|
Neoliberalizmin Karanlık Bilançosu
Prof. Dr. Fikret Başkaya
ideolojiler az-çok iç tutarlığı olan bir dizi
fikirler, inançlar, teoriler, efsaneler ve
anlayışlardan oluşurlar ve politika ile çıkarlar
arasında bağ kurmaya yararlar Elbette
ideolojilerin ete-kemiğe bürünmesi için 'uygun'
koşulların da oluşması gerekir, ideoloji,
birilerinin çıkarının herkesin çıkarı olduğu, bir
gurubun, bir sınıfın, daha da ötede bir ulusun
çıkarının herkesin, tüm insanlığın çıkan olduğu
bilincini kafalara sokmak gibi bir işlev
üstlenirler, işte, gerçek anlamda bilim bu aşamada
bir ihtiyaç haline gelir ve retorikle realite
(söylemle gerçek) arasındaki uyumsuzluğu teşhir
edebildiği ölçüde gerçek anlamda 'bilim' tanımını
hake-der. Bu kısa yazıda 1980'lerden sonra
kapitalizmin 'yeni' meşrulaştırıcı ideolojisi, bir
çeşit dönemin 'tek düşüncesi' haline gelen
neoliberalizmin bir değerlendirmesi yapılacak.
Hiçbir iç tutarlığı olmayan uyduruk, değilse
"ısmarlama üzerine" üretilmiş ideoloik tezlerin
nasıl olupta 'hikmetinden sual olmaz' hakikatler
olarak sunulabildiğini göstermeye çalışacağız.
Elbette burada ele aldığımız temaların her birinin
derinlemesine" tahliline girişmeyeceğiz, sadece
sorunun !özünü' kavramaya olanak veren
bir 'özet' yapmayı deneyeceğiz.
Bilindiği gibi, kapitalist üretim süreci sürekli
yükselen bir gelişme trendi izlemiyor. Genişleme
dönemlerini daralma, büyüme dönemlerini krizler
takibediyor. Dolayısıyla kapitalizm kriz üreten bir
sistem olarak varolabiliyor ve kendini yeniden
üretebiliyor. Krizler de üretilenin satılamaması,
başka bir ifade ile "realizasyon" yetersizliğinin
sonucu olarak ortaya çıkıyor. Daha açık ifade etmek
istersek, krizler arz fazlasından veya talep
yetersizliğin-den kaynaklanıyor. Oysa, kapitalizm
öncesi dönemin sosyal formasyonlarında sorun
"yeterli hasadın" sağlanamamasından ileri gelirdi.
Bu durum, ekseri ileri sürülenin aksine, kapitalist
üretim tarzının irrasyonelliğinin de bir
göstergesidir. Tüm XIX. yüzyıl boyunca ve XX.
yüzyılın ilk onyıllarında krizler birbirini izledi
ve 1929 Büyük Buhranıyla donık noktasına ulaştı.
Elbette 1929 krizi sadece bildik bir 'devrevi kriz'
değildi. "Yapısal kriz" içinde ortaya çıkmış
kapitalizmin tanık olduğu en büyük krizdi. Bu kriz
kapitalist odaklarda, dünya kapitalizminin hakim
kesimlerinde ciddi bir 'bilinç krizi'ne neden
olmuştu. Eğer, talep yönünden bir 'düzenleme'
olmazsa, sistemin kendi kendini yeniden
üretebilmesinin problematik hale gelebileceği
düşüncesi sermayenin baronlarının bilincine
kazınmıştı, işte, ünlü Keynezyen ekonomik paradigma
böylesi bir kaygının sonucu olarak ortaya çıkmış ve
neredeyse dönemin 'tek düşüncesi' haline gelmişti.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde geçerli
politikalar, esas itibariyle ekonomiye talep
yönünden müdahaleyi esas alan politikalardı. Talebe
istikrar kazandırmayı amaçlayan devlet müdahaleleri
(regülasyon) savaş sonrası dönemdeki istikrarlı
büyümede önemli bir yere sahipti. (liberalizm
devlet)
Elbette söz konusu dönemde ekonomiye yoğun devlet
müdahalesini sadece "talebi düzenleme" kaygısıyla
açıklamak yetersiz kalır. Esasen ikinci savaş
sonrası dönem, kapitalizmin tarihinde bir
parantezdi, ilk defa emekçi sınıflar, mütevazi
toplum kesimleri, ezilen halklar lehine görece
olumlu bir 'güç dengesi durumu' ortaya çıkmıştı.
Böyle bir dengenin oluşmasında; faşizmin yenilmesi,
Sovyet sisteminin bir çekim merkezi haline gelmesi,
sömürge halklarının sömürgeciliğin 'klasik'
biçimine başkaldırmış olmaları başlıca açıklayıcı
faktörlerdi Böylesi bir güç dengesi durumu özellikle
dönemin tartışmasız hegemonik gücü olan ABD'yi
"çevreleme veya kuşatma liberalizmi" denilen bir
strateji benimsemeye 'zorlamıştı'.ö)
Talep yönlü kamu müdahalelerinin de etkisiyle
kapitalizm tarihinin en uzun ve 'sorunsuz',
istikrarlı büyüme dönemini savaş sonrası 30 yılda
yaşadı. Dönemin 'dinamik ürünleri' otomobil, yaygın
ve standardize olmuş konfeksiyon giyim, transistor,
elektronik aletler, televizyon, dayanıklı tüketim
mallan, fonksiyonel kentleşmeydi. Yukarda sözünü
ettiğimiz global güç dengesi ve kapitalizmin
genişleme sürecinde oluşu, işletmelerin verimlilik
oranlarım, dolayısıyla kâr oranlanın yükseltiyordu.
Talebin, dolayısıyla pazarların sürekli genişlediği
bir konjonktürde, hem reel ücretlerin, hem de
vergilerin ve kamu harcamalarının artması mümkün
oluyordu, işte emperyalist ülkelerde 'refah
devleti' böylesi belirleyiciliklerin ve güçler
dengesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Hangi
siyasi parti iktidara gelirse gelsin (liberal,
muhafazakâr, sosyal demokrat, hristiyan demokrat,
sosyalist, vb.) uyguladıkları programlar hep az-çok
aynıydı.
Söz konusu konjonktür geçerliyken slogan hiç
şüphesiz: 'Daha çok devlet'ti. Dolayısıyla devletin
ekonomiye müdahale etmesinden değil, yeteri kadar
müdahale etmediğinden şikayet ediliyordu... ister
politikacılar, ister iktisatçılar ve ekonomi
bürokratları olsun, uygulanan politikaların
performansından kuşku duymuyorlardı. O kadar ki,
artık kapitalizmin krizlerinin 'tarihe karıştığını'
bile ileri sürdükleri oluyordu. Bu, 'herkesin
Keynesci olduğu' bir otuz yıldı... Devlet
müdahalelerini önemsemeyen bir iktisatçı ne
akademik çevrelerde, ne de devlet aygıtında muteber
sayılıyordu. Nobel ödülleri hep Keynesci
iktisatçılar tarafında; paylaşılıyordu.' Kapitalizm
genişlemesini sürdürdükçe hem refah devleti modeli
geçerli olmaya, hem de (ve kısmen) hegemonik gür,
olan ABD'nin sözünü ettiğimiz 'komünizm; kuşatma'
stratejisinin de bir sonucu olarak, Üçüncü Dünya da
denilen, dünya kapitalizminin periferisinde yer
alan ülkelerde ulusal kalkınmacı büyüme modeli'
geçerli olmaya devam edecekti.
Ne ki, burjuva iktisatçılarının ve
politikacılarının 'krizlerin geride kaldığına' dair
kuruntuları uzun sürmeyecekti... Kapitalizmin
krizinin 1974-197J'den itibaren yeniden
genelleşmesi ve tüm emperyalist ülkeleri etkisi
altına almasıyla, artık 'balayı dönemi' son
buluyordu. Dolayısıyla savaş sonrası genişleme
döneminin sona ermesi, ekonomiye ve ekonomi
yönetimine dair kabullerin, ya da paradigmanın sonu
demekti. Bu aşamada kapitalizmin neden krize
girdiği, ya da talep yetersizliğinin nasıl ortaya
çıktığı, işletmelerin ortalama verimlilik ve kâr
oranlarının neden düştüğü sorusu akla gelir. Yukarda
kısaca değindiğimiz gibi, savaş sonrası dönemin
genişleme dönemine damgasını vuran 'dinamik
ürünler' daha çok dayanıklı tüketim mallarıydı. Bu
malların talebinin belirli bir eşikten sonra göreli
bir istikrara kavuşması, dolayısıyla pazarın
genişleme trendinin yavaşlaması kaçınılmazdı,
ikincisi toplam üretim içinde hizmetlerin ve 'maddi
olmayan mal' üretiminin payı giderek arttı
(şimdilerde OECD ülkelerinde üretimin 2/3'ü bu
sektörde gerçekleşiyor)'7' ki, doğası
gereği bu sektörle ortalama verimlilik ve kâr
oranlan görece daha düşüktür. Üçüncü neden
özellikle sanayileşmiş kapitalist ülkelerde
işçilere dayatılan aşırı yoğun çalışma temposuna,
"bilimsel çalışma" yöntem ve uygulamalarına,
işçilerin tepkisiydi, işçiler bu uygulamalara
fabrikaları işgal ederek, grevler yaparak, pasif
direniş biçimlerini devreye sokarak, vb. tepki
gösterdiler. Bu tür eylemler de
işletmelerin verimlilik oranlarına"! düşmesine neden
olan faktörlerden biriydi. (liberalizm hakkında)
Kapitalizmin krizi demek, kaynak
sorunu, ya da aynı anlama gelmek üzere, sermayenin
verimliliğini restore etme, toplu değersizleşme
sorununu çözme gereğinin gündeme gelmesi demektir.
Eğer kriz sadece 'devrevi bir kriz' değilde 'yapısal
bir krizse', artık aracı tamir ederek yola devam
etmek mümkün değildir. Tabir maruz görülürse, hem
aracın yenilenmesini, hem de yeni bir rota
tutturulmasını gerektiren bir durum söz konusudur.
Kapitalizm genişleme dönemindeyken uygulanan
politikalardan uzaklaşmadan, yeni bir modeli
dayatmadan krizden çıkmak mümkün değildir. O halde
iki şey artık söz konusu olmayacaktı: Birincisi
büyük sermaye, büyük işçi örgütleri
(konfederasyonlar) arasındaki bir konsensüse
dayanan, devletin de sadece ekonomik alanda değil,
sosyal alanda da önemli roller üstlendiği, reel
ücretlerin, kamu harcamalarının (bu arada müterakki
vergilerin söz konusu olduğu) artışına izin
verilmeyecekti. Bunun anlamı, 'refah devleti'
modeline savaş ilan etmekti. İkincisi; Üçüncü
Dünyada geçerli 'ulusal kalkınmacı model' tasfiye
edilecekti. (Sovyet sistemini çökertme stratejisi
yanında) bu iki temel amacın gerçekleştirilmesi
için, bir dizi politika gündeme getirilecekti. Bu
önlemlerin 'hayata geçerilebilmesi' için önce
ideolojik ortamın hazırlanması gerekiyordu. Artık
başka iktisatçılar devlet müdahalelerine savaş ilan
edebilirler, tüm kötülüklerin devletten, aşırıya
vardırılmış devlet müdahalelerinden kaynaklandığını
"bilimsel" olarak kanıtlamaya ve No-bel ödüllerini
cebe indirmeye devam edebilirlerdi... Bir önceki
dönemde hastalığı tedavi maksadıyla verilen ilaç
artık hastalığın nedeni olarak ilan edilebilirdi...
Ve yeni slogan, "daha az devlet daha çok özel
teşebbüs"tü... Bu ana sloganı ikinci derece dört
slogan izleyecekti: Liberalizasyon, deregülasyon,
privatizasyon, sermayeden alman yergilerin
düşürülmesi. Bunlardan birincisi serbestleşme,
korumaların kaldırılması, ikincisi devletin
emekçiler, mütevazi toplum kesimleri lehine
düzenleme ve uygulamalardan elini çekmesi, üçüncüsü
verimli olan veya verimli olma potansiyeline sahip
KİT'lerle, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi,
sonuncusu da adı üzerinde sermayeden yüksek vergi
almaya son vermekti... Elbette kamu hizmetlerinin
özelleştirilmesiyle sermayeden daha az vergi alma
tercihi birbirini tamamlayan ve sermaye sınıfına bir
taşla iki kuş vurma imkanı sağlayan bir tercih
anlamına geliyordu Boyiece sermaye hem vergi olarak
devlete vermesi gereken kaynağı elinde tutmanın
yolunu buluyor, hem de kamu hizmetleri alanına
girerek (özelleştirme) bir 'değerlenme' alanına
kavuşuyordu...
İşte neoliheral
tezler böylesi bir ihtiyaca cevap vermek üzere
üretilmişti. Ama, üreticiler 'akademi'dendi'...
Öyleyse, bilimsel hakikâtler olmamaları için hiçbir
neden olamazdı... Söylenenin özeti de şuydu: Eğer
müdahale edilmezse, ekonomik faaliyetler
pazara (piyasaya) bırakılırsa, herşey yoluna girer,
hiç bir sorun çıkmaz! Sorunların çözümü kendi
kendini düzenleyen piyasada'dır. Elbette önce
insanların 'kendi kendini düzenleyen bir pazarın
(piyasa)' varlığına inandırılmaları gerekiyordu. Bu
amaçla teoriler üretildi... Monetarizmin değişik
versiyonları, arz-yönlü iktisat, rasyonel
beklentiler teorisi, vb. ideolojik hegemonyanın
hizmetine sunulmak üzere ve ekseri ısmarlama
üzerine üretilmişlerdi... Artık herkes "ekonominin
kanunlarından" söz ediyordu... Büyük sermaye odaklan
tarafından oluşturulan Vakıflarda, enstitülerde vb.
mayalandırılan 'neoliberal tezler' daha sonra büyük
Amerikan üniversitelerinde 'olgunlaştırılıyor', bu
üretimde rol alan "büyük teorisyenlere" önce "Nobel
ödülü" veriliyor, arkasından da bu derin bilginlere
büyük gazetelerin sayfaları ve büyük
televizyonların ekranları açılıyordu... Bir yazarın
dediği gibi neoliberal tezler sanki bir deterjan
gibi pazarlanılıyordu... Bütün bu ideolojik tezler
kendinden münkul bir "kendi kendini düzenleyen
pazar"a dayandırılıyordu. Oysa bu dünyada kendi
kendini düzenleyen bir pazar mümkün değildir. Tam
tersine, pazarın işleyebilmesi için devletin (kamu
otoritelerinin densin) müdahalesi zorunludur.
Elbette neoliberal tezlerin yoğun reklam
bombardımanı altında birilerinin çıkıp da:
"Gerçekten, kendi kendini düzenleyen bir pazar var
mıdır? sorusunu sorması iyiden iyiye zorlaşmıştı'
(liberalizm makale)
Sermaye kâr oranlannı restore etmek amacıyla
saldırıya geçerken, yukarda kısaca sözünü ettiğimiz
ideojik silahları kuşanacaktı... Kâr oranlarını
restore etmenin en kestirme yolu her zaman sömürü
oranlarını artırmaktır. Sömürü oranlarını artırmak
için de işçi örgütlerinin (sendikaların)
etkisizleştirilmesi gerekir. Dolayısıyla,
sendikalara saldırıya geçildi (Kriz zaten reel
ücretleri aşındırıcı etki yapar.). Fakat, yüzyıldan
fazla mücadele pratiğine ve geleneğine sahip
emperyalist ülkelerin işçi sınıflarını bulundukları
mevzilerin çok gerisine atmak kolay değildi.
Sendikalar etkisizleştirildi... Reel ücretler bir
miktar aşağı çekilse de bu büyük sermayenin
ihtiyacı olanın çok altındaydı. "Kendi" ülkelerinde
reel ücretler yeterince düşürülüp, sömürü oranları
artırılamıyorsa, İşletmeleri Üçüncü Dünya'ya
kaydırmak bir çözüm olabilirdi. Ve birçok işletme
'ucuz işçi cenneti' denilen Üçüncü Dünya ülkesine
kaydırıldı. Bir yöntem de 'parçalamaydı'. Bir malın
çeşitli parçaları çok sayıda farklı ülkede
üretiliyor ve bir merkezde montaja tabi tutuluyordu
(Ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişme
böylesi bir üretimi mümkün kılıyordu.). Ücretlerin
kimi yerlerde 15-20 kat daha düşük, vergilerin
önemsiz, çevre koruma bilinci ve mevzuatının mevcut
olmadığı Üçüncü Dünya'ya bu tür kaydırmalar
sermayenin verimlilik ve kâr oranlarını artırmanın
etkin bir yöntemiydi. Sermayenin kârlılık oranlarını
restore etmesini sağlayan bir başka !araç'
özelleştirmelerdi. Aslında özelleştirme lehine
sayısız gerekçe üretilmiş ve 'ortalama insan" da bu
gerekçelere inandırılmıştı. Oysa, kapitalizmin
yapısal krizi' koşullarında toplu değersizleşme
riskiyle yüzyüze gelmiş devasa bir sermaye stoğu
vardı ve uygulanan daraltıcı politikaların toplam
talebi sürekli daralttığı koşullarda yeni
işletmeler kurmak 'verimli' değildi ama, hazır bir
iç veya dış pazarı
olan bir KİT'İ ele geçirmek hiçte fena olmayan bir
çözümdü...Aynı şekilde yüksek kârlılık vadeden kamu
hizmetlerinin özelleştirilmesi de aynı gerekçeyle
açıklanabilirdi. Bir başka çözüm kamu
hizmetlerinin özelleştirilmesiyle birlikte
düşünülmesi gereken 'sermayeden daha az vergi alma'
tercihiydi. Bütün bunlara ilave olarak bir de
Üçüncü Dünya ülkelerine IMF ve Dünya Bankası
aracılığıyla 'dışa dönük büyüme modeli
önerilerek, kaynak transferi, 'kan kaybı'
derinleştirilecekti... Üçüncü Dünya ülkelerine
önerilen 'dışa açık büyüme' modelinin ikisi kısa
vadeli, biri uzun vadeli ve stratejik üç amacından
söz edilebilir. Bunlardan birincisi borçların
düzenli ödenmesini sağlayarak, çokuluslu özel
ticari bankaları, dolayısıyla dünya finans sistemini
kurtarmak, ikincisi, ihraç ürün fiyatlarını daha da
ucuzlatmak, Üçüncüsü ve en önemlisi (Stratejik
amaç) Üçüncü Dünya ülkelerini ulusal kalkınmacı
retorik ve politikalardan uzaklaştırarak, 'yeniden
komp-radorlaştırmaktı'. Son derece de önemli olan bu
sorun üzerinde burada daha fazla durmuyoruz.
S Bütün bu politikalara ve uygulamalara rağmen,
kapitalizm 'yapısal krizden' çıkamıyor. Zira
uygulanan politikalar toplam talebin sürekli
daralmasıyla sonuçlanıyor. Yeni işletmeler
kurulmuyor ama büyük firmalar füzyon biçiminde
birleşiyor ve rasyonalizasyon amacıyla toplu işten
çıkarmalar gündeme geliyor. Ya da KİT'ler ele
geçiriliyor. Yeni teknolojiler eski dönemlerde
olduğu kadar istihdam yaratmıyor. Dinamik
sektörlerde bile işten çıkarmalar söz konusu.
Bununla bağlantılı olarak gelir dağılımı sürekli
bozuluyor. (Şimdilerde dünyanın en zengin üç
adamının servetinin değeri, 48 ülkenin yıllık
gelirine eşit ki, bu yaklaşık dünyanın yoksul
%45'ini oluşturuyor) Bir gelirden malınım olanların
ya da düzenli bir gelire sahib olmayanların sayısı
giderek artıyor (Şimdilerde çalışma çağındaki dünya
nüfusunun yaklaşık bir milyarı işsiz). Uygulanan
daraltıcı politikalar talebi baskı altına alırken
üretimde düşüşlere neden oluyor. Üretimin düşmesi
kamu açıklarını, dolayısıyla kamu borçlarını
büyütüyor. Devletler borçlanabilmek için faizleri
yukarı çekmek zorunda kalıyorlar. Bunun sonucunda
finansal spekülasyon, dolayısıyla da finansal
istikrarsızlık derinleşiyor. Sonuç olarak, dünya
ekonomisi her an bir finansal çöküşe 'gebe' hale
geliyor. Finansal çöküşün de dünya ekonomisinde
büyük yıkım anlamına geleceğini söylemeye gerek
yoktur. Zira, 1997 verilerine göre her gün
spekülatif amaçlarla bir borsadan diğerine, bir
ülkeden başkasına hareket eden finansal sermaye
1500 milyar dolar... Artık dünyadaki sermayenin
%95'iyle ne bir mal üretiliyor, ne bir mal ve hizmet
alınıp satılıyor...
Kapitalizmin krizden çıkmasının
koşulu talebin dünya ölçüsünde canlandırılmasına
bağlı. Bunun için de gelir dağılımının ulusal ve
uluslararası düzeyde (özellikle Kuzey-Güney
arasında) 'iyileştirilmesi' gerekiyor. Ne var ki,
sermaye şimdilik toplu değersizleşme riskine karşı
kendini korumak, bu amaçla da spekülasyona
yönelmekten başka bir kaygı taşımıyor. Dünyanın
zenginliğini beşyüz yıldır yağmalayan emperyalist
ülkeler (uygar dünya denilen) kendi zenginliklerini
ve mevcut ayrıcalıklı korumanın, dünyanın geri
kalanını (yeryüzünün lânetlilerini) sofradan uzak
tutmaya bağlı olduğunu çok iyi biliyorlar. Zira
kendi üretim ve tüketim modellerinin Üçüncü Dünya
tarafından taklit edilmesinin imkansız olduğunu
gayet iyi biliyorlar. Eğer, ortalama bir Afrikalı,
Asyalı, Ortadoğulu veya Latin Amerikalı da ortalama
bir Amerikalı kadar üretmeye, onun kadar tüketmeye,
kirletmeye, tahribet-meye yönelirse ve bu
gerçekleşirse, dünyanın doğal ve enerji
kaynaklarının buna ancak bir hafta (yedi gün)
dayanabileceği hesaplanmış durumda... O halde iki
şey: Birincisi mevcut durum sürdürülemez; İkincisi;
"Batı modeli" denilen dünyanın geri kalanı
tarafından taklit edilemez... O halde geriye bir tek
seçenek Kalıyor: Kapitalist barbarlık dışında, doğa
ve insanı esas alan yeni bir uygarlığın kapışım
aralamak... Aksi halde geriye kurtarılacak pek
bir-şey kalmayacak. Zira, kapitalist yağma düzeni
hem ekonomik-sosyal, hem de ekolojik felaketli
sonuçlar üretmeye devam ediyor. İnsanlığın ve
uygarlığın geleceğini kurtarmanın ve bir 'kollektif
intiharı' önlemenin yolu, mevcut süreçleri ve
eğilimleri aşmak üzere insanların, toplumların,
tıkışların, velhasıl mevcut gidişten zarar gören,
'aşağılananların', sistemin dışına atılanların
duruma "bilinci müdahalesini" gerektiriyor...
Emperyalist dünyanın sözcüleri ve akıl hocaları da
"tarihin sonundan" söz ediyorlar ama, bununla murad
ettikleri yeryüzünün lânetlilerini 'piyasa
ekonomisine' ve liberal demokrasi denilene boyun
eğdirmektir... Oysa, bu günkü karanlık bilanço'nun
gerisinde piyasa ekonomisi ve onun meşrulaştırıcı
ideolojisi olan neoliberalizm bulunuyor. Bir sirk
oyununa dönüşen, demokrasi kavramıyla pek de ilgili
olmayan "liberal demokrasinin" Üçüncü Dünya'da neden
işlemediğinin ve bir işlerliği olamayacağının
tahliliyse başka bir yazının konusudur...
|