Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

20. Yüzyıl Yerleşik İktisadında Gelişmeler, İktisat Tarihi Hakkında 

Türkçede bazen "hakim iktisat", "kara tahta iktisadı" "resmi (formel) iktisat" olarak da adlandırılan "yerleşik iktisat" kavramını, ingilizce "mainstream econo-mics" karşılığı kullanıyoruz. Daha açıkçası, "20. Yüzyılın Yerleşik İktisadı" dediği­mizde neoklasik iktisadı kastediyoruz ve amacımız, 'Neoklasik iktisat 20. yüzyılda ne gibi gelişmelere sahne olmuştur?' sorusunu yanıtlamak. 

Soruyu yanıtlamak için öncelikle iktisat metodolojisine ilişkin birtakım sorular­dan hareket edeceğiz. Bu, bizim konuya yaklaşım çerçevemizi ortaya koyacak. 20. yüzyıl deyince, yüz yıllık bir iktisadi düşünce tarihini kastediyoruz. Birinci sorum şu: İktisatçılar ya da iktisadi düşünce tarihçileri, iktisadi düşünce tarihine nasıl ba­kıyorlar? İkincisi, iktisadi düşüncenin zaman içindeki akışında, geçmişten bugüne gelişinde, bir evrimden söz edebilir miyiz? Bu sürekli iyiye doğru giden bir evrim çizgisi midir; yoksa kırıklı, kesikli, devrimci bir gelişme süreci mi var? Duymuşsu­nuzdur, Kari Popper, Imre Lakatos gibi bilim felsefecilerinin, aslında fizik bilimleri için geliştirmiş oldukları "prescriptive", "kural koyucu" olarak adlandırılan görüşle­ri ile Thomas Kuhn'un savunduğu "descriptive" olarak adlandırılan metodolojik gö­rüşleri var. Üçüncü sorum bu metodolojik yaklaşımlarla ilgili: Acaba, iktisadi dü­şünce tarihinin 20. yüzyıldaki gelişimine bu bilim felsefecilerinin hazır şablonları uyabilir mi? Dördüncüsü de, bir yanda iktisadi düşünce tarihi (bilim adamının kafa­sında geçen bir şey), diğer yanda yaşanan reel tarih var; iktisadi düşünceyle iktisadi olaylar tarihi arasında bir karşılıklı etkileşim var mı -ki var-, bunlar nerede kesişi­yorlar? Dolayısıyla önce bu soruları yanıtlayacak, sonra da bu sorulardan hareketle neoklasik iktisadın nasıl bir seyir gösterdiğini ve bu seyrin nasıl yorumlanabileceği­ni ele almaya çalışacağım. 

Baktığınızda, bir kere 1950'lere kadar "iktisadi düşünce tarihi" diye bir kitap yok. 1950'lere kadar üniversitelerde düşünce tarihinde temel eserler, orijinal eserler okutulurmuş; yani düşünce tarihinde Adam Smith'in, Kari Marx'ın, David Ricar-do'nun kitaplarını önünüze koyuyorlar. Bunlan okuyacaksınız, bunlar tartışılacak. Dolayısıyla 1950'lerden sonra düşünce tarihi kitapları çıkmaya başlıyor ve bunların da "şah eser"i (opus magnum) Schumpeter'in "İktisadi Analizin Tarihi", (History of Economic Analysis) adlı kitabı. 1950'lerden bu yana yazılan iktisadi düşünce tarihi kitaplarına baktığımızda, iktisat düşünce tarihçilerinin iki temel yaklaşımını görüyo­ruz: İlki "absolütist yaklaşım". Bu absolütist yaklaşıma göre, "iktisadi düşünce tari­hi yapmak" demek, bugünkü modern bilgi birikiminden hareketle geçmişten bugüne nasıl geldiğimizin ortaya konulmasıdır; yani "iktisadi düşüncenin rasyonel yeni­den inşası" demektir. Burada vurgu, "pozitif iktisat" dediğimiz, iktisadın analiz ve tekniklerinin zaman içinde nasıl geliştiği üzerindedir. İdeolojik boyut, sosyolojik-politik ortam düşüncenin gelişimini etkilemez mi? Etkiler, ama bu boyut, "analiz" dediğimiz teorik kısımdan ayrılabilir. J. Schumpeter, J. Viner, Marc Blaug temel ola­rak bu yaklaşımı benimsiyorlar. 

İkinci yaklaşıma "rölativist yaklaşım" diyoruz. Bunların Türkçe karşılığını kul­lanmıyorum, çünkü, "mutlak yaklaşım", "göreceli yaklaşım" çok hoş kaçmıyor. Rö­lativist yaklaşıma göre, iktisadi düşünce tarihi yapmak demek; iktisadi düşüncenin ortaya çıktığı dönemin ideolojik, politik ya da iktisadi yapısıyla ilişki kurmak de­mektir. Bir başka ifade ile, iktisadi düşünce tarihi yapmak demek, o dönemin iktisa­di yapısı, üretim ilişkileri ve üretim yapısıyla düşünce arasında bağlantı kurmak de­mektir. "Her düşünce, ortaya çıktığı zaman ve mekânın etkisini, damgasını taşır" yaklaşımı. Bu yaklaşımı benimseyenlere örnek olarak Marksist Eric Roll'u, Dasgup-ta'yı sayabiliriz. Bunların dediği şu: "İktisadi düşünce tarihinin zaman içinde daha iyiye gittiği söylenemez. Her dönemin düşüncesi, kendi zamanı (ve mekanı) bağla­mında değerlendirilmelidir." Yani bu mantığa göre; Adam Smith kendi dönemi için­de bir düşünce üretmiştir, Marshall ondan 100 yıl sonra bir şeyler yazmıştır, "Mars-hall'ın iktisadı, Smith'in iktisadından daha gelişmiş" diyemezsiniz. 

Ancak düşünce tarihi kitaplarına baktığımızda, iki farklı ucu savunan iktisadi dü­şünce tarihçilerinin aslında kendi kitaplarında bu iki yaklaşımı da birarada kullan­dıklarını görüyoruz. Schumpeter, "iktisadi düşünce tarihi, analiz ve tekniklerin za­man içinde nasıl bir gelişme gösterdiğini ele alır" derse de, kendi kitabını açarsanız, uzun uzun o dönemin ideolojik boyutundan bahseder, bir yazarın hayatına ilişkin uzun uzun analizler yapar, sonra iktisadına geçer. Dolayısıyla reel düşünce tarihi ki­taplarına baktığımızda bu iki yaklaşımın iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Bu iki yaklaşımdan hareketle iktisadi düşünce tarihçisinin işinin; "elindeki her türlü veriy­le, yazılı kitaplar, o dönemle ilgili belgeler, hatıratlar, gazeteler, dergiler vesaireden hareketle içinde bulunduğu dönemi anlamak, bir açıklama getirmek, bu açıklamayı somut tarihle ampirik teste tabi tutmak ve birtakım öngörülerde bulunmak" şeklin­de ifade edebiliriz. Yani Marshall kendinden önceki iktisatçılardan neler aldı? Mars-hall'ın içinde bulunduğu dönem neydi? O dönemde kapitalizmin belirgin özellikle­ri neydi? Marshall aslında matematikçi miydi, nasıl bir iktisat eğitimi almıştı? Bü­tün bunlardan hareketle geleceğe ne bıraktı, kendisinden 50-100 yıl sonraya neler söyledi, neleri tahmin etti? İki yaklaşımın uygulamada birlikte kullanımı sözkonu-sudur. 

İktisadi düşüncenin zaman içindeki seyri, geçmişten bugüne gelişi; bir evrimci süreç mi geçiriyor, bir gelişme mi vardır; hep daha iyiye, daha şık ve daha güzele mi gitmiştir, daha fazla sorunu mu kucaklamıştır? Yoksa zaman içinde hakim iktisat so­runlarını açıklar ve çözerken, bir soruna takılıp yerini başka bir yaklaşıma mı bırakıyor? Klasik iktisat, 1870'lere kadar gelip tıkanıyor, yerini neoklasik iktisata bıra­kıyor, o da 1930'larda yerini Keynesgil iktisata bırakıyor. Bu şekilde mi gitmiştir; kırıklı, zıplamalı, sıçramalı veya devrimci bir gelişme çizgisi mi var? Bu soruyu so­rabiliriz. Bu tartışmalar -bilim nasıl ilerler, bilimin üretim süreci nasıldır?-, aslında fizik bilimlerine ilişkin olarak Popper, Kuhn, Lakatos, Feyerabend gibi bilim felse­fecilerinin tartışmaları, iktisatçıların da ilgisini çekiyor. Diyebilirim ki, iktisatçılar 1970'lerden 1990'lara kadar, bir 15-20 yıllık dönemde bilim felsefesinde ne kadar yaklaşım varsa, onları bayağı "yutuyorlar", ev ödevlerini iyi yapıyorlar ve o düşün­ceyi iktisada uyguluyorlar. Sonuçta görülen o ki, bu yaklaşımlardan en fazla kulla­nılan (tartışmalı olmakla birlikte), uygun olabileceği söylenilen; Lakatos'un çerçe-vesidir. İktisatçılar 70'lerden 90'lara kadar bilim felsefesi konusunda böyle yoğun bir tartışma dönemi yaşıyorlar. 

Bu tartışma gerekli miydi, değil miydi? Aslında bunu 1950'lerde Schumpeter söylemiş. Schumpeter diyor ki, "bilimin tarihine baktığımızda, bir evrimden bahse­denleyiz. Bunun kesikli, kırılmalı bir gelişme çizgisi vardır." Bir düşünce var, belir­li bir döneme geliyor, kırılıyor, orada bir kavram kargaşası oluyor, her kafadan bir ses çıkıyor; fakat bir süre sonra o yoluna giriyor, oturuyor, bu şekilde gidiyor. Dola­yısıyla iktisatçılar bilim felsefecilerine özenmişler, ama aslında kendileri de -özen­meden önce- aynı şeyi söylemişler. Başkaları (felsefeciler) tarafından söylenilenle­rin, aslında kendileri tarafından çok daha önceden söylenmiş olduğunu keşfetme sü­reci gibi bir şey. Çok kısa söylersem, K. Popper "bilimde evrimci bir çizgi var" di­yor, T. Kuhn "devrimci bir çizgi var" diyor. Devrimci çizgi şu demek: Bir düşünce, belirli sorunlar dizisini açıklar; ama bir yere gelir, o sorunu açıklayamaz, orada tıka­nır ve ondan değil, tamamen farklı temellerden, varsayımlardan hareketle başka bir yaklaşım ortaya çıkar ve sorunu aşarak devam eder. O hâkim paradigmaya, yaklaşı­ma dönüşür. Dolayısıyla Popper'in diğer ekstrem ucu diyebiliriz. Bunların ikisinin sentezini yapan I. Lakatos'tur. Lakatos, "araştırma programlan" kavramını kullanı­yor. O'na göre, tekil teori eleştirilmez, o tekil teorinin dayandığı tüm düşünceyi; ide­olojik boyutu, sübjektif değer yargılarını, dünya görüşünü bir bütün (araştırma prog­ramı) olarak ele almak gerekir. Örneğin "miktar teorisini ele almak değil, klasik ik­tisadın, para teorisini ele almak, para teorisinin yanında reel ekonomiye nasıl bakı­yor, ideolojik dünyası nedir, bir teoriler bütünü olarak değerlendirmek" gerektiği gö­rüşünü savunuyor, bu şekilde bir yaklaşımı var. Ama söylediği şey "bilimin ilerle­mesi demek, daha fazla öndeyide bulunabilmesi, geleceğe yönelik tahminlerde bu­lunabilmesi. Eğer bunu yaparsanız 'bilim ilerliyor' dersiniz şeklinde bir yaklaşım var. Bu çerçevede iktisadi düşünceye baktığımızda, sıçramalı, kırıklı, kesikli ve ge­riye dönüşlü bir gelişme çizgisinden bahsedebiliriz. 

Lakatos'un çerçevesinde iktisada bakarsak, iktisadi düşünceyi ayırmaya kalkar­sak, acaba biz 20. yüzyıldaki yaşanılan 'main stream' iktisatta, ders kitabı iktisadın­da yer alan yaklaşımları farklı araştırma programlarının birbiriyle mücadelesi şeklinde mi ortaya koyacağız; yoksa aynı araştırma programının kendi içinde bir geli­şiminden mi bahsedeceğiz? 1970'lere kadar yazılan düşünce tarihi kitaplarına ba­karsanız; 20. yüzyıla neoklasik iktisatla girdik. 1929 Dünya Bunalımı'na gelene ka­dar hâkim iktisat neoklasik iktisattı. Sonra Keynesci İktisat hakim iktisada dönüştü ve 1970'ler kadar varlığını sürdürdü. Sonra sırasıyla Monetarist, Yeni Klasik ve Ye­ni Keynesci iktisadın ön plana çıkması sözkonusu.  

Aslında benim buradaki sunuşumun veya makalenin özü, temel tezi, yukarıdaki yaklaşımdan farklı: 20. Yüzyılda yerleşik iktisat hep neoklasik iktisattı, 20. yüzyı­lın başında da şimdi de. Temel sorunu, iktisadi olayları açıklarken eklektik, yan ya­na gelmiş; ama birleşmemiş bir yapıya sahip olması. Bunun birine "fiyat teorisi" di­yoruz. Tekil firmanın, tekil bireyin davranışlarını alıyor, onların davranışlarından hareketle onlara ilişkin çıkarsamalar yapıyor, "bireyin, firmanın, piyasanın analizi" dediğimiz sorunsal. Bunu bırakıyoruz, tamamen başka temellerden hareketle mak­ro, İngilizce'si "aggregate" -Türkçe karşılığı olarak bütüncül ya da derneşik- dedi­ğimiz "büyüme, yatırımlar, tasarruflar, para arzı" gibi makro kavramlardan hareket­le analiz yapıyoruz; mikro analiz kayboluyor. Dolayısıyla derslerde de İktisada Gi­riş I-Mikro anlatılır, İktisada Giriş II-Makro anlatılır ve ikinci sınıfta bu "mikro, makro" diye gider. Ama neyi anlatıyoruz; aynı Türkiye'yi veya dünyayı anlatıyoruz. Reel yaşamda "mikro analiz, makro analiz" diye bir ayrım yok. Dolayısıyla tek bir dünyaya ilişkin, birbiriyle kaynaşmamış iki analizimiz var elimizde. Neoklasik ik­tisadın temel sorunu bu, eklektik -bütünleşmemiş- bir analizi var; birey için farklı bir analiz yapıyor, ülke ekonomisi için farklı bir analiz yapıyor, bu sorun değişme­miştir. 

Dolayısıyla biz 20. yüzyıla bu şekilde başladık. Neoklasik iktisat mikro yanıyla Marshallgil kısmi denge analizi, makro yanıyla Miktar Teorisi artı Say Kanunu'ndan ibaretti. Para arzını artırmayacaksınız, enflasyon yaratmayacaksınız, devlet ekono­miye müdahale etmeyecek, kaynak dağılımı piyasaya bırakılacak, her arz kendi ta­lebini yaratacak, yani ekonomi tam istihdam-dengesinde olacak. Tipik bir iktisat ders kitabı/eğitimi bu şekilde başlıyor. Bu kırılıyor, sonra (mikro iktisat aynı kalırken) makroiktisat Keynesgil iktisata dönüşüyor. Keynesgil iktisat 1970'lere kadar hâki­miyetini sürdürüyor ve bu tarihlerde bir kırılma yaşıyor; bu sefer "Monetarist-Yeni Klasik Devrim"e yerini bırakıyor. 1990'larda Yeni Keynesci İktisatın tekrar yükse­lişinden sözediyoruz. Kısaca 20. yüzyıl yerleşik iktisadını farklı okulların ya da fark­lı paradigmaların birbirleriyle mücadelesi, birinin yerini diğerinin alması şeklinde değerlendirebiliriz. 

Ben diyorum ki, bu gelişime farklı bir şekilde de bakabiliriz. 20. yüzyıl yerleşik iktisadının gösterdiği seyri, aynı (Neoklasik) araştırma programı içindeki tartışma­lar olarak değerlendirebiliriz. Bununla ne kastediyorum? Gerek bireyin davranışla­rını, gerekse ekonominin analizini (Walrasgil) genel denge iktisadına dayandıran bir araştırma programı. Bu anlamda 20. Yüzyılın iktisadi düşünce tarihini; Walrasgil genel denge çerçevesi içinde hem bireyin ve firmanın davranışlarını (fiyat teorisini) hem de makro iktisadı iç içe geçmiş bir şekilde ele alma çabası ile, buna karşı çıkan­ların mücadelesi olarak görebiliriz. Dolayısıyla 20. Yüzyılın hâkim/yerleşik iktisa­dını "neoklasik iktisat" diye adlandırabiliriz. 

Bu çerçevede 20. yüzyıl yerleşik iktisadı "neoklasik iktisaf'la başlıyor. 1930'la­ra kadar "neoklasik iktisat" denilince Marshallgil iktisat ya da Marshall artı Wick-sell akla geliyor. Marshallgil iktisat ne demek? Marshallgil iktisat, ders kitaplarında "kısmi denge analizi" diye görmüşsünüzdür. Hatırlarsak, tek firmayı, tek bireyi alı­yoruz, diğerlerinden soyutluyoruz, buna göre analiz yapıyoruz. Yani 1930'lara kadar neoklasik iktisadın alet kutusu Marshallgil iktisattı; Marshall'in "İktisadın İlkeleri" kitabı eşittir iktisattı. Fakat 1929 Kriziyle birlikte neoklasik iktisadın makro ayağı (Say Kanunu ve Miktar Teorisi) kırılmaya başlıyor, Keynes devreye giriyor. 1920'li ve 1930Tu yıllar Shackle'ın ifadesi ile "high theory" yılları, yoğun teorik tartışma­lar dönemi. Makro iktisatta miktar teorisinin ve Say Kanunu'nun yerini, paranın re-el kesimi etkileyebileceği ve eksik istihdam dengesinin olabileceği görüşü alıyor; taa ki 1970'lere kadar. Neoklasik iktisadın "mikro iktisat" ayağıysa, 1930'larda baş­layan bu tartışmalarla 1950'lerde kırılıyor. 1950'lerin ortalarında K. Arrow ve G. Debreu -iki Nobel Ödülü almış, iktisadı matematikleştiren, iktisada yoğun bir şekil­de matematiği getiren iki iktisatçı- "Genel Dengenin Varlığı" adlı bir makale yazı­yorlar. Aynı dönemde P. Samuelson da doktora tezini yayımlıyor: "İktisadi Analizin Temelleri". Bu dönemden itibaren neoklasik iktisadın (Marshallgil alet kutusunun atılarak) Walrasgil alet kutusuyla üretildiğini görüyoruz. Dolayısıyla o çizgi devam ediyor. 

1970'lerdeki iktisadın krizi, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi iki ayrı araştırma programının (Keynesci-Monetarist/Yeni Klasik) tartışması şeklide yorumlanabilece­ği gibi, 1950'lerde mikro iktisatta yapılan şeyin (yani mikro iktisadi olayların Wal-rasgil analizle çözümlenme çabasının) bu sefer makro iktisada genişletilmesi şeklin­de de yorumlanabilir. Bu anlamda Yeni Klasik İktisat, Walrasgil Genel Denge çerçe­vesinde makroiktisat yapmaktır. Aynı araştırma programının alan-genişletmesidir. 

1990'larda bu sefer "Yeni Keynesçilerle Yeni Klasikler tartışması" diye geçen tartışma aslında yeni Keynesçilerin adı Keynesçi olmakla birlikte genel denge çer­çevesini benimsiyorlar. Yeni Keynesciler 1980'lerden itibaren, Keynesçi iktisatta daha önce pek olmayan, Yeni Klasik iktisadın önplana çıkardığı "rasyonel bekleyiş­ler" hipotezini kabul ediyorlar. Nedir rasyonel bekleyişler?: İnsanları bir defa kandı­rabilirsiniz, ama insanları sürekli kandırmanız mümkün değildir. Dolayısıyla politi­kacılar politikaları uygularken, her zaman vatandaşa "gol atamazlar". İnsanlar poli­tikacıların davranışlarını öngörürler ve iktisat politikaları çalışmaz. Siz "enflasyonu indireceğiz, indireceğiz" dersiniz; ama bu sözde kalırsa, hiçbir zaman aldığınız ted­birlere vatandaş uymaz. Diyebiliriz ki, "Yeni Keynesçi İktisat" dediğimiz şey, ras­yonel bekleyişler artı mükemmel-olmayan/eksik (imperfect) piyasalar artı asimetrik bilgi kavramlarına dayanan yaklaşım da Toplam Talep-Toplam Arz eğrileri bağla­mında yerleşik iktisat tarafından absorbe edilmiştir. Bir başka ifade ile 1960'ların Büyük Neoklasik Sentezinin (IS-LM yaklaşımının), Büyük Yeni Klasik-Yeni Key-nesci Senteze (TT-TA yaklaşımına) dönüşümü sözkonusudur. 

Dolayısıyla söylediğim şey şu: 20. Yüzyıldaki iktisadi düşüncenin gelişimine, aynı araştırma programının (neoklasik iktisadın) bir gelişme çizgisi, kendi araştırma programının iç kavgaları; eğer bir tartışma varsa, iç tartışma olarak değerlendirebi­liriz diyorum, bizim hipotezimiz bu. Yani düşünce tarihine bu şekilde bakabiliriz.

Sorularımızdan bir diğeri de, iktisadi düşünceyle reel yaşamın kesişmesi ile il­gili idi. Genellikle kriz dönemlerinde reel yaşamla iktisadi düşünce tarihi çakışıyor. 20. Yüzyılda iki tane büyük kriz olmuştur, reel yaşamdaki iki büyük kriz de düşün­ce tarihinde de kırılmalar yaratmıştır. Düşünce tarihiyle reel yaşamın krizi iki yer­de çakışıyor. Ama ortada ele almadığımız, biraz önce bahsettiğim 1950'lerde yaşa­nan "formalist devrim, formel devrim" denilen şey var ki, bu dönemde reel yaşam­da bir kriz yok. İktisadi düşüncenin kendi içinde bir dönüşümü var; söylediğim Marshallgil iktisadın yerini, Walrasgil iktisadın alması söz konusu. Dolayısıyla re­el tarihle düşünce tarihi arasında iki yerde kesişme, bir yerde kesişmemeden bah­sedebiliriz.

Buradan 20. yüzyılda yerleşik (neoklasik) iktisadın eklektik yapısını ve onun mikro iktisat ayağını ele almaya geçebiliriz. 

Bugün "yerleşik mikro iktisat" dediğimizde 4 temel kavramdan bahsedebiliriz; yani neoklasik mikro iktisat 4 temel üzerine inşa edilmiştir. Bunların ilkine biraz ön­ce bahsettiğim, Walras'ın ortaya attığı "genel denge teorisi" diyoruz. Acaba şunu dü­şünebilir miyiz: Çok sayıda birey var, çok sayıda üretim faktörü var; tüm mal ve hiz­metlerin fiyat ve miktarlarının dengesini bulabilir miyiz? Bunları modelleştirdiği-mizde, tek bir denge-fiyat ve denge-miktar setine ulaşabilir miyiz? Walras'ın kafa­sındaki şey buydu. Walras Fransız'dı ve analizini yaparken Paris Borsasını gözleye­rek bu analizi yapmaya çalışıyordu. Fiyat mekanizması nasıl arzla talebi dengeye getiriyor? "Müzayedeci", dediğimiz süreç. Birisi "ben de on tane karpuz var" diyor, öbürü "10 tane karpuza şu kadar lira veririm" diyor, müzayedeci "başka fiyat veren var mı" diye soruyor ve değişim bu denge fiyat ve miktarlarda kuruluyor. Reel ya­şamdaki arz ve talebin dengesini fiyat mekanizmasının nasıl kurduğunu modelleştir-meye çalışıyor. Ancak sorun Arrow-Debreu'nun 1950'lerdeki makalesi ile ("Genel Dengenin Varlığı") biçim değiştiriyor. Sorun, somut-reel dünyada bu işin nasıl ola­cağının araştırılmasından, soyut-teorik dünyada dengenin varlığının araştırılmasına dönüşüyor. Walrasgil analiz, soyut-teorik bağlamda denge var mıdır? Denge tek mi­dir? Denge istikrarlı mıdır? Sorularını yanıtlamaya kilitleniyor. 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyanın en tanınmış üniversitelerindeki en parlak (iktisatçı) beyinler, bu üç soruyu yanıtlamaya çalışmışlardır. Arrow-Debreu, 1954 makaleleriyle, bu soru­lardan ilkini (matematiksel olarak dengenin varlığını) kanıtlıyorlar. "Ama bu denge birden fazla olamaz mı? Dengeden sapılırsa tekrar dengeye dönülür mü?" soruları hala yanıtsız. Dolayısıyla mikro iktisatta öğrettiğimiz genel denge analizinin geldi­ği aşama bu. 

İkincisi, "Yeni Refah İktisadı" adlı 1930'larda ortaya çıkmış bir teorik gelişme var. "Pareto etkinliği"ni duymuşsunuzdur: Ekonomide mal ve hizmetleri aramızda öyle bir dağıtalım ki, öyle üretim kararları verelim ki, birimizin refahını artırmaya kalktığımızda hiç kimseninki azalmasın, hepimizinki artısın. Bu nedir aslında? Bu ideal, yani cennet gibi bir şeydir. Ama reel yaşamda nedir? Özellikle kamusal ka­rarlar alınırken, hükümet karar alırken. Profesörlere bir zam yapıldı, kıyamet kop­tu; askerler girdi, doktorlar girdi, polisler girdi devreye, sonra öğretim üyeleri bir­birine düştü. Gençler arkadan, "Hocam, size verdiler, bize vermediler" kavgası, müstahdem gelip onun kavgasını yapıyor. Bana bir zam yaptılar, ben şimdi mille­te kendimi savunmak zorundayım; yani "niye size olmadı da bize oldu" diye. Ya­ni karar alırken, birilerine verirken, birileri maliyete katlanmak zorunda reel ya­şamda. Kazananlar, kaybedenler var; siyasal yaşamın özü budur. Çağdaş demokra­silerde oyçokluğu ilkesine göre kararlar alınır. Oyçokluğu ilkesi ne demek; birile­rinin dediği olurken, birilerininki yapılmayacak, göz ardı edilecek ve maliyete kat­lanacaksınız. Bu oyunun kuralı böyle. Dolayısıyla baktığımızda, iktisadi analizin çekirdeğine bu Pareto optimum ilkesini koymuşuz; ama devletin olduğu bir dün­yada bu etkinlik çalışmaz, biraz önce anlattığım gibi. Dolayısıyla bu iyileştirmeye çalışılmış. "Pareto iyileştirme koşulları" denilen Hicks-Kaldor, Scitovovski kriter­leri gibi.

Hepimizin mutluluğunu artırabilir miyiz? Birimizin mutluluğunu azaltmadan, bazılarının mutluluğunu artırabilir miyiz? Bu aslında çok felsefi bir tartışma. İktisat­çılar "etkinlik-adalet" diye, felsefeciler "özgürlük-adalet" diye tartışır. Eğer her ke­simde aynı anda etkinliğini sağlayamıyorsak, o zaman "ikinci en iyi" (second best theory) peşinde koşamaz mıyız? Neoklasik refah iktisadına göre koşmanın bir fay­dası yok; çünkü ikinci en iyi diye bir dünya yok. Kesimlerin birinde etkinlik sağla­yamıyorsak, (n-1) kesimde etkinliği sağlamaya uğraşmaktansa, hiçbir etkinlik peşin­de koşmamak toplumun refahını daha fazla artırabilir. Bir başka ifade ile 2. en iyi­nin neden 12. en iyiden daha "iyi" olduğunu söyleyemiyoruz. 

Dolayısıyla bizim mikro iktisatta anlattığımız refah iktisadının temelleri de tar­tışmalı. "Yeni refah iktisadı" toplumsal/kamusal kararlar için sağlam bir dayanak sağlayamıyor. Ama biz, buna rağmen, somut yaşamda yine refah iktisadını ilgilen­diren kararlarımızı alıyoruz. Yani İstanbul'a tüp geçiş yapılsın mı, yapılmasın mı? Eğer her gün benim gibi Boğaz Köprüsünü geçip gelirseniz, istersiniz; ama hiç kar­şıyla alakanız yoksa, "Kardeşim ben istemiyorum, okuluma daha iyi bir bilgisayar laboratuarı yapın, okulumun şartları daha iyi olsun, kütüphanesi iyi olsun" diyebilir­siniz. Dolayısıyla hükümetler yine maliyet-fayda analizi ile second best peşinde ko­şuyor; ama second best peşinde koşmak demek, ideolojik ya da politik birtakım sosyal tercihler (social choice) almak anlamına geliyor ki, bu da bizi başka tartışmala­ra götürüyor. 

Üçüncüsü, bildiğiniz, hemen iktisadı öğretmeye başlarken kullandığımız tam re­kabet şartları. Neoklasik mikro iktisatta üçüncü ayak, tam rekabet şartları. Tam re­kabet şartlarım biz öğrencilere anlatıyoruz. Bilmiyorum, ben İktisada Giriş dersi vermiyorum; ama iyi ki vermiyorum, kötü bir şey. Yani reel yaşamda hiç olmamış, olmayacak bir şeyi "Çocuklar, tam rekabet şartlarında etkinlik sağlanır" bunu anla­tacağız ve anlayacaklar. Var mı böyle bir şey? Yani hangi üretici, hangi tüketici ne­yi alacağını, hangi fiyattan alacağını, neyi üreteceğini, rakibinin ne üreteceğini bile­cek ve hata yapmayacak. Hatasız kul olmaz. "Tam bilgi" diyoruz, "bütün mallar ho­mojendir" diyoruz. Böyle bir şey var mı? Mallar heterojendir, birbirinden farklıdır. Homojen demek, Arçelik ve Bosch arasında bir tercih yapacaksam, hangisi ucuzsa ondan alırım; yani neoklasik iktisatta rekabet, fiyat rekabetidir. Halbuki biz ne diyo­ruz; "pahalı olsun da kaliteli olsun" diyoruz. Yani neoklasik iktisatta "kalite" diye bir kavram yoktur, halbuki kalite rekabeti vardır. Şöyle bir laf vardır: "Ucuz etin yahnisi yenilmez" ya da "ucuz mal alacak kadar zengin değilim." Demek ki, mallar homojen değil, ama biz "homojendir" diye öğretiyoruz. 

Piyasaya giriş-çıkış serbesttir, isteyen istediği piyasaya girer-çıkar, yani işlem maliyetleri sıfır diyoruz. Bir sektöre milyarlarca lira/dolar yatırım yapıyorsunuz ve sonra "yok ben bu sektörü beğenmedim" deyip anında başka bir sektöre geçebiliyor­sunuz. Böyle bir şey olur mu? Oraya bağladığınız sermayeyi (batık sermaye) (sunk cost) alıp çıkmak mümkün mü? Dolayısıyla giriş-çıkış öyle söylenildiği kadar kolay değil. Peki, o zaman biz niye tam rekabet şartlarını kullanıyoruz? Yani öğrenciden böyle tepki gelmesi lazım. Reel yaşamda yok, ama etkinlik, rekabet ve piyasanın er­demlerinden sözediyoruz. Burada şunu söyleyebiliriz: Bir kere bunu bir çıkış nokta­sı olarak almak lazım, "Reel yaşamda hiçbir zaman olmadı ve olmayacağının bilin­cinde olarak; reel yaşamdaki bozuklukları, aksaklıkları değerlendirmek için, ideal­den ne kadar saptığımızı tespit için tam rekabet şartlarını bir çıkış noktası olarak ala­biliriz." Ama iktisadın özü eğer rekabetse, rekabet de piyasada etkinliği sağlayacak­sa veya büyümeyi artıracaksa bize gerekli değil mi? Buradaki rekabetten anlama­mız gereken; tam rekabet şartları değildir, serbest rekabet şartlarıdır. Adam Smith'te "görünmez el" (invisible hand) diye bir kavram vardı, hatırlarsınız. Eğer herkes ken­di idealleri peşinde koşarsa, herkes kendi idealini gerçekleştirirse, amaçlamaksızın, ideallerini gerçekleştirmiş insanlar dünyasına ulaşılacağı önermesi. Adam Smith'in dünyası (düşü) için gerekli kurumlardan biri rekabet ve bu dünyada tam rekabet şart­larının hiç biri yok. Dolayısıyla Adam Smith'in rekabet kavramı reel, "süreç halin­de rekabet" kavramıdır. Ama tam rekabet şartları "end-state" (nihai durum) rekabet­tir. Tam rekabet şartlarında rekabet bitmiştir, rekabete ne gerek vardır, ne de müm­kündür. Dolayısıyla iktisadın eğer ayaklarının yere basmasını istiyorsak, gerçek sü­reç olarak rekabet kavramını benimsememiz lazım. 

Öte yandan rekabet olabilmesi için girişimci olması lazım; ama tam rekabet şart­larında girişimciye gerek yok ki. Girişimci ne demektir? Herkesin baktığı yere ba­kıp, kimsenin görmediği kârı oradan çıkanp, koparıp alan kişidir girişimci. Girişim­cinin (eksik) bilgisi ve geleceğe yönelik kar fırsatlarına ilişkin bekleyişleri var. Ba­zı insanlar vardır; girişken, atılgan, kârın kokusunu alıp onu hemen koparan. Aslın­da onu biraz sonra herkes fark edecek, ama herkes fark edene kadar o normal-üstü-karı alacak. Eğer piyasaya giriş-çıkış serbestse, başkalan da kardan pay alacak ve onun karı azalacaktır; "rekabet, fiyatları indirir" dediğimiz şey olacaktır. Dolayısıy­la "mikro iktisat" dediğimiz alanda 20. yüzyılda genel denge teorisi öne çıkmıştır, yeni refah iktisadında birtakım adımlar atılmıştır; ama orada da birtakım sorunlar vardır ve tam rekabet şartları da giderek gerçek rekabete doğru bir dönüşüme gir­miştir. 

Önemli bulduğum dördüncü kavram da, iktisadın matematikleşmesi ki, dediğim gibi, Walras matematikçiydi; ama onun 1870'lerde matematikten umduğu, bekledi­ği bugünkü matematik değildi herhalde. Bugünkü matematik, onun beklediğinden, tahayyül ettiğinden çok daha ileri gitmiş durumda. Yani genç arkadaşlar; eğer ikti­satçı olmak istiyorsanız, bunun gerekli ve yeterli şartı iyi İngilizce bilmektir. İngi­lizce bilirseniz iyi iktisatçı olursunuz; ama çok iyi iktisatçı olmak istiyorsanız, çok iyi matematik bilmeniz lazım! Matematiği herkes kullanamıyor, kullanmıyor, belki bir tercih veya bilmiyor. Farklılık yaratabilmek için, başkalarından öne geçmek için, çok iyi matematik bilmeniz lazım. Dolayısıyla neoklasik iktisadın mikro ayağında­ki önemli gelişme de, iktisadın 1950'lerden itibaren giderek matematikleşmesidir. 1950'lerden önceki dergilere (Economica, Economic Journal) bakın, aritmetik var­dır, birkaç tane basit denklemler vardır. Ama 1950'lerden sonra giderek set teorisi, 80'lerden, 90'lardan sonra moda olan oyun teorisi ön plana çıkmıştır. Bu da çok iyi matematik bilmeyi gerektiriyor. 

Dolayısıyla şuna geliyoruz: 20. yüzyılda neoklasik iktisat giderek matematikleş-miştir. Matematik iyi bir araçtır; düşüncenin geliştirilmesinde, test edilmesinde, dü­şüncenin insan duyusunun yanılabileceği, insan duyularının göremeyeceği hataları bulup çıkarıp, onlardan arınmamızı sağlayan iyi bir araçtır. 1950'lerden itibaren op-timizasyon teorisi olarak başlamıştır, yani birtakım kısıtlar vardır. Eğer matematik­sel iktisat dersi aldıysanız hatırlarsanız, şu kadar üretim faktörü (girdi), şu kadar ve­ri geliriniz, kısıtlar ve amaç fonksiyonunuz (kâr/fayda maksimizasyonu ya da mali­yet minimizasyonu) vardır. Dolayısıyla kısıtlar var, elimizde fiyatlar var, miktarlar var; bunları çözeceğiz, maksimizasyon veya minimizasyona ulaşacağız. Bu nasıl ik­tisat? Bu aslında benim sevmediğim bir iktisat; iktisadın Robinson Crusoe'laşması-dır. Robinson Crusoe yalnız bir adada! Çok kötü bir şey; yani insan sosyal bir yara­tıktır, Allah kimseyi yalnız bırakmasın. Dolayısıyla iktisadın çekirdeği optimizasyon problemidir: Ahmet'in, Arçelik'in, Türkiye'nin optimizasyon problemi. Ama bu problemi çözmek için iktisatçı olmaya gerek yok ki! Mallara xi, faktörlere yi, fiyatlara pi deyin, kısıtları ve amaç fonksiyonunuzu verin matematikçiler çözsün. O ne­denle "iktisat 20. yüzyılın başında sofistike matematik kullanırken, 20. yüzyılın so­nunda eksantrik matematiğe dönüştü" diyorlar. 

Aslında matematiğin çok sihirli bir değnek olduğuna inanıyorum, ama iktisatçı­ya "yabancılaştınlmasına" karşıyım. John Nash'in hayatını anlatan, "Akıl Oyunları" filmini gördünüz mü? İktisat öğrencileri gidip izlesinler onu, ama biraz daha iktisat bilirseniz belki çok daha iyi anlarsınız. Matematik denilen şey aslında bir ifade ara­cı. Önemli olan düşünceyi bulmak, özü bulmak. O düşünceyi bulduğunuz takdirde gerisi kolay. Düşünce nereden çıkıyor? Somut insan yaşamından çıkıyor. Yani insan­ların göremediği, insanların algılayamadığı dünyaya ilişkin, evrene ilişkin açıklaya­bileceğimiz bir şey, bizim aramızdaki basit ilişkilerde, bizim aramızdaki basit dün­yada yaşıyor. Nash, düşünceyi basit insan ilişkilerinden çıkarıyor ve matematikle ifade ediyor. İktisattan pek anlamıyor (matematik bölümünde çalışıyor), ama Adam Smith'in "görünmez el" hipotezini biliyor ve ona ilişkin kendi tezini geliştiriyor. Acaba herkes bir hedefe mi koşmalı, kendi çıkarı peşinde koşarken nasıl yapmalı? Ben kendi çıkarımın peşinde koşacağım, sen kendi çıkarın peşinde koşacaksın; so­nuç ne olacak? Birden fazla dünya olursa, birden fazla insan olursa, optimizasyon matematiğinden, oyun teorisi matematiğine geliyoruz. 

Oyun teorisi bana daha insani geliyor. Neden? Oyun teorisini tek başına oynaya­mazsın, iki kişiyle oynayacaksın. Ben kâr elde etmek istiyorum, sen benim rakibim-sin. Ne yapacağım; malımın fiyatını düşüreceğim ve bekleyeceğim. Karşı rakibim nasıl hareket edecek; o da mı aynısını yapacak, başka mı yapacak ya da malını fark-lılaştıracak mı? O bir adım adıyor, ben bir adım atıyorum; bu şekilde o kendi den­gesini, ben kendi dengemi sağlarken sonuç ne olur? Dolayısıyla oyun teorisi, şu an­da nereye bakarsanız bakın, moda olan bir matematik. Orada da söylenilen, ilk baş­ta kurulan bir hamlelik oyunlardı; yani ben bir karar alıyorum, karşı rakibim bir ka­rar alıyor. Bu sonuç nereye geliyor? Bunun dengesine "bir hamlelik oyunlar" diyo­ruz, bir ellik oyun. Şimdi birden fazla ellik oyunlar geliştirildi. Ben bir hamle yapı­yorum, siz bir hamle yapıyorsunuz, sonra sizin hamlenize ben cevap veriyorum. Ama burada hep nasıl hareket ediyoruz; hep rasyonel birey gibi. Nash ne peşinde ko­şuyor? "Düşünen makine" yapmak peşinde koşuyor. Düşünen makine ne yapacak; duygularından arındırılmış bir makine olacak, benim kararlarımı saptırmayacak, hep rasyonel olacak, olması gerektiği gibi adım atacak iktisadi hayatta. Böyle bir oyun kuruluyor, ama bu oyun da nasıl bir oyun oluyor; soyut bir oyun oluyor tabii. Karar verenler hep "-meli, -malı" gibi davranırsa, onun dengesi peşinde koşuyor. Ama her zaman "-meli, -malı" gibi davranmıyor insanlar somut yaşamda; bazen zarar edece­ğini bile bile o riske giriyor veya zarar baştan belli, o hareketi yapıyor, duyguları ve­saire devreye giriyor.

Dolayısıyla oyun teorisi ideal dünyaya ilişkin çok iyi bir sihirli değnektir. Yani herkes rasyonel birey gibi davranırsa, bunun sonucu ne olacaktır? Bu konuda güzel bir alettir, ama bu oyun teorisinin reel dünyaya uygulanması gerekir. Söylenilen şu­dur: "Oyun teorisi, soyut modellerden çıkıp reel dünyaya ilişkin somut sorunlara uy­gulanmazsa, bir süre sonra azalan verimliliğinden sözedeceğiz". 

Şunu söyleyebiliriz: 20. yüzyıl neoklasik iktisadı dört ayak üzerine gelişmiştir. Bu ayaklarda daha mantıklı, daha anlaşılır reel yaşama doğru bir mücadele vardır; ama bunu yaparken aslında giderek reel yaşamdan uzaklaşan bir iktisattan bahsedi­yoruz, daha fazla matematik var, reel somut yaşamla uğraşmaktan çok daha fazla so­yut dünyaya ilişkin. Bilim adamları kendi içinde kapalı fildişi kulelere çekilmiştir, orada ideal dünyalara ilişkin modeller geliştiriyorlar, böyle sorunları yok gibi bir şey oluyor; yani neoklasik iktisat bu haliyle insandan uzaklaşıyor. 

Buraya kadar anlattığım şey neoklasik mikro iktisattaki gelişmelerdi. Makro ik­tisat daha reel dünyaya ilişkin; işsizlik, enflasyon, gelir bölüşümü gibi sorunlara çözüm üretecek iktisadın yanı. "Burada ne olmuştur" dediğimizde, 20. yüzyıldaki makro iktisadı "30'lara kadar neoklasik makro iktisat, 70'lere kadar Keynesçi makro iktisat, ondan sonra bir 10 yıl monetarist, bir 10 yıl yeni klasik, bir 10 yıl yeni Keynesçi paradigmaların peş peşe gelişi" diye ifade edebiliriz. Ama benim bakışıma göre bunu "aynı bütünün içsel tartışması, aynı paradigma içi tartışmalar" şeklinde ifade edebiliriz ve bunun da ilk kırılmasının yine 1930'larda olduğunu gö­rüyoruz. 1930'larda Keynes'in "Paranın Faizin ve İstihdamın Genel Denge Teori­si" neoklasik makro iktisatta kırılma yaratmıştır. Zaten Keynes'in Genel Teorisi'ini okursanız, iki şeye karşıdır: Miktar Teorisi ve Say Kanunu. Biraz önce "20. yüzyı­la kadar makro iktisat, Miktar Teorisiyle Say Kanunundan ibarettir" dedim. Key­nes'in de bütün amacı bu iki teoriyi yıkmak. Hatırlarsanız, makro iktisat veya pa­ra teorisi dersinde klasik iktisatçılar der ki, "Para nötrdür, para tarafsızdır, yansız­dır; yani parasal kesimdeki değişmeler reel kesimi etkilemez." Keynes'in bütün amacı, parasal kesimdeki değişikliklerin reel kesime etkilerini ortaya koymak. İkincisi, "tam istihdam" denilen şey sadece istisnai bir durumdur, ekonomiler hep işsizlik içindedir. Eğer bir kere eksik istihdam dengesine takılırlarsa, bu eksik is­tihdam dengesi, işsizlik hep kendini yeniden üretir. Oraya müdahale edilmezse, devlet tarafından bir etki olmazsa, bu krizler ya da işsizlik kısır döngüsünden çı­kılmaz. 

Diyorum ki, neoklasik makro iktisat Keynes'le birlikte bir kırılmaya uğramıştır. Ama bundan sonra Keynesçi devrimin özelliği şu: Keynes Genel Teori'yi 1936'da yazıyor. 1936-37-38-39 yıllarındaki dergilere bakın, hep "Keynes ne demek istedi? Keynes'in söyledikleri neoklasik iktisatta içerilemez mi?" sorularına yanıt arandığı­nı ve Keynes'i "tefsir" çabalarına rastlıyoruz ki bu, Keynes'in bir şekilde neoklasik-leştirilmesi sürecine dönüşmüştür. 

Keynes'i neoklasik iktisadın içinde anlaşılabilecek, ama bir uç durum şeklinde yorumlama çabaları olmuştur ve bu çabalan başlatan da John Hicks'tir. John Hicks'in bu çabalarını iki kanala ayırabiliriz. İlki "IS-LM yaklaşımı" kanalı. "IS-LM" yaklaşımının babası John Hicks. Keynes 1936'da kitabını yazıyor, yanlış hatır­lamıyorsam 1937 veya 1939'da "Mr. Keynes and Classics" adlı bir makale yazıyor, ilk "IS-LM" yaklaşımının temellerini orada atıyor. "IS-LM" yaklaşımı (bütüncül kavramlarla çalışmasından dolayı) basit bir Walrasgil analiz: N piyasa yerine iki pi­yasa var; mal ve para piyasası. Ve bu iki piyasayı temsil eden iki eğri ile ekonomi­nin genel dengesini tartışıyoruz. Hicks'i, Samuelson, Hansen, Ackley gibi isimler iz­lemiştir. Özellikle Samuelson'un meşhur Economics kitabı ile IS-LM yaklaşımı po-pülerleşiyor ve ders kitabı iktisadının temel araçlarından biri oluyor.

Ama bu alet kutusu 1970'lere kadar çalışıyor. Eğer işsizlik varsa bu alet çalışı­yor, enflasyon yarsa bu alet yine çalışıyor; ama işsizlik ve enflasyon aynı anda çalı­şırsa bu alet çalışmıyor. Neden çalışmıyor? Çünkü IS-LM çerçevesinde bu analizde ya işsizlik vardır, ya enflasyon vardır. İkisi aynı anda olur mu? Varsayımsal olarak böyle bir olanak düşünülmemiş. Bu Keynes'in de günahı değil (zaten onu Keynes yapmamış, Hicks yapmış): Kapitalizmin tarihinde ya büyük işsizlikler ya da büyük enflasyonlar sözkonusu. 1970'lere kadar işsizlikle enflasyonun aynı anda olduğu dö­nem yok. Dolayısıyla bu yaklaşım, "neoklasikleştirilmiş keynesgil analiz" diyebile­ceğimiz IS-LM yaklaşımı, 1970'lere kadar geliyor, kırılıyor. 

Ama 1930'larda yine Hicks'in başlattığı ikinci bir kanal daha var: Asıl Keynes'in "VValraslaştırılması çabası budur: 1939'da Hicks, "Sermaye ve Değer" (Value and Capital) adlı kitabını yazıyor. Burada firma ya da tüketici teorisinde (mikro iktisat­ta) nasıl bireyin optimizasyonunu yapıyorsak; onun gibi, bireyin davranışlarından hareketle (Keynes'in üzerinde yoğunlaştığı) işsizlik ve para teorisini (ama Walrasgil çerçeve içinde) ele alma projesi sözkonusu. Daha Walrasgil temellere dayanan me­todolojik bireyci bir yaklaşımdan hareketle makro iktisada çıkmaya çalışan bir yak­laşım denemesi. Aynı analizi 1956'da Don Patinkin geliştirmeye çalışıyor. 1970'ler-de ise bu çabayı Clower, Leijinhufvud gibi iki Keynesci iktisatçı (vurguyu miktar ayarlamalarına kaydırarak) ve ardından yeni klasik iktisatçılar (Barro, Grossman) sürdürüyor.

Dolayısıyla biz 20. yüzyıl neoklasik makro iktisadını, Walrasgil çerçevede işsiz­lik (konjonktür dalgalan) ve para teorisini açıklamaya çalışma çabası olarak görü­yoruz. Bir de buna karşı çıkan cepheler var; bu analizi toptan reddediyorlar veya bu analizin belirli yerlerini reddediyorlar. Marksist iktisat, neoklasik iktisadı tamamen reddediyor. Kurumcu iktisat var, onun neoklasik iktisadın kurumsal altyapısı olma­dığı eleştirisi var. Uzayda mı, Mars'ta mı, Türkiye'de mi, nerede yaşıyoruz; belli de­ğil. Halbuki içinde yaşadığımız çevre bireyin davranışını etkiler. Şırnak'ta alınan bir yatırım kararıyla New York Borsası'nda alınan karar arasında bir fark yoktur, neok­lasik iktisatta. Ama çok farklı değişkenler vardır bireylerin kafasında. Birisi önce can güvenliğini düşünüyor; birisi de "saniyede acaba bilmem kaç sıfırdan sonra kâr elde edebilirim" konusunu düşünüyor. Dolayısıyla herkes bir amaç fonksiyonunu maksimize etmeye çalışıyor, ama dünyaları farklı. 

Avusturya okulu, bu biraz önce anlattığım tam rekabet şartlarına yönelttiği eleş­tirilerle neoklasik iktisadı vuruyor. Aslında onlar da neoklasik iktisadın epey bir özü­nü kabul ediyorlar; ama piyasa analizinin gerçekçi olmadığını söylüyorlar. Post-Keynesgil iktisatçı, Keynes'in neoklasik sentezle aslında Keynesçilikten çıkarıldığı­nı, anlaşılmaz hale geldiğini, dolayısıyla Keynes'in "belirsizlik" kavramı üzerinde­ki vurgunun geliştirilmesini savunuyorlar. "Keynes versus Keynesyenler" diye bir tartışma var: "Keynesçiler o kadar Keynes'i değiştirdiler ki, Keynes bugün Keynes-çiliğe baksa, kendi iktisadını bulamaz" diyenler var. Dolayısıyla bu şekilde bir hâ­kim iktisat, neoklasik iktisadın gelişme çizgisi var; bir de buna çeşitli açılardan eleş­tiri getiren yaklaşımlar var. 

Şimdi Keynes'in Genel Teori'sinde şöyle bir sözü var (ki benzer ifade, Fried-man ve Hayek'te de var): "Bugünkü iktisat politikalarının temel belirleyicisi, belir­li bir süre önce iktisatçıların dile getirdikleri düşüncelerdir". Neoklasik Keynesci iktisat da yaklaşık 20 yıl kapitalist ülkelerin iktisat politikalarını yönlendirmiştir. 1970'lerdeki kırılmanın sonucu çoklu kırılma olarak karşımıza çıkyor: Avusturya Okulu, Monetarist İktisat, Yeni Klasik İktisat, Arz Yanlı İktisat, Kurumcu İktisat, Marksist İktisat, Post Keynesci İktisat, Yeni Keynesci İktisat. Herkesin kendi müş­terileri var, öğrencileri var, tribünleri var, herkes kendi tribününe konuşuyor. Ben onu İstanbul'un Prens Adaları'na benzetiyorum. Herbiri farklı adalarda yaşayan krallıklar! Büyükada neoklasik iktisat krallığı, yanındaki Heybeliada Keynesci krallık, Kınalı Ada Marksist! Ama arada gidiş-geliş yok; birbirinden bağımsızlar. O zaman herkesin iktisadı kendisine; yani eğer bir tribün buluyorsanız, onlarla sürdü­rüyorsunuz; "şak, şak, şak" ne güzel, herkes kendi dünyasını yaşıyor. İktisatta böy­le bir şey başlıyor 1980'lerde; ama bir şekilde tartışmamız lazım, bir yere gelme­miz lazım. 

Oradan baktığımızda, ilk bakışta, -son 20 yıldan bahsediyorum- Yeni klasik İkti­satla Yeni Keynesci İktisat iki ayrı kamp gibi görünüyor. 1970-80'lerde Keynesçile-rin kaybettiği maçı, ona "bundan önceki dünya kupası" dersek; finallerde Yeni Kla­sikler Keynesçileri bal gibi yendi, 1970'lerde kupayı "götürdü". 1990'larda "biz bu kupayı alacağız" diye yarışıyorlar. Yeni Keynesçiler bayağı takımı değiştiriyorlar, varsayımlarını filan cilalıyorlar, iyi bir takımla maça çıkıyorlar 1990'larda. Böyle de bakabiliriz. Aslında ikisi de aynı şeyi yapıyor, Yeni Keynesci iktisatçılar aslında ne-oklasikleştirilmiş IS-LM yaklaşımının çok daha cilalanmış bir hali. Bir kere ikisi de neyi savunuyor? İkisi de rasyonel bekleyişleri savunuyor. Halbuki Keynes'te pür be­lirsizlik vardır. Belirsizlik kavramı, risk kavramı, bunlar farklı şeylerdir. "Rasyonel bekleyişler" kavramı sadece klasiklerin, neoklasiklerin kavramıydı, Yeni Keynesçi­ler de bunu benimsiyorlar. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: 20. yüzyılın sonunda, 20. yüzyıl biterken, 1950-60'lardaki neoklasik iktisatla, Keynesçilerin oluşturduğu yeni Keynesci neoklasik sentez Keynesçiliği, şimdi Yeni Klasik ve Yeni Keynesçilerin sentezi şekline dönüştü; tekrar bir sentez var. Eskiden "neoklasik sentez" diyorduk, şimdi "Yeni Klasik ve Yeni Keynesçi' diyoruz, ikisi de aynı analizi kullanıyor; ya­ni 2000 baskılı Makroiktisat kitaplarını açın -bu sınav sorusu da olabilir- orada şu sorunsalı görürsünüz: "Acaba Yeni klasik ya da Yeni Keynesçi varsayımlar altında işsizlik sorununda nasıl yaklaşılır? Fiyat bekleyişleri bilinirken veya sürpriz anında para politikasının etkisini, Yeni Keynesçi ya da Yeni Klasik varsayımlar altında kar­şılaştırın" gibi. Eğer her iki yaklaşımın varsayımlarını biliyorsanız, şekillerin eğim­lerini biliyorsanız tıkır tıkır çizersiniz, olur biter. Dolayısıyla aynı "alet kutusu" kul­lanılıyor. Neoklasik-yerleşik iktisat, varlığını 20. yüzyıl bittikten sonra da sürdürü­yor. Yani 8 mi, 18, mi 108 mi, onu bilmiyorum; ama çok başlı bir yaratık gibi neok-lasik iktisat. Her yerden darbe alıyor; ama yarına mutlaka kalıyor. O gelen darbele­ri bir şekilde emiyor -ahtapot gibi- soğuruyor, biraz hazım sorunu çekiyor; ama bir süre sonra hazmediyor, varlığını sürdürüyor. 

Prof. Dr. Turan Yay

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005