|
Türkiye Liberal Bir Ülke Olabilir mi?
Prof. Dr. Cemil Oktay
Liberal
düşüncenin önemli temsilcileri arasında
sayılabilecek ünlü Fransız yazar Alexis de
Tocqueville'in Amerika'da Demokrasi kitabının
hazırlık notlarını oluşturan günlüğünde özenle altı
çizilen bir tespit dile getirilmektedir.
Tocqueville'in tahlillerine göre "Amerika'da
serbestiyet üzerine kurulu âdab ve âdetler
serbestiyet esasına göre işleyen siyasi kurumların
yaratıcısı olmuştur. Fransa'da ise bu iş tersine
işlemek durumundadır; Fransa'da serbestiyet içinde
olan siyasi kurumlar, toplumun âdet ve âdabını da
zamanla serbestiyet yoluna sokacaktır. "Aynı
yazarın Montes-quieu'den esinlenerek yaptığı bir
başka tespite göre de "En iyi hükümet, kendisini
toplum içinde fazla hissettirmeyen ve özellikle
onsuz da olunabileceği kanaatini oluşturan
hükümettir. " Eklemeye gerek var mı bilemiyorum
ama, hiç kuşkusuz buradaki "hükümet"sözcüğünü
"yönetim tarzı" olarak anlamak gerekiyor.
Demek oluyor ki, liberal anlayışın temelinde
toplumun kendiliğinden işleyebilen bir terkib olduğu
görüşü yatar. Toplum, kendi kendini sürekli
kurabilen bir saat gibidir. Ona ayrıca dışarıdan,
belirli bir merkezden, yönlendirici bir müdahaleye
gerek yoktur. Yönet aygıtları, yerel olsun, merkezi
olsun, sonuçta bu kendiliğinden çalışan saatin diğer
çarkları dan farksız, sıradan bir çarkıdır. Belki
denilebilir ki, ağırlığı ve önemi ihmal edilebilir
bir çark söz konusudur. Nitekim, liberal siyasi
düşünce çerçevesinde tahlil yapan birçok kalemde,
siyaset, her derde deva, önemli bir alanı
oluşturmaz. Siyaseıe aşırı önem atfeden görüşler,
daha çok otoriteı görüşlerdir. Onlara kalsa, siyaset
yeryüzünün tanrısal bir faaliyetidir. Tabi bu
"görkem" üreten otoriter anlayışlann, fiiliyatta
oldukça "aciz" kaldıklarını biliyoruz. Siyaseti,
serbestiyet üzerine inşa etmiş yönetim biçimlerinin
ise, tüm iddiasızlıklarına rağmen daha somut
başarılar sergiledikleri açık seçik bir biçimde
görülebiliyor.
Yazının başlığında vazedilen sorunu: cevabını
ararken, liberal görüşe ilişkin bu tes pitlerin
oluşturduğu genel çerçevenin göz önünde
bulundurulması gerektiğini düşünü yorum. Saat
teşbihine biraz daha ihtiyacımı: olacak. Geleneksel
Türk siyaset ve toplum anlayışına baktığımız zaman,
orada, değişen ihtiyaçlar doğrultusunda her gün
kendisini yeni den kuran bir saati değil, bir kereye
özgü kurulabilen bir saati görüyoruz. Hemen bütür
geleneksel toplumlarda olduğu gibi, Osmanl:
toplumunda da kökeni Bizansa kadar gider yaygın ve
egemen bir anlayışa göre, toplumun ahenkli ve
dışarıdan vazedilmiş bir düzeni vardır. Bu düzenin
Bizanslılar'daki adı, "taxis", Osmanlılar'daki adı
da "nizam-ı âlem"dit. Ni-zam-ı âlem, aslında bir
kereye özgü kurulmuştur. Çoğu zaman ya kutsal
metinlerle, ya da ata kanunlarıyla da
meşrulaştırılmıştır. Siyaset, esas itibarıyla ideal
olarak algılanan bu toplum düzenin devam ettirme
faaliyetidir. Doğal olarak, düzen fikri ideal
olanla ünsiyet halinde olduğu için, siyaset önemli
ölçüde, temsilî değil, "tefsiri" bir yaklaşımı
gerektirir. "Mükemmel" veya "en âdil" olarak
algılanan ve ancak bir kere kurulabilen düzenin,
yaşanan günlük hayat içindeki önemi, "tefsirciler"m
mesleklerini nasıl icra ettikleriyle ortaya çıkar.
Günlük sorunlar, o sorunları yaşayanların görüşleri,
âdetleri ve tabii âdabları önemini yitirir. Asıl
önemli olan, günlük ihtiyaçlar ve somut hayatın
gerekleri değildir. Ağırlık, "tefsir" dedir.
Yaşanan gerçeklerin, güncel içinde üretilen
çözümlerin "ideal" olana uygun olup olmadığının
saptanması ister istemez tefsir faaliyetini, başka
bir anlatımla siyaseti devreye sokmaktadır. Hiç bir
şey yaşanan günlük hayattan meşruiyetini almaz.
Somut gerçekler, bu gerçeklenip, düştürdüğü
terkibler, pazarlıklar kendiliklerinden meşru
olamazlar. Meşru olmaları için, asıl meşruiyet
kaynağı olan "mükemmel" nizam anlayışına uygun
olduklarını kanıtlamak zorundadırlar. Ne Osmanlı
düzeninde ne de Bizans düzeninde bu iş, kendisine
atıfta bulunulan kaynak eğilip bükülmeden
yapılmıştır. Eğip bükme ve zamanın getirdiği
zaruret haline kutsal "ideali feda etme, temel
alışkanlıklardan birisidir.
Geçen yüzyılın başlarından itibaren, Osmanlı
yönetimi, o zamana kadar geleneksel anlayışına karşı
gösterdiği bağlılığı sürdürmemeye başladı. Toplumun
ideal, başka bir sözcükle ifade edecek olursak,
"mükemmel" düzeni olarak, ata yadigârı usuller veya
şeriat yerine zamanın "ileri" Avrupa yönetimlerinin
usulleri geçti. Artık, "çağdaş" olan, aynı zamanda
hem "mükemmel"i ifade ediyordu, hem de bu
"mükemmellikken kaynaklanarak meşru oluyordu.
Osmanlı düşüncesi, bunu "Âlem-i medeniyetin
terakkiyat-ı hâzırası" diye adlandırmıştır. Söz
konusu atıf kaynağı, müdahaleci ve merkezci
görüşler kadar, liberal görüşlere de açıktır. Ancak,
liberal görüşler, kendilerini ne denli cazip ifade
etmiş olurlarsa olsunlar, merkezci ve müdahaleci
görüşler kadar uygulamada yankı bulamamıştır.
Gelenek-sellikten kopuşun daha ilk aşamalarında, ilk
Türk ve Osmanlı liberali olarak sayabileceğimiz
Sadık Rıfat Paşa'nın "Hükümetler halk için mevzu
olur, yoksa halk hükümetler için mahlûk değildir"
hükmü, sürekli herkes için onaylanabilir bir hüküm
gibi görünmekle birlikte güncel yaşanan gerçeği
ifade eden bir hüküm haline gelememiştir. Cemaatçi
tavırların değerler sisteminde, devlet ve ulusal
misyonlar hep bireyin ve yaşanan hayatın üstünde
tutulmuştur. Eski geleneksel ideallerin işleme
biçimleri yeni ideallerin işleme biçimlerini âdeta
birebir denklikte etkilemiş görünüyor. Geleneksel
"ideal" nasıl eğilip büküldüyse, yeni "ideal" de en
azından onun kadar eğilip bükülmüştür. Çağdaşlık,
tefsiri düzeni değil, temsilî düzeni gerektiriyordu.
Ne var ki, temsilî düzenin oluşması, içine doğduğu
toplumsal kümeden bağımsız değer ifade eden
"birey'ln önemli ölçüde ön plana geçmesiyle
mümkündü. Bireyin ortaya çıkamamış olması,
gelenekselliğin üslup düzeyinde varlığını talikim
ederek sürdürmesi, liberal anlayışların hayata
geçmesini hep engelleyici olmuştur. Nitekim, yüzelli
yıl sonra, bugün, yakınılan konuların başında,
Sadık Rıfat Paşa'nın hükmünden ne denli uzak
kalınması gelir. Aslında bu yakınma, bir bakıma
dönemsel, gelip geçici bir yakınma değildir.
Aksine, varlığını sürekli gündemde tutan bir
yakınmadır. Bunu önemli bir sabite olarak
düşünürsek, denilebilir ki, Türk modernleşmesinde
alttan alta varlığını sürekli koruyan bir liberal
anlayış, ya da hiç değilse bir liberal toplumsal
varoluş beklentisi baskısını sürdürmüştür. "Birey"in
tahkimatını geliştirdiği ölçüde bu baskının
ağırlığı artacaktır. Belki birçoklarına tartışmalı
gelecek ama, yine de şu noktanın altını özellikle
çizmek gerekiyor: Türk toplumunun liberalleşmesi,
önemli ölçüde geleneksel atıf değerlerini açıkça
tartışmasına bağlıdır. Henüz, Türkiye'nin buna
hazır olmadığı gibi ciddi bir izlenime sahibim.
|