|
Liberalizm ve Özgürlük
Felsefeci, Yazar; Vehbi Hacıkadiroğlu
Liberalizm
insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesiyle
ilgili bir kavram olduğuna göre, bu konuda tam bir
açıklığa ulaşabilmek için, önce insanın ne
olduğunun, bilimsel değilse bile, en azından
bilimsel görüşe ters düşmeyen bir belirlemesinin
yapılması gerekir. Ben burada şimdiye dek
denendiğini sanmadığım bu yönteme başvuracağım.
İnsanın, içgüdü ve koşullu tepkilerinin yönetiminde
davranan hayvanın karşıtı olarak, nasıl
davranacağına kendisi karar veren ve bu yönden doğa
karşısında özgürlünü kazanmış olan bir varlık olarak
belirlenmesinin bilimsel görüşe ters düşmeyeceği
açıktır. Nasıl davranacağına kendisi karar veren
insanın, nasıl davrandığında nasıl bir sonuç
alacağını önceden görebilmesi gerekir. Bu
önceden-görme gücüne "bilgi" adını vererek insanı
"bilgili hayvan" olarak tanımlayabiliriz.
Bilgi çok uzun zamanların deney ve deneyimlerinden
elde edilen sonuçların birikiminden oluşur. Böyle
bir birikim, ancak, belli bir insan topluluğunun
üyelerinin, edindikleri bilgileri bir yandan
toplumun öteki üyelerine bir yandan da gelecek
kuşaklara aktarabilme-sini sağlayan dilin
varlığıyla olanak kazanır. demekki konuşma yetisini
kazanmadan bilgi-birikmesi ve bu yoldan
insanlaşmanın gerçekleşmesi olanaksızdır. Konuşmanın
ya da dilin ortaya çıkabilmesi için bir topluluğun
bulunması gerekir. Ancak bu, koyun sürüsü türünden
değil, birbiriyle işbirliği yapmak isteyen, bu
yüzden de konuşma gereksinimi duyan bir topluluk
olmalıdır.
Böylece insan
özgürlüğünün ne anlama geldiği ve bu türden bir
özgürlüğün bilgiyle nasıl bir bağlam" içinde
bulunduğu konusu açıklık kazanmazdır. Örnek olarak
bir ağaçtaki meyveye ulaşmak isteyen kimi
hayvanlarla, insanlaşma yolunda ilerlemeye başlamış
sayılmasına yetecek kadar bilgi birikimi olan bir
insanın durumunu düşünelim. Hayvanlar içgüdülerinin
belirlediği yolda davranacak, uçabilen uçarak,
tırmanabilense tırmanarak meyveye ulaşmaya
çalışacak, uçmayı da tırmanmayı da beceremeyen
hayvan ya meyvenin bir rastlantı sonucunda yer
düşmesini bekleyecek ya da meyveyle
ilgilenmeyecektir.
Buna karşı, çok az bilgili bir insan bile,
tırmanmanın güçlüklerine katlanmak istemediği
zaman, meyvenin bulunduğu dalı bir sırıkla çırparak
onu yere düşürebilecek ya da basit bir taşınır
merdiven kullanarak amacına ulaşabilecektir. İşte
insanın özgürlüğü buradadır. O, amacına ulaşmak
üzere doğanın kendisi için uygun gördüğü yolun
dışında bir takım yollar da seçebilir ve ona bu
seçme özgürlüğünü sağlayan da onun bilgisidir.
Demek ki insanın bilgisi arttıkça, amacına ulaşmak
üzere değişik yollardan birisini seçme olanağı
artacak ve böylece o, bilgisi oranında özgürleşmiş
olacaktır.
Bir toplumun üyeleri o toplumu, doğa karşısında
özgürleşmek amacıyla oluşturduklarına göre, insanı,
"özgürlük üretmek amacıyla işbirliğine girmiş olan
bireylerin oluşturduğu bir topluluğun bir üyesi"
olarak görüyoruz. Burada göze çarpan nokta,
toplumları, Tanrının insan olarak yarattığı ya da
herhangi bir yoldan insanlığını kazanmış olan
bireylerin oluşturmadığı, tersine, insanlaşmayı
toplumun sağladığıdır. Gerçekten, insan yavrusu
olarak doğmuş olan bir çocuğun bir insan toplumu
dışında büyümesi durumunda insanlığını
kazanamayacağı bilinmektedir. Bu durumda "Kendini
yaratan insan" denildiğinde, her insanın kendi
kendini yarattığını değil, her insanı kendisiyle
birlikte başka insanlardan da oluşan bir toplumun
yarattığını anlamak gerekiyor. (liberalizm
eleştirisi)
Böylece, başta Auguste Comte ve Durkheim gibi birçok
toplumbilimci düşünürün insanın belirleyici
özelliği olarak gösterdikleri "dayanışma" kavramını
çok aşan bir "işbirliği" kavramıyla karşılaşmış
oluyoruz. Gerçekten dayanışma, insanlığını kazanmış
olan bireylerin, pratik ve etik nedenlerle
karşılıklı yardımlaşmaya girişmeleri gibi sınırlı
bir ilişkiden öteye gidemezken, işbirliği insanın
insanlığının, bu yoldan da özgürlüğünün ve
mutluluğunun tek kaynağını oluşturmaktadır. Demek ki
insanlar arasındaki ilişkiler üzerinde
düşünülürken işbirliğinin öneminin hiçbir zaman
gözden kaçırılmaması gerekir.
Buna karşı "işbirliği" kavramının bir çelişkiyi
içerdiğinin de gözden uzak tutulmaması gerekir.
Gerçekten, işbirliğinin verimli olabilmesi, hatta
yalnızca yürütülebilmesi için katılımcıların belli
bir düzenin gerektirdiği disipline uymaları
gerekir. Disipline uyma bir tür tutsaklık olduğuna
göre, işbirliğine girmiş olan kimse, özgürlük elde
etmek için tutsaklığa katlanmak zorunda kalmak gibi
çelişkili bir duruma düşmüş oluyor. Ancak,
katlanılan tutsaklığın işbirliğinin verimliliğinin
gerektirdiği ölçüde kalması durumunda ortada bir
çelişki bulunduğu söylenemez. Çünkü insanın
özgürlüğü, bir bakıma, yaşamı sürdürmek için
gereken değişik türden tutsaklıklar arasından
kendisi için en uygun olanını seçme özgürlüğüdür.
Öte yandan, "insanlık tarihine şöyle bir
bakıldığında, gerek insanlığın üyesi olan
toplumların gerekse toplumların üyesi olan
bireylerin, açık bir işbirliği düzeni içinde
bulunmak şöyle dursun, sürekli bir çatışma hatta
boğazlaşma içinde bulundukları görülür. Doğal
olarak bunun, insanların her dönemde içinde
bulundukları yaşam koşullarıyla ilgili bir çok
nedenleri vardır. Gerçekten, milyonlarca yıllık
insanlaşma tarihi içinde son yüzyıla gelinceye dek
ortaya konabilmiş olan ulaşım ve iletişim
olanakları, insanların, insanlığın vazgeçilmez
koşulu olan bir işbirliği düzeninin, gerek her
toplumun bireyleri arasında gerekse dünyadaki
toplumlar arasında, örtülü biçimde de olsa,
yürürlükte olduğunun bilincine varabilmelerine
elveriişli değildi. Ayrıca insanların, gerek doğa
konusunda gerekse insanın ne olduğu konusunda
bildikleri de, doğa karşısında özgürleşmeyi
sağlayacak en uygun yol ve yöntemleri bulabilmek
için insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl
düzenlenmesi gerektiğiyle ilgili olarak, çok bulanık
biçimde de olsa, bir anlayışa varmaya yeterli
değildi. Bilgi yetersizliğinden gelen boşluğu
doldurmakta olan boş inançlar, sürekli olarak,
insanlığın, kendi doğasına ters düşen davranışlarla
gücünü yitirmesine neden oluyordu.
On yedinci yüzyıl başlarında, Avrupanın kuzey batı
toplumlarında, bilgi artışını hızlandıracak
yöntemlerin bulunmasının yarattığı bilgi
patlamasının insanlığın ilerlemesi için yeni bir
dönem açtığı söylenebilir. Bilgi artışıyla birlikte
giden sanayileşmenin getirdiği üretim artışı
insanlar arasındaki üretim ilişkilerini
karmaşıklaştırmış, bu ilişkiler konusunda
araştırmalar yapılması ve elde edilen sonuçlardan
yararlanarak bir takım kuralların ortaya atılması
kaçınılmaz olmuştu. İşte Adam Smith'in liberalizm
öğretisi bu koşullar altında doğmuştur. Bu, bir
takım insanların başka bir takım insanları, bunun
da ötesinde, bir takım toplumların başka bir takım
toplumları sömürerek zenginleşmesini sağlayan bir
düzendi ki, A. Smith'in bu düzenin erdemleriyle
ilgili olarak söylediklerinin hemen hepsinin, en
azından kuramsal olarak yanlış olduğu söylenebilir,
Önce "liberal" sözcüğünün kökündeki "özgürlük"
kavramını ele alırsak, liberal ekonominin insanlara
sağladığı öne sürülen .özgürlüğün, insanı insan
yapan gerçek özgürlükle bir ilgisi yoktur. İnsan
için gerçek özgürlük, insanlaşmanın zorunlu koşulu
olan işbirliğinin gerektirdiğinin dışında herhangi
bir bağımlılığa, bir baskıya katlanmak zorunda
olmamaktır. Oysa liberalizmin kâr-zarar ve ücret
düzeni, başarılı görülenleri ödüllendirip başarısız
görülenleri cezalandırma yöntemiyle, insanı tam bir
ödül ve ceza düzeni içine sokar ki, hayvan
terbiyesinde başarıyla uygulanan bu ceza ve ödül
düzeni, insanın insansal niteliklerini
zayıflatmaktan başka bir sonuç vermez.
öte yandan,
kişilerin kendi çıkarları ardında koşarken dolaylı
yoldan topluma da çıkar sağlayacağı görüşü de doğru
değildir. Bu görüş, herkesin kendi kapısının önünü
temizlemesinin sokağı da temiz tutacağını
düşünmeye benzer. Herkes kendi kapısının önünü
süpürüp çöpleri komşusunun kapısı önüne atarsa sokak
temizlenmiş olmaz. Gerçek bir temizlik,
katılımcıların hileli yollara başvurmasını
sağlayacak bir disiplin uygulanmasıyla
sağlanabilir. Oysa serbest girişimcilere
uygulanacak benzeri bir disiplin liberalizmi yok
etmekle sonuçlanır. Nitekim sokak temizliği
türünden basit bir işte bile bir takım disiplin
önlemleri almak yerine bu işin bir kamu kuruluşunun
yapması yeğlenmektedir.
Liberalizmin, ekonomi alanında kendiliğinden
gerçekleşen bir düzen kurduğu ve bunun
düşünülebilecek en iyi düzen olduğu görüşü de doğru
değildir. İnsan, doğada kendiliğinden kurulan
düzenlere uymakla değil, o düzeni kendisi için uygun
olacak biçimde değiştirmekle insanlığını bulur.
Ekonomik gelişme de ancak iyi bir plana dayanan bir
düzenle gerçekleşebilir. Nitekim liberal ekonomide
bile gerek işverenler gerekse işçiler arasında
kendiliğinden kuruluverecek birleşmelere karşı,
devletin, gerek tröst ve kartelleri gerekse
sendikaları düzene sokan yasalar yapması
gerekmiştir. Liberalizmin temel kavramlarından biri
olan rekabetin de işbirliğinin yarattığı insan
kavramıyla bağdaşmadığı açıktır. Kişisel çıkarları
sağlamada genellikle yararlı olan rekabet iyi bir
işbirliği düzeninin yürümesi söz konusu olduğunda
yıkıcı olabilir. (liberalizm ve eğitim)
Her zenginliğin kaynağı emektir" kuralından yola
çıkan A. Smiıh'in bu görüşü üzerinde
de durmak gerekir. İlerde Marx'çıların da, biraz
değişiklikle ve işçi haklarını korumaya yönelik
olarak kabul edecekleri böyle bir emek kavramı,
gerçekte sermayedarı korumak amacıyla, Hıristiyan
düşünürlerince ortaya atılmıştır. İsa Peygamber,
Tanrının dünya nimetlerini bütün insanlar için
yarattığını bildirmişti. Hıristiyan düşünürler,
mülkiyet hakkını yok ederek zenginlerle Kilisenin
arasını açacak olan bu kuralı "insanın kendi
emeğiyle kazandığı kendisinin olur" kuralıyla
yumuşatmaya çalışmışlardır.
Bu durumda, herhangi bir sermayedara sermayesinin
nereden geldiği sorulduğunda, onun, sermayesini
kendi emeğiyle kazandığını ya da onu atalarının
kazanıp kendisine miras olarak bıraktıklarını
söyleme olanağı doğmuş oluyor. Oysa insan emeğinin
verimlilik derecesinin bir ölçüsü olmadığı gibi,
tek tek insanlara bağlı olarak düşünüldüğünde,
emeğin üretime önemli bir katkıda bulunduğu da
söylenemez. Bir fabrikada elbirliğiyle yılda
yüzlerce otomobil üreten insanlar, ister patron,
ister mühendis, ister işçi olsunlar tek tek
çalışmaları durumunda bir tek otomobilin bir
vidasını bile üretemezler.
Öte yandan, ortada bir fabrika, fabrikanın düzenli
çalışmasını sağlayacak çevre koşullan olmasaydı,
fabrikadaki insanların işbirliği içinde çalışmaları
da üretimi sağlayamazdı. Saydığımız bütün koşullar
tamam da olsa, insanlığın bilgisi otomobilin
icadından önceki düzeyde kalmış olsaydı yine
otomobil üretilemezdi. Böyle evrensel bir ölçüde
düşünüldüğünde her üretimin, geçmişin insanları da
içinde olmak üzere, dünyanın bütün insanlarının
elbirliğiyle yapıldığını ve bu üretimde, elbirliği
etmiş insanlardan hangisinin ne kadar payının
bulunduğunu saptamanın olanaksız olduğunu görmek zor
olmayacaktır.
Böylece, Marx’çıların inandırıcı bir çözüm
bulamadıkları bu "emeğin değeri" konusuna
liberaller kendilerince bir çözüm bulmuşlar ve
gerek emeğin gerekse emek ürünlerinin değerini
piyasa koşularının belirlediğini öne sürmüşlerledir.
Oysa, başta reklamcılık olmak üzere, her türden
yalanı, vurgunu, hırsızlığı, piyango ve kumarı
içine alan böyle bir fiyat ve ücret anlayışını doğal
bir durum açıklaması olarak kabul etmek
olanaksızdır.
Bütün bunlara
karşın, A. Smith dönemindeki ingiliz toplumunun
zenginleşmesini sağlayacak en kestirme yolun
liberalizmden geçtiği de bir gerçektir. Nitekim o
dönemde bilim ve teknoloji alanında dünyanın en
yüksek düzeyinde bulunan toplumlar arasında
liberalizmi en koyu biçimiyle uygulayan ingiliz
toplumu öteki toplumların hepsinden daha zengin
olmuştur. Günümüzde ABD için de aynı şey
söylenebilir. Ancak bu, liberalizmin, toplumların
mutluluğunu, hatta zenginliğini sağlamak bakımından
en uygun düzen olduğu anlamına gelir mi?
Burada, en azından zenginleşme bakımından, liberal
toplumların her zaman en önde bulunduğunun kuşku
götürmediği öne sürülebilir ki bunun doğru olduğu
açıktır. Ancak bunun hangi koşullar altında
gerçekleştiğinin de düşünülmesi gerekir. Eğer bu
düşünülmezse, zenginleşmek isteyen her toplumun, her
türlü koşullar altında liberalizmi kabul etmesi
gerektiği sonucuna varılacaktır ki bunun nasıl bir
yanılgı olduğunu biraz sonra göstermeye
çalışacağım.
Önce, ingilizlerin liberal bir düzen içinde
zenginliğin doruğuna yükseldiği dönemdeki dünya
koşullarını düşünelim. O dönemde insanlığın bir
işbirliği ürünü olduğunun kabul edilmesi şöyle
dursun böyle bir durumun bir olasılık olarak
düşünülmesi bile olanaksızdır. Nitekim o günlerden
150 yıl kadar önce Hobbes "insanlığın doğal
durumunun, başka insanlarla ortak bir gücün
yönetimi altına girmemiş olma durumu" olduğunu öne
sürüyor ve toplumsal yaşama giren insanlar
arasındaki ilişkiyi "İnsan insanın kurdudur"
tümcesiyle betimliyordu. Locke da örgütlü yaşama
geçişin, insanın doğal durumdaki (yani toplumsal
yaşama girmeden önceki) hak ve özgürlüklerini
koruma isteğinden doğduğunu öne sürüyordu. ()
Bunlara, çocuğun iyi yetişmesi için toplum dışında
büyümesi gerektiğini öne süren Rousseau'nun ve
insanda yaratılıştan gelen bir istenç özgürlüğünün
bulunduğunu kabul eden Kant'ın görüşlerini eklersek,
çok yakın zamanlara dek, hatta günümüzde de,
insanların nasıl çarpık bir insanlık ve özgürlük
anlayışının etkisi altında bulundukları görülür.
Böylesine bireyci bir insanlık anlayışıyla
işbirliğinin insan için kaçınılmazlığını görebilmek
olanaksız olduğu gibi, bir işbirliğinin düşünülmesi
durumunda da onun verimli biçimde işlemesi için ne
gibi önlemlerin alınması gerektiği konusundaki
bilginin yeterli bir düzeyde olduğu söylenemez.
Toplumların içindeki insanlararası ilişkiler
konusundaki bilgi durumu böyleyken, toplumlar
arasındaki ilişkiler konusunda herhangi düzeydeki
bir bilgiden söz edilemeyeceği açıktır. Ulaşım ve
iletişim alanındaki gelişmeler, gelişmiş
toplumların insanlarının çok uzaklardaki az gelişmiş
toplumlarla ilişki kurmasını sağlamıştı. Gelişmiş
toplumların bu az gelişmiş toplumlar üzerine hemen
hiçbir şey bilmeyen yöneticilerinin, o toplumlarla
ilişki kurmakta olan özel girişimcileri denetim
altına alması düşünülemezdi. Bu durumda devlete,
ordu ve donanmasıyla başarılı özel girişimcileri
destekleyip onlardan bu desteğin bedelini almaktan
başka yapacak iş kalmıyordu.
Sonradan, dünyanın değişik bölgelerindeki
insanlarla ilgili bilgiler büyük ölçüde arttı.
Ancak, insanin ne olduğu ve insanlararası
ilişkilerin nasıl olması gerektiği konusundaki
bilgi artışı, coğrafya alanındaki bilgi artışı
yanında cılız kaldı. Bu yüzden gelişmiş ülkeler,
kendilerine az gelişmiş toplumları sömürerek
zenginleşme olanağı sağlayan liberalizmi her zaman
ve her türlü koşullar altında en iyi ekonomik düzen
olarak görmeyi sürdürdüler.
Böylece, başlangıçta başka bir yolun düşünülememesi,
insanlararası ilişkilere verimli bir düzen vermek
için gerekli olan bilgiden yoksun olunması yüzünden
kabul edilen liberalizm, bir yandan alışkanlık bir
yandan da gelişmemiş toplumların sömürülmesindeki
kolaylık yüzünden, gelişmiş toplumlar için
zenginleşmenin tek yolu olarak görülmeye
başlanmıştır. Gelişmiş toplumların bu genel
görüşte birleşmesinde liberalizmin zengin ettiği
büyük sermayenin devlet politikalarını
biçimlendirme gücü kazanmış olmasının etkisi de
unutulmamalıdır. Genellikle gelişmiş toplumlara
bağımlılıktan kurtulamayan az gelişmiş toplumlar da
bu aldanmaya uymak zorunda kalmışlardır. Oysa Türk
toplumunun Cumhuriyetle başlayan gelişme biçimine
şöyle bir bakmak, bu aldanışın az gelişmiş
toplumlara neye mal olduğunun görülmesine
yetecektir.
Cumhuriyetin kurucuları, çağının çok gerilerinde
kalmış olan Türk toplumunun doğruca eğitim ve
sanayileşme yoluyla kalkınabileceğini görmüşlerdi.
Ancak kumcular, o dönemin gelişmiş ülkelerinde
geçerli olan görüşlerin de etkisi altında, her iki
konuda da yanılgıya düşüyorlardı. Sanayileşme
konusunda dünyanın bütün gelişmiş toplumları örnek
alınarak, sanayinin ancak özel girişimciler eliyle
kumlabileceğine inanılıyordu. Eğitim konusunda da
ilköğretimden başlayıp orta ve yükseköğretime
ulaşan bir geliştirme yöntemi düşünülüyordu.
Cumhuriyet bu iki yanlıştan, ancak, 12 yıl süren
verimsiz çabalardan sonra kurtulabildi.
Bu süre içinde eğitimde gelişmenin ilkokuldan
değil, tersine, üniversiteden başlaması gerektiği
anlaşıldı. Çünkü, ilk ve ortaöğretimi geliştirecek
olan öğretmenler üniversiteden yetişeceği gibi,
sanayileşme yolunda gerekli olan bilgiyi de
üniversiteler verecekti. Bu anlayışa göre
başlatılan üniversite reformu, Almanya'dan kaçmak
zorunda kalan bilim insanlarının da yardımıyla,
eğitim sorununun çözülmesi konusunda inanılmaz
etkinlikte bir gelişmenin başlangıcı oldu.
Sanayileşmeye gelince, yine bu 12 yıl içinde özel
girişimcinin, kendi ülkesinde sanayi kurmak yerine,
dış ülkelerde kurulmuş olan sanayinin kaliteli ve
ucuz ürünlerini ithal ederek bu yoldan
zenginleşmeyi yeğlediği görüldü. O günlerde özel
girişimcilerin sanayi alanına girmeyişinin
sermayesizlikten ileri geldiği düşünülüyordu. Bu
yüzden devlet ucuz girişimcileri büyük ölçüde
desteklemeye girişti. Ancak bütün desteklere karşın,
12 yıl içinde ülkede yalnızca iki çimento ve iki
şeker fabrikası kurulabildi.
Böylece Türkiye'deki 12 yıllık deneyim sonunda,
çağının gelişmiş ülkelerine bakışla geride kalmış
olan bir ülkede sanayileşmenin özel girişim eliyle
yürütülemeyeceği anlaşılmış ve 1932 yılında
devletçiliğe geçilmiştir. Bu tarihle
II.
Dünya Savaşının başladığı 1939 yılına dek geçen,
yalnızca 7 yıllık kısa süre içinde Türkiye'nin
sanayileşme alanında yaptığı atılım gerçekten
şaşırtıcıdır. Gerideki 12 yıl içinde yalnızca iki
çimento ve iki şeker fabrikası kurabilen Türkiye'nin
arkadan gelen 7 yıl içinde yine ikişer tane şeker
ve çimento fabrikasının dışında sanayileşme
alanında yaptıklarına şöyle bir bakmak bu dönemde
bir mucizenin gerçekleştiğinin kabul edilmesine
yetecektir.
Sümerbank, Etibank ve Maden Tetkik ve Arama
Kurumlarının kurulması dışında bu dönemde kurulan
fabrikalar şöyle sıralanabilir: Karabük Demir Çelik,
izmit Kağıt, Paşabahçe Şişe Cam, Bursa Merinos,
Kayseri Bünyan Halı ipliği, Nazilli Basma ve Gemlik
Suni İpek fabrikaları. Bu kadar kısa bir sürede
böylesine kapsamlı bir sanayileşme atılımının
dünyada başka bir örneğinin görülmediği
söylenebilir. Böylesine bir atılımın hiç dış
borçlanmaya gidilmeden ve özel girişimcilerin
sermayesizlik yüzünden kollarını bile
kımıldatamadıkları bir dönemde yapılması, da
başarının eşsizliğinin başka bir kanıtıdır.
Bu 7 yılın başka bir özelliğinin de üniversite
reformunun bu dönemde başlatılması olduğunu biraz
önce gördük. Bu, eğer bir rastlantıysa son derece
mutlu bir rastlantıdır. Çünkü sanayileşmeyle
bilimsel gelişme birbirinden ayrı olarak
düşünülemez. Üstelik, toplumun genel olarak
gelişmesi ya da insanlık düzeyinin yükselmesi için
de sanayileşme ve bilimsel gelişme vazgeçilmez
koşullardır, insanlık tarihi bunun böyle olduğunu
açıkça göstermektedir. Gerçekten, on yedinci yüzyıl
başlarındaki bilgi patlaması sanayileşmeyi
başlatmış, gelişen sanayi de bilimsel gelişmeyi
kamçılamıştır. Bilgi artışı, bir yönüyle de insanın
özgürlüğünün artması ve bu yoldan da insanlık
düzeyinin yükselmesi anlamına gelmektedir
Burada
sanayileşmenin yalnızca teknolojiyi
geliştireceğini, bunun da insanlık düzeyinin
yükselmesiyle bir ilgisinin bulunmadığını öne
sürenler bulanacaktır. Daha da ileri giderek,
teknolojinin insanların insanlık-dışı eylemlerinin
yıkıcı gücünü çok büyük boyutlara çıkarmakla
insanlığın gerilemesine bile neden olduğunu
düşünenler bulanabilir. Ancak insanlık tarihinin
eleştirel bir incelemesi bu görüşlerin doğru
olmadığının kanıtlarını vermektedir. Gelişmiş
ülkeler arasında sürmekte olan ve daha da süreceği
anlaşılan barış durumu, o toplumların bilgi
düzeyinin büyük ölçüde yıkım ve kırımlara bir son
vermenin yolunu bulduğunu gösteriyor.
Günümüzden 2500 yıl önce, çağının en ileri toplumu
olduğu anlaşılan Yunanlılarda halkın büyük bölümünün
bir azınlığın kölesi olduğu, daha sonraları,
insanların bir bölümünü eğlendirmek için başka bir
bölümünün yırtıcı hayvanlara parçalattırıldığı,
insanların pazarlarda alınıp satıldığı, yakın
zamanlara dek karşı düşünce ya da inançta olanların
diri diri yakıldığı göz önünde tutulduğunda, her
şeye karşın günümüzün, özellikle gelişmiş ülkeler
insanlarının eskilerden daha yüksek bir insanlık
düzeyinde bulunduğunu kabul etmek gerekiyor.
Demokrasiyi ve insan haklarını savunan, ırk, din,
dil düşmanlıklarına karşı çıkan en etkili görüşler
de bilim ve teknoloji alanında en ilerdeki
toplumların öncülüğünde ortaya çıkmaktadır.
Türkiye'nin, II. Dünya Savaşı'ndan önce devletçi bir
sanayi atılımı yaparken, bilim alanında da bir
atılımı başlatmış olması belki de yalnızca mutlu bir
rastlantıdır. Ancak savaştan sonra, bir bakıma
gelişmiş toplumlara imrenerek, bir bakıma da o
toplumların baskısı altında, gerçek sanayi yerine
montaj sanayiyle yetinmeye razı olan Türk
toplumunun, yine o dönemde, bilimsel atılım
coşkusunu da yitirerek bir tür montaj bilimleri
kurmaya yönelmesinin basit bir rastlantı olmadığı
anlaşılıyor.
Bu durumda Türkiye'nin çağdaşlaşma atılımının yarıda
kalışının da basit bir rastlantı sonucu olmadığı,
burada başlıca nedenin önce Devletçilikten ve buna
koşut olarak da bilimsel atılımdan vazgeçmesi olduğu
söylenebilir. Böylece, çağının gerisinde kalmış
toplumda özel girişimcinin teknolojik gelişmeden
kaçmasının, bu yüzden bilimsel gelişmeye de gerek
kalmamasının kaçınılmaz olduğu görülüyor.
Türkiye'de başlangıçta sermayesizlik yüzünden
sanayileşmeye gidemedikleri sanılan özel
girişimcilerin bir bölümünün, aradan 50 yıl
geçtikten sonra dünyanın en güçlü firmaları arasına
girmelerine karşın montaj sanayimden
vazgeçememeleri, bu durumun sermayesizlikle bir
ilgisinin bulunmadığını açıkça gösteriyor.
Bir az gelişmiş ülke olarak Türkiye'nin liberalizm
karşısındaki durumunu böylece belirledikten sonra,
şimdi artık liberalizmin evrenselleşmiş bir biçimi
olan "küreselleşme" konusunu ele alabiliriz.
Küreselleşme, insanlığın gelecekte oluşturması
kaçınılmaz olan, ayrılık-sız ve ayrıcalıksız
insanlardan oluşan tek bir dünya toplumuna gidişin
bir ilk adımı olarak görülebilir. Böyle bir
gelişmenin dönemin gelişmiş toplumlarının
öncülüğünde başlaması da doğal karşılanabilir. Ancak
bütün sorun, ayrılık ve ayrıcalıklardan kurtulmuş
bir dünya toplumuna doğru gidişin gerek toplumlar
gerekse insanlar arasındaki ayrılık ve
ayrıcalıkları doğal bir durum olarak gören liberal
toplumların öncülüğünde gerçekleşmesinin olanaklı
olup olmadığıdır.
Gelişmiş ve liberal toplumların küreselleşme
konusuna bakış biçiminin ilk belirtilerini ABD'nin
II. Dünya Savaşı'ndan sonra az gelişmiş ülkeler
karşısında izlediği siyasette görme olanağı vardır.
O dönemde az gelişmiş toplumları yoksullukları
içinde sömürmektense onları az çok
zenginleştirdikten sonra sömürmenin daha verimli
olacağını görebilen ABD yöneticileri o toplumları
krediler ve dış yatırımlarla besleyerek bir ölçüde
zenginleştirme yolunu tutmuştur. Kredi verilen
ülkeleri, örtülü biçimde de olsa liberalliğe
koşullandıran bu siyasetin Türkiye'deki sonucunu
yukarıda gördük. Şimdi artık bu "küreselleşme"
konusunu en genel biçimi içinde ele alabiliriz.
Küreselleşmede, az gelişmiş ülkelerden açıkça
liberal bir ekonomik siyaset izlemeleri
istenmektedir. İlk aşamada, krediler ve sermaye
akımı dolayısıyla, tıpkı 1950'ler Türkiyesinde
olduğu gibi bir zenginleşme görülmekte ve gittikçe
büyüyen kredi ve sermaye akımı yüzünden,
zenginleşme bir süreklilik görüntüsü de vermektedir.
Ancak az gelişmiş ülke bu yeni koşullar altında
yalnızca montaj sanayiyle ve gelişmiş ülkelerin
artık bir sanayi olarak görmedikleri türden
(dokumacılık gibi) bir sanayileşme ve bu
sanayileşme biçimine uygun bir bilimsel az
gelişmişlikle yetinmek zorunda kalmaktadır.
Böylece küreselleşme, az gelişmiş toplumlarda, az
çok bir zenginleşme hatta sanayileşme görüntüsü
vermiş bile olsa gerçek bir gelişmenin ortaya
çıkmasını sağlayamamaktadır. Üstelik belli bir zaman
süreci içinde gelişmiş ve az gelişmiş toplumların
adam başına düşen ulusal gelirleri
karşılaştırıldığında az gelişmişlerin bir ölçüde
zenginleşmiş olmalarına karşın, onlarla gelişmiş
toplumlar arasındaki ayrımın azalmadığı, tersine,
arttığı görülmektedir. Böylece, liberal bir
ekonomik düzen anlayışından önemli ödünler vermeden
dünya toplumlarını bir küreselleşme ideali
çevresinde bütünleştirmeye kalkmanın yeni
ayrılıklar ve karışıklıklardan başka bir sonuç
vermesi beklenemez.
Gerçekte günümüz gelişmiş toplumlarının bilgi
düzeyinin, dünyayı tek bir toplum içinde
birleştirmenin yolunun, az gelişmiş toplumları da
kendi bilgi ve sanayileşme düzeylerine getirmekten
geçtiğini görebilecek düzeye ulaşmadığı söylenemez.
Bir kez az gelişmiş toplumları zenginleştirerek
sömürmenin onları
yoksulken sömürmekten daha verimli olduğu
görülebildikten sonra, sömürmenin en verimli
biçiminin, geri kalmış ülkeleri de kendi düzeyine
getirerek onlarla eşitlik içinde işbirliği yapmak
olduğunu görebilmenin bir zorluğu kalmaz.
Ancak bu işbirliği girişiminin başarıya ulaşabilmesi
için geri kalmış toplumların, bir yandan planlı bir
ekonomik düzen içinde sanayileşmeye yönelmelerini,
bir yandan da hem bu sanayileşmeyi besleyip hem de
onunla beslenecek olan bir bilgi üretim düzenini
uygulamaya başlamalarını sağlayabilmek gerekir.
Oysa hem bir takım boş inanç ve saplantıların hem
de günlük çıkar hesaplarının ötesini düşüremeyen
çokuluslu şirketlerin yoğun baskısından kendilerini
kurtaramayan gelişmiş toplumlar, kurmak istedikleri
sistemin başarıya ulaşması için alınması zorunlu
olan önlemleri alamamaktadırlar.
Özetlersek, insanın insanlaşmasında
işbirliğinin belirleyici işlevini göz ardı eden
liberalizmin insan doğasına ters düşen bir
ekonomik düzen olduğunu kabul etmek gerekiyor.
İnsanlık tarihinin belli bir döneminde, dünyanın
gelişmiş toplumlarının, o günün koşullarında daha
iyisini düşünemedikleri, düşünseler bile öyle bir
düzeni uygulamaya koyma olanaklarının bulunmaması
yüzünden kabul etmek zorunda kaldıkları bu düzenin,
günümüzün gelişmiş toplumlarının bilgi düzeyleri ve
bildiklerini uygulamaya geçirme olanakları
karşısında tutunabilmesi şaşırtıcıdır.
Ancak, insanlığın yerleşik inanç ve kurumlardan
kurtulmasının güçlüğü yanında, liberal düzenden
çıkar sağlayan özel girişimciliğin toplumların
yönetimdeki etkinliği de göz önünde tutulduğunda
liberalizmin, varoluşunu sürdürmekten de öte,
gittikçe daha parlak bir görünüm kazanmasına
şaşırmamak gerekir. Öte yandan, gelişmiş
toplumlardaki bilgi artışının inanılmaz hızı
karşısında yerleşik inanç ve kurumların gösterdiği
bu dirençte, liberalizmin gelişmemiş toplumların
sömürülmesinde sağladığı kolaylığın da etkili
olduğunun unutulmaması gerekir.
|