eden sermaye
birikimleri, ülkelerin zenginliklerinin sadece
üretimin arttırılması yoluyla korunamayacağını
göstermiştir.
Sermaye
piyasalarının kontrol altında tutulabilmesi ve hızlı
sermaye hareketlerine sınırlama getirilmesi, global
krizlerin önlenmesi için önümüzdeki yıllarda giderek
daha önemli hale gelecektir. Serbest piyasa
ekonomisinin hararetli savunucularından olan
ekonomist J.Bhagwati bile, son dönemde yaşanan
ekonomik kriz üzerine yaptığı değerlendirmelerinde,
sermayeyi kontrolsüz serbestleştirmenin bir mantığı
olmadığı ve mali krizlere sebep olduğu görüşünü
vurgulama ihtiyacı duymuştur. Bhagwati'ye göre,
sermayenin serbest dolaşımı, malların serbest
dolaşımına benzememektedir.
1997 yılında Asya'da başlayan ve daha sonra hemen
hemen bütün ülkeleri etki alanında tutan Asya ve
Rusya krizleri, Türkiye gibi ülkelerde mali
sektördeki reformlar tamamlanmadan finansal
liberalizasyona gitmenin sakıncalı olabileceğini
göstermiştir. Buna karşılık, sermaye hareketlerine
kısıtlamalar getirmek, ülkelerin uluslararası
sermaye piyasalarından yararlanma imkanlarını
azaltabilmektedir. Özellikle, kısa vadeli sermaye
akımlarında-ki istikrarsızlıklar zayıf finans
sistemlerinden kaynaklanmaktadır,
Ekonomik kriz dönemlerinde hükümetlerin daha fazla
eleştirilmesi, özel sektörün başarısızlıklarının
üzerinde yeterince durulmamasına sebep
olabilmektedir. Asya ve Latin Amerika krizinde, özel
sektör tarafından geri ödenemeyen batık kredilerin
rolü gözardı edilmemelidir.
Krize giren ekonomilerde, öncelikle ücretlerin
satın alma gücü hızlı bir şekilde gerilemekte ve
işsizlik artışa geçmektedir. Bu ülkelerde,
aşın liberal akımlar sebebiyle sosyal politikalara
yönelik düzenlemelerin yetersiz olması da, krizin
büyümesine sebep olmaktadır.
Günümüzün gelişmiş
ekonomilerini örnek alan az gelişmiş veya
gelişmekte olan ülkeler, prensip olarak bazı
verileri doğru kabul etme eğilimindedirler. Bunlar:
• Milli gelirin artışı, gelişme ve refah için
geçerli bir ölçüdür.
• Serbest ve kuralsız piyasalar, kaynaklan daha iyi
dağıtabilmektedirler:
• Ticaretin artışı bütün halk grupların yararına
olabilmektedir.
Çokuluslu şirketler, hükümet müdahalesi olmayan
yerlerde ekonomilere daha fazla katkı
sağlayabilmekte ve işsizliğin çözümünde yardımcı
olmaktadırlar.
Bütün bu eğilimlere karşılık, birçok ülkede üretim
ya da milli gelir artışı yoksul kesimlerin
problemlerini çözmek yerine ağırlaştırabilmektedir.
1950 yılından bu yana, dünya ekonomisi üretimi 5 ile
7 kat arasında artış göstermiştir. Bununla birlikte,
çevre konusu başta olmak üzere hava ve su kirliliği
gibi bazı problemlerin çözümü daha da karmaşık hale
gelmiştir. Bir ülkede, ekonomik kalkınma için
sosyal gelişme oldukça önemli yere sahiptir.
Günümüzde hem sosyal göstergeler, hem de gelir
dağılımındaki bozukluklar çoğunlukla gözardı
edildiği için, dünya nüfusunun dörtte biri için
ekonomik büyüme hiç bir şey ifade etmemektedir.
"Ekmek için Dünya Enstitüsü" tarafından yayınlanan
yıllık rapora göre, en gelişmiş ülkeler arasında
gösterilen ABD'de bile, 1997 yılında 18 yaşın
altındaki toplam nüfusun yüzde 22'sini oluşturan 13
milyon kişi, yoksulluk tehlikesi ile karşı karşıya
yaşamaktadır.
Bu gelişmeler, Türkiye için de geçerlidir.
Türkiye'de 1995-1998 yılları arasında yüksek
seviyede gerçekleşen büyüme oranlan, işsizliğin
çözümünde etkili olamamıştır. Ayrıca, gelir dağılımı
açısından da, Türkiye'de iç açıcı bir tablo göze
çarpmamaktadır. Ekonomide görülen yüksek oranlı
büyümeye rağmen, makroekonomik dengesizlikler 1997
ve 1998 yıllarında da giderilememiştir.
1998 yılında kamu tarafından üretilen mallara,
maliyetlerin yükselmesini karşılayabilecek oranda
zam yapılmaması sonucu, Toptan Eşya Fiyat Endeksi
düşük çıkmıştır. Böyle bir politikanın 1999 yılında
sürdürülmesini beklemek, iç borçlanmayla bu
kuruluşların desteklenmesi anlamına gelmektedir. Bu
ise, enflasyonla mücadelede kısa vadeli siyasi
düşüncelerin ön planda olduğunu göstermektedir.
Ayrıca, 1999 Nisan'ında yapılacak seçimlerin
istikrar tedbirlerini geciktirme ihtimali, 1999
yılında enflasyonun düşürülmesi açısından ciddi
problemlerle karşılaşılacağı sinyallerini
vermektedir.
Gelişmiş ülkelerin ekonomi yönetimlerinde, liberal
politikaların daha başarılı olduğu yönünde güçlü bir
kanaat oluşmamıştır. İngiltere'de 1990-1996
yıllarında yapılan çeşitli kamuoyu araştırmaları,
bunun için bir örnek gösterilebilir.
Serbest ve kuralsız piyasaların ekonomik kaynakları
etkin bir şekilde dağıtamadığı yönündeki tespit,
dünya ülkeleri arasında hızlı bir şekilde dolaşan ve
çoğunlukla spekülatif amaçlarla kullanılan döviz
hareketlerinden rahatlıkla anlaşılabilmektedir.
Çünkü, döviz piyasalarında işlem gören büyük
meblağların çok sınırlı bir bölümü üretime kanalize
edilebilmektedir. Aynı şekilde dünya ticaretinin
artışı da, zenginler ve fakirler arasındaki uçurumu
tek başına azaltamamaktadır. Nitekim, İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra, uluslararası ticaret devamlı
olarak dünya ekonomisindeki büyümenin üzerinde bir
performans göstermiştir. 1990-1995 yılları arasında,
dünya üretimi yıllık ortalama olarak %2 artarken,
dünya ticareti %6.2 oranında büyümüştür. Dünya
ticaretindeki daha hızlı büyümenin en önemli
sebebi, ülkelerin giderek ticareti serbestleştirmesi
ve bu yöndeki müzakerelere ağırlık vermeleridir. Bu
gelişmelerin sonucunda, sanayileşmiş ülkelerin
ithalata uyguladığı vergiler, 1950'li yıllarda
%40'lar civarında iken, bugün %3-4'ler seviyesine
gerilemiştir. Dünyanın diğer bölgelerinde de, aynı
yöndeki politikalar ağırlık kazanmıştır. Buna
karşılık, 2000'li yıllara girerken, sanayileşmiş
ülkelerle geri kalmış veya gelişmekte olan ülkeler
arasında uçurum giderek artmaktadır.
Genel olarak, sanayileşmiş ülkeler tarafından
desteklenen ve uluslararası alanda faaliyet
gösteren şirketlerin, rekabet gücünü artırabilmek
için büyük gayretler gösterdiği açıkça
görülmektedir. Burada uluslararası ticari
faaliyetleri kendi yararlarına kullanabilen
ülkeler, daha hızlı bir şekilde refah seviyesini
yükseltebilmektedirler. Çokuluslu şirketlerin ülke
içindeki ekonomik rekabeti olumsuz yönde
etkilememeleri için ise, anti-tröst ve kartel
yasalarında yapılan düzenlemeler, gelişmiş ülkelerde
daha fazla dikkat çekmektedir.
|