|
1982 Latin Amerika Borç Krizi
Bu kriz Meksika’da başlayan
bir borç ödeyememe durumu ile başladı. Sonra da
sermayenin özellikle benzer şekilde yüksek borçlu
olan Latin Amerika ülkelerinden de kaçmasına,
dolayısıyla bunların da borçlarını ödemekte
zorlanmasına neden oldu. IMF’nin yeni başlattığı bir
dizi ‘yapısal uyum programı’ çözüm olarak görüldü.
1982 yılında başlayan kriz, 1980’lerin sonuna kadar
sürerken buralara kredi vermiş birçok ABD bankasını
çok zor durumda bıraktı. Kayıtlarındaki büyük
miktarlardaki borçları zarara yazdılar (write off);
bu yüzden özellikle banka sermayeleri azaldı; bu
durum merkez ülkelerin ekonomik performansını da
etkiledi. ‘Brady Planı’ gibi borçları yeniden
yapılandırma projeleri ve IMF yardımları kadar 1990
başlarında ulusla-rarası faiz oranlarının düşmesi de
krizin nihayet sona ermesine vesile oldu. İleride de
göreceğimiz gibi her kriz kendinden önceki
krizlerden izler, etkiler taşıyor kendi varoluş
nedenleri eski krizlerden doğmuş olabiliyordu. 1982
borç krizi de istisna değildir. Bu krizin
kaynaklarında 1970’li yılların ortasındaki petrol
krizi yatmaktadır. Petrol krizi Venezüella, Meksika
gibi petrol ihracatçısı kimi çevre ülkeleri önce
olumlu etkiledi. Aynı şekilde yüksek petrol
fiyatları özellikle bazı Ortadoğu ülkelerinin elinde
daha sonra petrodolar fonları olarak anılacak çok
büyük fonlar oluşmasına neden oldu. Petrodolar
fonları 2007/8 krizinde önemli rol oynayacak
spekülatif yüzer gezer fonlar veya sıcak paranın ilk
örnekleri, başka bazı fonlarla birlikte daha
sonraki serbest ve devlet denetiminden uzak,
dolayısıyla spekülatif yatırımlara teşne eurodolar
piyasası ve offshore hareketlerinin de ilk
nüvesini oluşturacaktı. Bunlar bir anlamda doğuştan
spekülatif fonlardır. Çünkü örneğin bugünün Çin’i
gibi büyük bir sanayi potansiyeli olan ülkelerin
eline geçseydi bu fonlar pekala dünya sanayi
üretimini artıran bir unsur da olabilirlerdi. Ancak
bu fon fazlalığı, paranın girdiği ülkenin ve ele
geçiren toplumsal sınıf ve tabakaların hangisi
olduğuna bağlı olarak değişen etkisini vurgulayan
'Cantillon effect’in işaret ettiği gibi çok
farklı sonuçlar do-ğurdu. Tıpkı İspanya’ya giren
Potosi gümüşünün önce İspanya’da fiyatları artırması
sonra da enflasyon dalgasının tüm yeniçağ dünyasına
yayılması gibi bu likit fonlar da benzer etkiyi
1970’ler dünyasında yaptı.
Bu fonlar, yeni doğan petrodolar/eurodolar
piyasaları yardımıyla uluslararası borç piyasasına
aktı. Böylece başta ABD ile ilişkileri daha yoğun
Latin Amerika ülkeleri biraz da enflasyona
güvenerek- boğazlarına kadar borçlandılar. ABD
bankaları bu Latin Amerika borçlarını sadece
petrodolar fonlarıyla değil fakat ülke çapındaki
bölgesel ve yerel bankaların küçük fonlarını
sendikasyon kredileri yoluyla bir araya getirerek de
finanse ettiler. Böylece Latin Amerika serüveni
ülkenin her yanındaki mali kuruluşlar için çekici
bir alan haline gelmişti. Çünkü diğer taraftan
bakıldığında devletin örtülü teşviki eğer aksi bir
olay olursa devletin devreye gireceğini ve banka-ları
zor durumdan kurtaracağı izlemini bu bankalara
veriyordu. Mevduat sigortası uygulaması da
bankaların risk alma eğilimini artırdı. 1979’a
gelindiğinde yeni FED başkanı Volcker süregiden
enflasyon tehlikesini bertaraf etmek için şok bir
sıkı para politikasına yöneldi. FED faiz oranlarını
artırdı. ABD ekonomisini 1979’dan 1982’ye kadar
sürecek ciddi bir durgunluğa girdi. ABD’de reel ve
nominal faiz oranlarının hızlı artışının bir etkisi
ABD Doları’nın değerinin de arması oldu. 1985 yılına
kadar ABD Doları hızlı bir yükseliş içine girdi. Bu
durum borçlu Latin Amerika ülkeleri için tam bir
felaket oldu. ABD ve başka önemli merkez ülkeler
durgunluk içindeydiler ve Latin Amerika’nın ihraç
ürünlerine olan talepleri azalmıştı. Genel olarak
durgunluk bu etkenin dışında da Latin Amerika’nın
büyümesini engellemeye başlamıştı. Ve parasal
daralma yüzünden Latin Amerika ülkeleri yeni borç
bulamamaya başlamıştı –ki uzun zamandır aslında
Minsky’nin tabiriyle bir cins Ponzi finans durumu
içindey-diler. Mevcut borçları büyük ölçüde ABD
Doları cinsindendi ve doların hızlı değer
kazanmasıyla birlikte potansiyel kur riski
gerçekleşmiş, borçları yerel paralar ve hatta
başlıca merkez ülke paraları cinsinden de büyük bir
hızla büyümeye başlamıştı. Sonunda 1982’de
Meksika’da, çok geçmeden de diğer Latin Amerika
ülkelerinde kriz patlak verdi. O zamanki tahminlere
göre meselenin çapı çok büyüktü. Sadece ABD
bankaları özelinde bile borcun çapının 600 milyar
doları bulduğu söyleniyordu (Bruck, 1988: 353).
Bütün bunların sonucu ABD’de büyük bankaların
birbiri ardına zor duruma girmesi demekti. Üstelik
payları az da olsa diğer büyük merkez ülke bankaları
da Latin borcu vermişlerdi. Krizin 2007/8 krizi gibi
küresel bir krize doğru yaygınlaşması an
meselesiydi. Ancak ABD liderliğinde Batı dünyasının
başlıca ban-kaları bir araya geldi ve krizi, hemen
önleyemedilerse de köprü kredileri oluşturarak
zamana yaymayı başardılar. 1989’a gelindiğinde ABD
Hazine Bakanı Brady kendi adıyla anılan planı ile
yeni bir adım attı. Borçların faiz oranları
indirildi, anaparanın da önemli bölümü silinip
atıldı. Üç önemli borçlu ülke Meksika, Venezüella ve
Filipin-ler ile bu temelde anlaşıldıktan sonra diğer
borçlu ülkeler de Brady Planı’na katıldı.
Krizde bankaların riskinin büyümesi sonuç olarak
(zorunlu ve ihtiyati karşılık oranlarının, mevduat
sigorta primlerinin yükselmesi gibi nedenlerle)
bankaların kredi verme maliyetlerinin artmasına
neden oldu. Bütün bunların bir sonucu olarak banka
dışı finans kuruluşlarının maliyetleri daha düşük
kaldı. Böylece o zamana kadar büyük bankalardan
kredi alan şirketler başka kanallara ve bu arada
sermaye piyasalarından borsa aracı kurumları
vasıtasıyla veya doğrudan borçlanma yoluna gittiler.
Yani korkulan şey bir panik ile gerçekleşmedi ama
daha tedrici olarak yine de yaşandı. Bankacılık
sektörü ve ekonomistlerin bu krizden çıkardıkları
bir de ders –daha doğrusu yanlış ders vardı:
“ Aşırı AGÜ borçlarından doğan ciddi riskler borcun
bankalarda yoğunlaşmış olmasını yansıtıyordu. Eğer
borç, tahviller şeklinde olsaydı ve kişi ve
kuruluşların portföylerine dağılmış olsaydı sonraki
borç ödenememesi durumu borçların banka sisteminde
yoğunlaşmış olmasından ötürü yaşanan, finansal
sisteme yönelik risklere sebebiyet vermeyecekti.
Evet, belki böylesi yaygın bir dağılım daha geniş
çapta bir ödememe sıkıntısı (default) yaşanmasına
neden olsa bile...” (Feldstein, 1991: 6)
Böylece 2007 yılı olaylarına giden yolun taşları
önce zihinlerde sonra da uygulamada döşenmeye
başladı, 1982 sonrasında geleneksel bankaları terk
eden büyük kuruluşlar kaynak için giderek daha fazla
sermaye piyasalarına veya banka dışı para
piyasalarına başvurur oldular. Yatırım bankaları
böylece geleneksel bankacılık sis-temlerine göre
daha aktif bir rol oynar oldu. Piyasa psikolojik
olarak 2007’ye götüren yıllardaki hatalı tercihleri
yapmaya artık hazırdı. Ve Feldstein’ın alıntısındaki
‘ders’ -ki kanımızca yanlış alınmış bir dersti-
bankalar ve bütün piyasa açısından ‘riskleri bir
yerde, özellikle bankalarda yoğunlaştırmak yerine
menkul değerler şeklinde portföylere
yaygınlaştırsak bunları yaşamazdık’ tezi 2007’ye
giden yolda yapılan şeyin ta kendisiydi. Ve aslında
oldukça sıkıntılı ama yine de ülke içinde ciddi bir
sektörel kriz olarak kalacak morgıç krizi işte bu
tür uygulamalar sonucu hem ABD içinde her sektöre,
hem de dünyadaki her yere yayılma olanağı buldu.
|