Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Liberalizmin Temel Çelişkisi 

Dr. Mehmet Ali Kılıçbay 

Liberalizm, bireyin toplumsal bir olgu olarak oluşma süreci içinde ortaya çıkan, son­ra da felsefi müdahalelerle doktrinleşen, siya­sal olduğu kadar ekonomik bir bakış açıları toplamıdır. Bireyin cemaatten özgürleşmesine olanak veren ilk süreç olan Batı toplamsal ge­lişmelerinin ürünü olduğundan, sistemleştirilmesi ve adlandırılması Batı kültürel küresi için­de gerçekleşmiştir. Bireyin belirmediği veya belirse bile toplumsal bir vakıa haline dönüşemediği toplumlardaki özgürlük talepleri libe­ralizm çerçevesinde değil, cemaat ayrıcalıkları çerçevesinde ele alınmak zorundadırlar. 

Bu durumda liberal doktrini anlama işi­ne imtiyazlar ile haklar arasındaki farklılığı vurgulayarak ve haklar küresine buradan itiba­ren nasıl ulaşıldığını görmeye çalışarak başla­mak gerekmektedir. Dönemlemenin yarataca­ğı sakıncalara göğüs gererek,  "özgürlükler" küresinin Batı Orta Çağının içinde tartışılmaya başlamasına karşılık, siyasal ve ekonomik bir talep haline gelmesinin 17. yüzyıldan itibaren gerçekleşmeye  başladığını  ortaya  koymak mümkündür.  Bunun anlamı, bu tarihlerden önce Batı Avrupa'da ve bu tarihten sonra da dünyanın geri kalanında egemen olan toplumsal şekillenmenin "imtiyazlar" bağlamında ger­çekleştiğidir. 

Daha açık terimlerle, sınıfların belirginleşmediği, ama tabakalı olan bütün toplumlar­da, ne şekilde olursa olsun meydana gelen ekonomik hasıla "imtiyazlar" bağlamında bö­lüşülür, imtiyazların birbirine göre konumunu tabakalara mensubiyet belirler. Tabakaları ve onlara mensubiyetleri ise siyaset 'espit eder. Ancak hemen vurgulanması gereken, nokta, bu gibi toplumlarda, siyasetin olabilecek en dar çerçevesi içinde tutulmaya çalışıldığı ve tu­tulduğudur. Veya daha başka bir açıdan bakıl­dığında, halksız, katılımsız bir siyaset, bir "sa­ray siyaseti" söz konusudur. 

Bu söylenilenleri somutta açmak üzere, herhangi bir siyasal formasyonun ele alınması yeterli olacaktır. Örneğin, Roma, Çin veya Os­manlı İmparatorluklarından herhangi birinin siyasal-ekonomik yapısının incelenmesi, aynı sonuçlara götürecektir. (liberalizm ve türkiye)

Örneğin Osmanlı devletinde toplumsal sınıflar  ekonomiye göre konumları açısından belirginleşmemişlerdir; buna karşılık devlete göre konumlara göre oluşan bir tabakalaşma söz konusudur. Klasik terimler içinde söylen­diğinde, sünuf-u devlet denilen seyfiye (ordu ve bürokrasi) ile ilmiye (yargı, eğitim, din) gibi iki tabaka devlet küresini oluştururken, reaya (sürü, yani üreticiler) yönetilen ve tabi olan halk tabakasını meydana getirmektedir.  Os­manlı siyaseti, yalnızca sünuf-u devlet içinde gerçekleşmekte ve halk (reaya) bu kararlara yalnızca tabi olmaktadır. Zaten Osmanlı toplu­munda siyasal ve ekonomik haklar işaret eden yurttaşlık kavramı hiçbir zaman ortaya çıkma­mış. Seyfiye nedereyse tamamen devşirmeden oluştuğu için "kul" (köle, tabiriyle ifade edil­miş, reaya ise tamamen) teba olarak görülmüş­tür. 

Bu konumun aynını bütün Antik imparatoluklarda (Çin, Hind, Mezopotamya, Inka, Eski Mısır...) görmek mümkündür. Farklılaşmış gibi gözüken Roma da aslında aynı şemanın içindedir. Patrici sınıfı, toprak sahiplerinden meydana gelmekte, bunlar hem ordunun ko­muta mevkilerini, hem de siyaseti (senato) el­lerinde tutmaktadırlar. Bu yüzden bu sınıfın bütün mensuplarına senatör denilmektedir. Üretici kesim ise, tamamen eşya statüsünde olan kölelerden meydana gelmektedir. 

Bu siyasal-ekonomik formasyonların hepsinde, sistem içinde üretilen hasılanın ta­mamı devletin veya siyasete tekelinde tutan sı­nıfın elinde olmakta, paylaşım tamamen imti­yazlar doğrultusunda, yani mertebe, unvan, iş­gal edilen devlet fonksiyonu gibi konumlara göre yapılmaktadır. Bu gibi toplumlarda öz­gürlük kavramı yoktur, çünkü özgürlüğün kıs­tası yoktur. Tek istisna olarak görülen Roma'da özgürlük, köle olmama, bağımlı olmama hali olarak tanımlanmaktadır. 

Özgürlük, ancak kıstasının ortaya çık­ması halinde mümkün olabilirdi. Bu da Orta Çağda Batı'da merkezi devletin feodalite döne­minde ortadan kalkması sayesinde gerçekleşe­bilmiştir. Ayrıntıya girmeksizin söylenilmesi halinde, feodalite siyasetin ve ekonominin atomizasyonu olduğuna göre, feodal soyluların bu konumlarını devlete borçlu olmamaları de­mektir. Yani dünya tarihinde ilk kez, devletten kaynaklanmayan bir egemenlik alanı ortaya çıkmıştır. Bu da hem özgürlüğün, hem de hak­lar küresinin kıstasını oluşturacaktır. 

Feodalitenin tasfiye sürecine girip, kapi­talizmin yeşermeye başlamasıyla yeni bir sınıf, burjuvazi tarih sahnesine çıkacak ve özgürlük ile hak taleplerini feodal soyluluğun aynasında üretecektir. Liberalizmin kökeni bu oluşumun içindedir.

Burjuvazi, kapitalizmin beşiğinde büyü­müş ve serpilmiştir. Kapitalizm ise, kendinden önceki bütün ekonomik sistemlerin aksine, belirsiz bir piyasa için üretim yapmaktadır. Bu­nun anlamı, üreticinin özgürleşmek zorunda olması olduğu kadar, tüketicinin de ortaya çık­ması ve üretim ile "tüketim sürecinin piyasada cereyan eder hale gelmeleridir. Bir örnekle yetinmek üzere, fiyat daha önceki sistemlerde si­yasal otorite tarafından belirlenen bir büyük­lük iken, kapitalizmle birlikte artık piyasada belirlenir hale gelmeye başlamıştır. Bu yüzden kapitalist burjuvazinin ilk özgürlük talebi, pi­yasanın siyasal otoritenin müdahalelerinden arındırılması, yani serbestleşmesi yönünde olacaktır. Çünkü, eski sistemlerde kâr, maliye­tin bir fonksiyonudur. Oysa kapitalizmde kâr, ilke gereği sınırsızdır, yani kapitalist uygun bulduğu  her fiyattan satış yapa kendi mantığına göre yapmalıdır. 

Liberalizm işte bu koridorda ilerleye­cektir. "Laissez-faire, laissez-passer" ilkesi, ay­nı zamanda piyasanın (yani kapitalistlerin) egemenliği anlamına gelmektedir. Özellikle İngiliz klasikleri tarafından formüle edilen esa­sa göre, piyasa çıkarların doğal uyumudur. Ya­ni herkes kendi çıkarını düşüneceği için, piya­sa herşeyi kendiliğinden düzenleyecektir. Bir başka açıdan bakıldığında, fiyatlar talebe göre oluşacak ve neyin ne kadar üretileceği böyle­ce belirlenecektir. Adam Smith'in ünlü "gör­meyen el" ilkesi, piyasanın bu kendiğilinden düzenleyici işlevinin soyutlanması olmaktadır. 

Ama gerçek durumda kapitalizm bu şe­kilde işlemektedir. Neo-klasiklerin homo eco-nomicus soyutlamasına rağmen, birey-tüketici ancak kendine sunulan malları talep edebil­mekte, mal ortaya çıkmadan neye ihtiyaç ve­ya arzu duyduğunu belirleyememektedir. Bu yüzden piyasaya tüketiciler ve onların çıkarla­rı değil, kapitalistler ve onların çıkarları ege­men olmaktadır.

Bu durum siyaset düzlemine'de yansı­mış, devletin ekonomi üzerindeki egemenliği­ni kırmak üzere, İngiltere'den başlayarak kuv­vetler ayrılığı teorileştirmesi sonunda demok­rasinin ilkelerinden bir ihaline gelmiştir. 

Mutlak devleti sınırlandırmak için geliş­tirilen liberal siyasal teori, kuvvetler ayrılığının yanı sıra, federalizm ve parlamentonun iki ka­natlı olması ilkelerini de ısrarla savunmuştur. Bütün bunların tamamının hayata geçtiği yegâ­ne ülke olarak karşımıza ABD çıkmaktadır. (politik liberalizm) 

Ancak bütün bunların sonuçta bir ço­ğunluk despotizmine dönüşmesi tehlikesi her zaman bulunduğundan, liberalizm zaman için­de başlangıç kabullerinden uzaklaşmak zorun­da kalmıştır. Nitekim, çoğunluk birey kararlarının birleşmesinden oluşur, ama birey düşün­mekte, eylemekte, farklılaşmakta ve düşünce­sini değiştirmektedir (Çünkü bunları yapmakta özgürdür). Bu yüzden çogunluk iradesi mutlak değil, kısmidir. Bütün iradeler biraada yaşama durumundadırlar. Bu nedenle sonuçta, bireyin yurttaş olarak sahip olduğu haklar, çoğunluk iradesinden öncelikli hale gelmektedir. 

Liberalizm bugün artık gerçek anlamıy­la bir bireysel özgürlükler sorunsalı etrafında kümelenen-çeşitli görüşlerin geometrik yeri haline gelirken, kapitalizmi savunan bir dokt­rin olmaktan bir türlü kopamamanın (bu zaten olanaksızdır) sancılarını yaşamakta, yani aynı anda bireysel özgürlükler ile kapitalist sömü­rüyü savunma durumunda kalmaktadır.

Gelecek, liberalizmin ayakta kalmasının ve inandırıcı bir doktrin haline gelebilmesinin bu çelişkinin aşılmasına bağlı olduğunu gös­terecektir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005