|
20. Yüzyıl Yerleşik İktisadında Gelişmeler, İktisat
Tarihi Hakkında
Türkçede bazen "hakim iktisat", "kara tahta
iktisadı" "resmi (formel) iktisat" olarak da
adlandırılan "yerleşik iktisat" kavramını, ingilizce
"mainstream econo-mics" karşılığı kullanıyoruz. Daha
açıkçası, "20. Yüzyılın Yerleşik İktisadı"
dediğimizde neoklasik iktisadı kastediyoruz ve
amacımız, 'Neoklasik iktisat 20. yüzyılda ne gibi
gelişmelere sahne olmuştur?' sorusunu yanıtlamak.
Soruyu yanıtlamak için öncelikle iktisat
metodolojisine ilişkin birtakım sorulardan hareket
edeceğiz. Bu, bizim konuya yaklaşım çerçevemizi
ortaya koyacak. 20. yüzyıl deyince, yüz yıllık bir
iktisadi düşünce tarihini kastediyoruz. Birinci
sorum şu: İktisatçılar ya da iktisadi düşünce
tarihçileri, iktisadi düşünce tarihine nasıl
bakıyorlar? İkincisi, iktisadi düşüncenin zaman
içindeki akışında, geçmişten bugüne gelişinde, bir
evrimden söz edebilir miyiz? Bu sürekli iyiye doğru
giden bir evrim çizgisi midir; yoksa kırıklı,
kesikli, devrimci bir gelişme süreci mi var?
Duymuşsunuzdur, Kari Popper, Imre Lakatos gibi
bilim felsefecilerinin, aslında fizik bilimleri için
geliştirmiş oldukları "prescriptive", "kural koyucu"
olarak adlandırılan görüşleri ile Thomas Kuhn'un
savunduğu "descriptive" olarak adlandırılan
metodolojik görüşleri var. Üçüncü sorum bu
metodolojik yaklaşımlarla ilgili: Acaba, iktisadi
düşünce tarihinin 20. yüzyıldaki gelişimine bu
bilim felsefecilerinin hazır şablonları uyabilir mi?
Dördüncüsü de, bir yanda iktisadi düşünce tarihi
(bilim adamının kafasında geçen bir şey), diğer
yanda yaşanan reel tarih var; iktisadi düşünceyle
iktisadi olaylar tarihi arasında bir karşılıklı
etkileşim var mı -ki var-, bunlar nerede
kesişiyorlar? Dolayısıyla önce bu soruları
yanıtlayacak, sonra da bu sorulardan hareketle
neoklasik iktisadın nasıl bir seyir gösterdiğini ve
bu seyrin nasıl yorumlanabileceğini ele almaya
çalışacağım.
Baktığınızda, bir kere 1950'lere kadar "iktisadi
düşünce tarihi" diye bir kitap yok. 1950'lere kadar
üniversitelerde düşünce tarihinde temel eserler,
orijinal eserler okutulurmuş; yani düşünce tarihinde
Adam Smith'in, Kari Marx'ın, David Ricar-do'nun
kitaplarını önünüze koyuyorlar. Bunlan
okuyacaksınız, bunlar tartışılacak. Dolayısıyla
1950'lerden sonra düşünce tarihi kitapları çıkmaya
başlıyor ve bunların da "şah eser"i (opus magnum)
Schumpeter'in "İktisadi Analizin Tarihi", (History
of Economic Analysis) adlı kitabı. 1950'lerden bu
yana yazılan iktisadi düşünce tarihi kitaplarına
baktığımızda, iktisat düşünce tarihçilerinin iki
temel yaklaşımını görüyoruz: İlki "absolütist
yaklaşım". Bu absolütist yaklaşıma göre, "iktisadi
düşünce tarihi yapmak" demek, bugünkü modern bilgi
birikiminden hareketle geçmişten bugüne nasıl
geldiğimizin ortaya konulmasıdır; yani "iktisadi
düşüncenin rasyonel yeniden inşası" demektir.
Burada vurgu, "pozitif iktisat" dediğimiz, iktisadın
analiz ve tekniklerinin zaman içinde nasıl geliştiği
üzerindedir. İdeolojik boyut, sosyolojik-politik
ortam düşüncenin gelişimini etkilemez mi? Etkiler,
ama bu boyut, "analiz" dediğimiz teorik kısımdan
ayrılabilir. J. Schumpeter, J. Viner, Marc Blaug
temel olarak bu yaklaşımı benimsiyorlar.
İkinci yaklaşıma "rölativist yaklaşım" diyoruz.
Bunların Türkçe karşılığını kullanmıyorum, çünkü,
"mutlak yaklaşım", "göreceli yaklaşım" çok hoş
kaçmıyor. Rölativist yaklaşıma göre, iktisadi
düşünce tarihi yapmak demek; iktisadi düşüncenin
ortaya çıktığı dönemin ideolojik, politik ya da
iktisadi yapısıyla ilişki kurmak demektir. Bir
başka ifade ile, iktisadi düşünce tarihi yapmak
demek, o dönemin iktisadi yapısı, üretim ilişkileri
ve üretim yapısıyla düşünce arasında bağlantı kurmak
demektir. "Her düşünce, ortaya çıktığı zaman ve
mekânın etkisini, damgasını taşır" yaklaşımı. Bu
yaklaşımı benimseyenlere örnek olarak Marksist Eric
Roll'u, Dasgup-ta'yı sayabiliriz. Bunların dediği
şu: "İktisadi düşünce tarihinin zaman içinde daha
iyiye gittiği söylenemez. Her dönemin düşüncesi,
kendi zamanı (ve mekanı) bağlamında
değerlendirilmelidir." Yani bu mantığa göre; Adam
Smith kendi dönemi içinde bir düşünce üretmiştir,
Marshall ondan 100 yıl sonra bir şeyler yazmıştır,
"Mars-hall'ın iktisadı, Smith'in iktisadından daha
gelişmiş" diyemezsiniz.
Ancak düşünce tarihi kitaplarına baktığımızda, iki
farklı ucu savunan iktisadi düşünce tarihçilerinin
aslında kendi kitaplarında bu iki yaklaşımı da
birarada kullandıklarını görüyoruz. Schumpeter,
"iktisadi düşünce tarihi, analiz ve tekniklerin
zaman içinde nasıl bir gelişme gösterdiğini ele
alır" derse de, kendi kitabını açarsanız, uzun uzun
o dönemin ideolojik boyutundan bahseder, bir yazarın
hayatına ilişkin uzun uzun analizler yapar, sonra
iktisadına geçer. Dolayısıyla reel düşünce tarihi
kitaplarına baktığımızda bu iki yaklaşımın iç içe
geçmiş olduğunu görüyoruz. Bu iki yaklaşımdan
hareketle iktisadi düşünce tarihçisinin işinin;
"elindeki her türlü veriyle, yazılı kitaplar, o
dönemle ilgili belgeler, hatıratlar, gazeteler,
dergiler vesaireden hareketle içinde bulunduğu
dönemi anlamak, bir açıklama getirmek, bu açıklamayı
somut tarihle ampirik teste tabi tutmak ve birtakım
öngörülerde bulunmak" şeklinde ifade edebiliriz.
Yani Marshall kendinden önceki iktisatçılardan neler
aldı? Mars-hall'ın içinde bulunduğu dönem neydi? O
dönemde kapitalizmin belirgin özellikleri neydi?
Marshall aslında matematikçi miydi, nasıl bir
iktisat eğitimi almıştı? Bütün bunlardan hareketle
geleceğe ne bıraktı, kendisinden 50-100 yıl sonraya
neler söyledi, neleri tahmin etti? İki yaklaşımın
uygulamada birlikte kullanımı sözkonu-sudur.
İktisadi düşüncenin zaman içindeki seyri, geçmişten
bugüne gelişi; bir evrimci süreç mi geçiriyor, bir
gelişme mi vardır; hep daha iyiye, daha şık ve daha
güzele mi gitmiştir, daha fazla sorunu mu
kucaklamıştır? Yoksa zaman içinde hakim iktisat
sorunlarını açıklar ve çözerken, bir soruna takılıp
yerini başka bir yaklaşıma mı bırakıyor?
Klasik iktisat, 1870'lere kadar gelip tıkanıyor,
yerini neoklasik iktisata bırakıyor, o da
1930'larda yerini Keynesgil iktisata bırakıyor. Bu
şekilde mi gitmiştir; kırıklı, zıplamalı, sıçramalı
veya devrimci bir gelişme çizgisi mi var? Bu soruyu
sorabiliriz. Bu tartışmalar -bilim nasıl ilerler,
bilimin üretim süreci nasıldır?-, aslında fizik
bilimlerine ilişkin olarak Popper, Kuhn, Lakatos,
Feyerabend gibi bilim felsefecilerinin
tartışmaları, iktisatçıların da ilgisini çekiyor.
Diyebilirim ki, iktisatçılar 1970'lerden 1990'lara
kadar, bir 15-20 yıllık dönemde bilim felsefesinde
ne kadar yaklaşım varsa, onları bayağı "yutuyorlar",
ev ödevlerini iyi yapıyorlar ve o düşünceyi
iktisada uyguluyorlar. Sonuçta görülen o ki, bu
yaklaşımlardan en fazla kullanılan (tartışmalı
olmakla birlikte), uygun olabileceği söylenilen;
Lakatos'un çerçe-vesidir. İktisatçılar 70'lerden
90'lara kadar bilim felsefesi konusunda böyle yoğun
bir tartışma dönemi yaşıyorlar.
Bu tartışma gerekli miydi, değil miydi? Aslında bunu 1950'lerde
Schumpeter söylemiş. Schumpeter diyor ki, "bilimin
tarihine baktığımızda, bir evrimden bahsedenleyiz.
Bunun kesikli, kırılmalı bir gelişme çizgisi
vardır." Bir düşünce var, belirli bir döneme
geliyor, kırılıyor, orada bir kavram kargaşası
oluyor, her kafadan bir ses çıkıyor; fakat bir süre
sonra o yoluna giriyor, oturuyor, bu şekilde
gidiyor. Dolayısıyla iktisatçılar bilim
felsefecilerine özenmişler, ama aslında kendileri de
-özenmeden önce- aynı şeyi söylemişler. Başkaları
(felsefeciler) tarafından söylenilenlerin, aslında
kendileri tarafından çok daha önceden söylenmiş
olduğunu keşfetme süreci gibi bir şey. Çok kısa
söylersem, K. Popper "bilimde evrimci bir çizgi var"
diyor, T. Kuhn "devrimci bir çizgi var" diyor.
Devrimci çizgi şu demek: Bir düşünce, belirli
sorunlar dizisini açıklar; ama bir yere gelir, o
sorunu açıklayamaz, orada tıkanır ve ondan değil,
tamamen farklı temellerden, varsayımlardan hareketle
başka bir yaklaşım ortaya çıkar ve sorunu aşarak
devam eder. O hâkim paradigmaya, yaklaşıma dönüşür.
Dolayısıyla Popper'in diğer ekstrem ucu diyebiliriz.
Bunların ikisinin sentezini yapan I. Lakatos'tur.
Lakatos, "araştırma programlan" kavramını
kullanıyor. O'na göre, tekil teori eleştirilmez, o
tekil teorinin dayandığı tüm düşünceyi; ideolojik
boyutu, sübjektif değer yargılarını, dünya görüşünü
bir bütün (araştırma programı) olarak ele almak
gerekir. Örneğin "miktar teorisini ele almak değil,
klasik iktisadın, para teorisini ele almak, para
teorisinin yanında reel ekonomiye nasıl bakıyor,
ideolojik dünyası nedir, bir teoriler bütünü olarak
değerlendirmek" gerektiği görüşünü savunuyor, bu
şekilde bir yaklaşımı var. Ama söylediği şey
"bilimin ilerlemesi demek, daha fazla öndeyide
bulunabilmesi, geleceğe yönelik tahminlerde
bulunabilmesi. Eğer bunu yaparsanız 'bilim
ilerliyor' dersiniz şeklinde bir yaklaşım var. Bu
çerçevede iktisadi düşünceye baktığımızda,
sıçramalı, kırıklı, kesikli ve geriye dönüşlü bir
gelişme çizgisinden bahsedebiliriz.
Lakatos'un çerçevesinde iktisada bakarsak, iktisadi
düşünceyi ayırmaya kalkarsak, acaba biz 20.
yüzyıldaki yaşanılan 'main stream' iktisatta, ders
kitabı iktisadında yer alan yaklaşımları farklı
araştırma programlarının birbiriyle mücadelesi
şeklinde mi ortaya koyacağız; yoksa aynı araştırma
programının kendi içinde bir gelişiminden mi
bahsedeceğiz? 1970'lere kadar yazılan düşünce tarihi
kitaplarına bakarsanız; 20. yüzyıla neoklasik
iktisatla girdik. 1929 Dünya Bunalımı'na gelene
kadar hâkim iktisat neoklasik iktisattı. Sonra
Keynesci İktisat hakim iktisada dönüştü ve 1970'ler
kadar varlığını sürdürdü. Sonra sırasıyla
Monetarist, Yeni Klasik ve Yeni Keynesci iktisadın
ön plana çıkması sözkonusu.
Aslında benim buradaki sunuşumun veya makalenin özü, temel tezi,
yukarıdaki yaklaşımdan farklı: 20. Yüzyılda yerleşik
iktisat hep neoklasik iktisattı, 20. yüzyılın
başında da şimdi de. Temel sorunu, iktisadi olayları
açıklarken eklektik, yan yana gelmiş; ama
birleşmemiş bir yapıya sahip olması. Bunun birine
"fiyat teorisi" diyoruz. Tekil firmanın, tekil
bireyin davranışlarını alıyor, onların
davranışlarından hareketle onlara ilişkin
çıkarsamalar yapıyor, "bireyin, firmanın, piyasanın
analizi" dediğimiz sorunsal. Bunu bırakıyoruz,
tamamen başka temellerden hareketle makro,
İngilizce'si "aggregate" -Türkçe karşılığı olarak
bütüncül ya da derneşik- dediğimiz "büyüme,
yatırımlar, tasarruflar, para arzı" gibi makro
kavramlardan hareketle analiz yapıyoruz; mikro
analiz kayboluyor. Dolayısıyla derslerde de İktisada
Giriş I-Mikro anlatılır, İktisada Giriş II-Makro
anlatılır ve ikinci sınıfta bu "mikro, makro" diye
gider. Ama neyi anlatıyoruz; aynı Türkiye'yi veya
dünyayı anlatıyoruz. Reel yaşamda "mikro analiz,
makro analiz" diye bir ayrım yok. Dolayısıyla tek
bir dünyaya ilişkin, birbiriyle kaynaşmamış iki
analizimiz var elimizde. Neoklasik iktisadın temel
sorunu bu, eklektik -bütünleşmemiş- bir analizi var;
birey için farklı bir analiz yapıyor, ülke ekonomisi
için farklı bir analiz yapıyor, bu sorun
değişmemiştir.
Dolayısıyla biz 20. yüzyıla bu şekilde başladık. Neoklasik iktisat
mikro yanıyla Marshallgil kısmi denge analizi, makro
yanıyla Miktar Teorisi artı Say Kanunu'ndan
ibaretti. Para arzını artırmayacaksınız, enflasyon
yaratmayacaksınız, devlet ekonomiye müdahale
etmeyecek, kaynak dağılımı piyasaya bırakılacak, her
arz kendi talebini yaratacak, yani ekonomi tam
istihdam-dengesinde olacak. Tipik bir iktisat ders
kitabı/eğitimi bu şekilde başlıyor. Bu kırılıyor,
sonra (mikro iktisat aynı kalırken) makroiktisat
Keynesgil iktisata dönüşüyor. Keynesgil iktisat
1970'lere kadar hâkimiyetini sürdürüyor ve bu
tarihlerde bir kırılma yaşıyor; bu sefer
"Monetarist-Yeni Klasik Devrim"e yerini bırakıyor.
1990'larda Yeni Keynesci İktisatın tekrar
yükselişinden sözediyoruz. Kısaca 20. yüzyıl
yerleşik iktisadını farklı okulların ya da farklı
paradigmaların birbirleriyle mücadelesi, birinin
yerini diğerinin alması şeklinde
değerlendirebiliriz.
Ben diyorum ki, bu gelişime farklı bir şekilde de
bakabiliriz. 20. yüzyıl yerleşik iktisadının
gösterdiği seyri, aynı (Neoklasik) araştırma
programı içindeki tartışmalar olarak
değerlendirebiliriz. Bununla ne kastediyorum? Gerek
bireyin davranışlarını, gerekse ekonominin
analizini (Walrasgil) genel denge iktisadına
dayandıran bir araştırma programı. Bu anlamda 20.
Yüzyılın iktisadi düşünce tarihini; Walrasgil genel
denge çerçevesi içinde hem bireyin ve firmanın
davranışlarını (fiyat teorisini) hem de makro
iktisadı iç içe geçmiş bir şekilde ele alma çabası
ile, buna karşı çıkanların mücadelesi olarak
görebiliriz. Dolayısıyla 20. Yüzyılın hâkim/yerleşik
iktisadını "neoklasik iktisat" diye
adlandırabiliriz.
Bu çerçevede 20. yüzyıl yerleşik iktisadı "neoklasik iktisaf'la
başlıyor. 1930'lara kadar "neoklasik iktisat"
denilince Marshallgil iktisat ya da Marshall artı
Wick-sell akla geliyor. Marshallgil iktisat ne
demek? Marshallgil iktisat, ders kitaplarında "kısmi
denge analizi" diye görmüşsünüzdür. Hatırlarsak, tek
firmayı, tek bireyi alıyoruz, diğerlerinden
soyutluyoruz, buna göre analiz yapıyoruz. Yani
1930'lara kadar neoklasik iktisadın alet kutusu
Marshallgil iktisattı; Marshall'in "İktisadın
İlkeleri" kitabı eşittir iktisattı. Fakat 1929
Kriziyle birlikte neoklasik iktisadın makro ayağı
(Say Kanunu ve Miktar Teorisi) kırılmaya başlıyor,
Keynes devreye giriyor. 1920'li ve 1930Tu yıllar
Shackle'ın ifadesi ile "high theory" yılları, yoğun
teorik tartışmalar dönemi. Makro iktisatta miktar
teorisinin ve Say Kanunu'nun yerini, paranın re-el
kesimi etkileyebileceği ve eksik istihdam dengesinin
olabileceği görüşü alıyor; taa ki 1970'lere kadar.
Neoklasik iktisadın "mikro iktisat" ayağıysa,
1930'larda başlayan bu tartışmalarla 1950'lerde
kırılıyor. 1950'lerin ortalarında K. Arrow ve G.
Debreu -iki Nobel Ödülü almış, iktisadı
matematikleştiren, iktisada yoğun bir şekilde
matematiği getiren iki iktisatçı- "Genel Dengenin
Varlığı" adlı bir makale yazıyorlar. Aynı dönemde
P. Samuelson da doktora tezini yayımlıyor: "İktisadi
Analizin Temelleri". Bu dönemden itibaren neoklasik
iktisadın (Marshallgil alet kutusunun atılarak)
Walrasgil alet kutusuyla üretildiğini görüyoruz.
Dolayısıyla o çizgi devam ediyor.
1970'lerdeki iktisadın krizi, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi iki
ayrı araştırma programının (Keynesci-Monetarist/Yeni
Klasik) tartışması şeklide yorumlanabileceği gibi,
1950'lerde mikro iktisatta yapılan şeyin (yani mikro
iktisadi olayların Wal-rasgil analizle çözümlenme
çabasının) bu sefer makro iktisada genişletilmesi
şeklinde de yorumlanabilir. Bu anlamda Yeni Klasik
İktisat, Walrasgil Genel Denge çerçevesinde
makroiktisat yapmaktır. Aynı araştırma programının
alan-genişletmesidir.
1990'larda bu sefer "Yeni Keynesçilerle Yeni
Klasikler tartışması" diye geçen tartışma aslında
yeni Keynesçilerin adı Keynesçi olmakla birlikte
genel denge çerçevesini benimsiyorlar. Yeni
Keynesciler 1980'lerden itibaren, Keynesçi iktisatta
daha önce pek olmayan, Yeni Klasik iktisadın önplana
çıkardığı "rasyonel bekleyişler" hipotezini kabul
ediyorlar. Nedir rasyonel bekleyişler?: İnsanları
bir defa kandırabilirsiniz, ama insanları sürekli
kandırmanız mümkün değildir. Dolayısıyla
politikacılar politikaları uygularken, her zaman
vatandaşa "gol atamazlar". İnsanlar politikacıların
davranışlarını öngörürler ve iktisat politikaları
çalışmaz. Siz "enflasyonu indireceğiz, indireceğiz"
dersiniz; ama bu sözde kalırsa, hiçbir zaman
aldığınız tedbirlere vatandaş uymaz. Diyebiliriz
ki, "Yeni Keynesçi İktisat" dediğimiz şey, rasyonel
bekleyişler artı mükemmel-olmayan/eksik (imperfect)
piyasalar artı asimetrik bilgi kavramlarına dayanan
yaklaşım da Toplam Talep-Toplam Arz eğrileri
bağlamında yerleşik iktisat tarafından absorbe
edilmiştir. Bir başka ifade ile 1960'ların Büyük
Neoklasik Sentezinin (IS-LM yaklaşımının), Büyük
Yeni Klasik-Yeni Key-nesci Senteze (TT-TA
yaklaşımına) dönüşümü sözkonusudur.
Dolayısıyla söylediğim şey şu: 20. Yüzyıldaki iktisadi düşüncenin
gelişimine, aynı araştırma programının (neoklasik
iktisadın) bir gelişme çizgisi, kendi araştırma
programının iç kavgaları; eğer bir tartışma varsa,
iç tartışma olarak değerlendirebiliriz diyorum,
bizim hipotezimiz bu. Yani düşünce tarihine bu
şekilde bakabiliriz.
Sorularımızdan bir diğeri de, iktisadi düşünceyle reel yaşamın
kesişmesi ile ilgili idi. Genellikle kriz
dönemlerinde reel yaşamla iktisadi düşünce tarihi
çakışıyor. 20. Yüzyılda iki tane büyük kriz
olmuştur, reel yaşamdaki iki büyük kriz de düşünce
tarihinde de kırılmalar yaratmıştır. Düşünce
tarihiyle reel yaşamın krizi iki yerde çakışıyor.
Ama ortada ele almadığımız, biraz önce bahsettiğim
1950'lerde yaşanan "formalist devrim, formel
devrim" denilen şey var ki, bu dönemde reel yaşamda
bir kriz yok. İktisadi düşüncenin kendi içinde bir
dönüşümü var; söylediğim Marshallgil iktisadın
yerini, Walrasgil iktisadın alması söz konusu.
Dolayısıyla reel tarihle düşünce tarihi arasında
iki yerde kesişme, bir yerde kesişmemeden
bahsedebiliriz.
Buradan 20. yüzyılda yerleşik (neoklasik) iktisadın eklektik
yapısını ve onun mikro iktisat ayağını ele almaya
geçebiliriz.
Bugün "yerleşik mikro iktisat" dediğimizde 4 temel
kavramdan bahsedebiliriz; yani neoklasik mikro
iktisat 4 temel üzerine inşa edilmiştir. Bunların
ilkine biraz önce bahsettiğim, Walras'ın ortaya
attığı "genel denge teorisi" diyoruz. Acaba şunu
düşünebilir miyiz: Çok sayıda birey var, çok sayıda
üretim faktörü var; tüm mal ve hizmetlerin fiyat ve
miktarlarının dengesini bulabilir miyiz? Bunları
modelleştirdiği-mizde, tek bir denge-fiyat ve
denge-miktar setine ulaşabilir miyiz? Walras'ın
kafasındaki şey buydu. Walras Fransız'dı ve
analizini yaparken Paris Borsasını gözleyerek bu
analizi yapmaya çalışıyordu. Fiyat mekanizması nasıl
arzla talebi dengeye getiriyor? "Müzayedeci",
dediğimiz süreç. Birisi "ben de on tane karpuz var"
diyor, öbürü "10 tane karpuza şu kadar lira veririm"
diyor, müzayedeci "başka fiyat veren var mı" diye
soruyor ve değişim bu denge fiyat ve miktarlarda
kuruluyor. Reel yaşamdaki arz ve talebin dengesini
fiyat mekanizmasının nasıl kurduğunu
modelleştir-meye çalışıyor. Ancak sorun Arrow-Debreu'nun
1950'lerdeki makalesi ile ("Genel Dengenin Varlığı")
biçim değiştiriyor. Sorun, somut-reel dünyada bu
işin nasıl olacağının araştırılmasından,
soyut-teorik dünyada dengenin varlığının
araştırılmasına dönüşüyor. Walrasgil analiz,
soyut-teorik bağlamda denge var mıdır? Denge tek
midir? Denge istikrarlı mıdır? Sorularını
yanıtlamaya kilitleniyor. 20. yüzyılın ikinci
yarısında dünyanın en tanınmış üniversitelerindeki
en parlak (iktisatçı) beyinler, bu üç soruyu
yanıtlamaya çalışmışlardır. Arrow-Debreu, 1954
makaleleriyle, bu sorulardan ilkini (matematiksel
olarak dengenin varlığını) kanıtlıyorlar. "Ama bu
denge
birden fazla olamaz mı? Dengeden sapılırsa tekrar
dengeye dönülür mü?" soruları hala yanıtsız.
Dolayısıyla mikro iktisatta öğrettiğimiz genel denge
analizinin geldiği aşama bu.
İkincisi, "Yeni Refah İktisadı" adlı 1930'larda
ortaya çıkmış bir teorik gelişme var. "Pareto
etkinliği"ni duymuşsunuzdur: Ekonomide mal ve
hizmetleri aramızda öyle bir dağıtalım ki, öyle
üretim kararları verelim ki, birimizin refahını
artırmaya kalktığımızda hiç kimseninki azalmasın,
hepimizinki artısın. Bu nedir aslında? Bu ideal,
yani cennet gibi bir şeydir. Ama reel yaşamda nedir?
Özellikle kamusal kararlar alınırken, hükümet karar
alırken. Profesörlere bir zam yapıldı, kıyamet
koptu; askerler girdi, doktorlar girdi, polisler
girdi devreye, sonra öğretim üyeleri birbirine
düştü. Gençler arkadan, "Hocam, size verdiler, bize
vermediler" kavgası, müstahdem gelip onun kavgasını
yapıyor. Bana bir zam yaptılar, ben şimdi millete
kendimi savunmak zorundayım; yani "niye size olmadı
da bize oldu" diye. Yani karar alırken, birilerine
verirken, birileri maliyete katlanmak zorunda reel
yaşamda. Kazananlar, kaybedenler var; siyasal
yaşamın özü budur. Çağdaş demokrasilerde oyçokluğu
ilkesine göre kararlar alınır. Oyçokluğu ilkesi ne
demek; birilerinin dediği olurken, birilerininki
yapılmayacak, göz ardı edilecek ve maliyete
katlanacaksınız. Bu oyunun kuralı böyle.
Dolayısıyla baktığımızda, iktisadi analizin
çekirdeğine bu Pareto optimum ilkesini koymuşuz; ama
devletin olduğu bir dünyada bu etkinlik çalışmaz,
biraz önce anlattığım gibi. Dolayısıyla bu
iyileştirmeye çalışılmış. "Pareto iyileştirme
koşulları" denilen Hicks-Kaldor, Scitovovski
kriterleri gibi.
Hepimizin mutluluğunu artırabilir miyiz? Birimizin
mutluluğunu azaltmadan, bazılarının mutluluğunu
artırabilir miyiz? Bu aslında çok felsefi bir
tartışma. İktisatçılar "etkinlik-adalet" diye,
felsefeciler "özgürlük-adalet" diye tartışır. Eğer
her kesimde aynı anda etkinliğini sağlayamıyorsak,
o zaman "ikinci en iyi" (second best theory) peşinde
koşamaz mıyız? Neoklasik refah iktisadına göre
koşmanın bir faydası yok; çünkü ikinci en iyi diye
bir dünya yok. Kesimlerin birinde etkinlik
sağlayamıyorsak, (n-1) kesimde etkinliği sağlamaya
uğraşmaktansa, hiçbir etkinlik peşinde koşmamak
toplumun refahını daha fazla artırabilir. Bir başka
ifade ile 2. en iyinin neden 12. en iyiden daha
"iyi" olduğunu söyleyemiyoruz.
Dolayısıyla bizim mikro iktisatta anlattığımız refah
iktisadının temelleri de tartışmalı. "Yeni refah
iktisadı" toplumsal/kamusal kararlar için sağlam bir
dayanak sağlayamıyor. Ama biz, buna rağmen, somut
yaşamda yine refah iktisadını ilgilendiren
kararlarımızı alıyoruz. Yani İstanbul'a tüp geçiş
yapılsın mı, yapılmasın mı? Eğer her gün benim gibi
Boğaz Köprüsünü geçip gelirseniz, istersiniz; ama
hiç karşıyla alakanız yoksa, "Kardeşim ben
istemiyorum, okuluma daha iyi bir bilgisayar
laboratuarı yapın, okulumun şartları daha iyi olsun,
kütüphanesi iyi olsun" diyebilirsiniz. Dolayısıyla
hükümetler yine maliyet-fayda analizi ile second
best peşinde koşuyor; ama second best peşinde
koşmak demek, ideolojik ya da politik birtakım sosyal tercihler (social choice) almak anlamına
geliyor ki, bu da bizi başka tartışmalara
götürüyor.
Üçüncüsü, bildiğiniz, hemen iktisadı öğretmeye başlarken
kullandığımız tam rekabet şartları. Neoklasik mikro
iktisatta üçüncü ayak, tam rekabet şartları. Tam
rekabet şartlarım biz öğrencilere anlatıyoruz.
Bilmiyorum, ben İktisada Giriş dersi vermiyorum; ama
iyi ki vermiyorum, kötü bir şey. Yani reel yaşamda
hiç olmamış, olmayacak bir şeyi "Çocuklar, tam
rekabet şartlarında etkinlik sağlanır" bunu
anlatacağız ve anlayacaklar. Var mı böyle bir şey?
Yani hangi üretici, hangi tüketici neyi alacağını,
hangi fiyattan alacağını, neyi üreteceğini,
rakibinin ne üreteceğini bilecek ve hata
yapmayacak. Hatasız kul olmaz. "Tam bilgi" diyoruz,
"bütün mallar homojendir" diyoruz. Böyle bir şey
var mı? Mallar heterojendir, birbirinden farklıdır.
Homojen demek, Arçelik ve Bosch arasında bir tercih
yapacaksam, hangisi ucuzsa ondan alırım; yani
neoklasik iktisatta rekabet, fiyat rekabetidir.
Halbuki biz ne diyoruz; "pahalı olsun da kaliteli
olsun" diyoruz. Yani neoklasik iktisatta "kalite"
diye bir kavram yoktur, halbuki kalite rekabeti
vardır. Şöyle bir laf vardır: "Ucuz etin yahnisi
yenilmez" ya da "ucuz mal alacak kadar zengin
değilim." Demek ki, mallar homojen değil, ama biz
"homojendir" diye öğretiyoruz.
Piyasaya giriş-çıkış serbesttir, isteyen istediği
piyasaya girer-çıkar, yani işlem maliyetleri sıfır
diyoruz. Bir sektöre milyarlarca lira/dolar yatırım
yapıyorsunuz ve sonra "yok ben bu sektörü
beğenmedim" deyip anında başka bir sektöre
geçebiliyorsunuz. Böyle bir şey olur mu? Oraya
bağladığınız sermayeyi (batık sermaye) (sunk cost)
alıp çıkmak mümkün mü? Dolayısıyla giriş-çıkış öyle
söylenildiği kadar kolay değil. Peki, o zaman biz
niye tam rekabet şartlarını kullanıyoruz? Yani
öğrenciden böyle tepki gelmesi lazım. Reel yaşamda
yok, ama etkinlik, rekabet ve piyasanın
erdemlerinden sözediyoruz. Burada şunu
söyleyebiliriz: Bir kere bunu bir çıkış noktası
olarak almak lazım, "Reel yaşamda hiçbir zaman
olmadı ve olmayacağının bilincinde olarak; reel
yaşamdaki bozuklukları, aksaklıkları değerlendirmek
için, idealden ne kadar saptığımızı tespit için tam
rekabet şartlarını bir çıkış noktası olarak
alabiliriz." Ama iktisadın özü eğer rekabetse,
rekabet de piyasada etkinliği sağlayacaksa veya
büyümeyi artıracaksa bize gerekli değil mi? Buradaki
rekabetten anlamamız gereken; tam rekabet şartları
değildir, serbest rekabet şartlarıdır. Adam Smith'te
"görünmez el" (invisible hand) diye bir kavram
vardı, hatırlarsınız. Eğer herkes kendi idealleri
peşinde koşarsa, herkes kendi idealini
gerçekleştirirse, amaçlamaksızın, ideallerini
gerçekleştirmiş insanlar dünyasına ulaşılacağı
önermesi. Adam Smith'in dünyası (düşü) için gerekli
kurumlardan biri rekabet ve bu dünyada tam rekabet
şartlarının hiç biri yok. Dolayısıyla Adam Smith'in
rekabet kavramı reel, "süreç halinde rekabet"
kavramıdır. Ama tam rekabet şartları "end-state"
(nihai durum) rekabettir. Tam rekabet şartlarında
rekabet bitmiştir, rekabete ne gerek vardır, ne de
mümkündür. Dolayısıyla iktisadın eğer ayaklarının
yere basmasını istiyorsak, gerçek süreç olarak
rekabet kavramını benimsememiz lazım.
Öte yandan rekabet olabilmesi için girişimci olması lazım; ama tam
rekabet şartlarında girişimciye gerek yok ki.
Girişimci ne demektir? Herkesin baktığı yere bakıp,
kimsenin görmediği kârı oradan çıkanp, koparıp alan
kişidir girişimci. Girişimcinin (eksik) bilgisi ve
geleceğe yönelik kar fırsatlarına ilişkin
bekleyişleri var. Bazı insanlar vardır; girişken,
atılgan, kârın kokusunu alıp onu hemen koparan.
Aslında onu biraz sonra herkes fark edecek, ama
herkes fark edene kadar o normal-üstü-karı alacak.
Eğer piyasaya giriş-çıkış serbestse, başkalan da
kardan pay alacak ve onun karı azalacaktır;
"rekabet, fiyatları indirir" dediğimiz şey
olacaktır. Dolayısıyla "mikro iktisat" dediğimiz
alanda 20. yüzyılda genel denge teorisi öne
çıkmıştır, yeni refah iktisadında birtakım adımlar
atılmıştır; ama orada da birtakım sorunlar vardır ve
tam rekabet şartları da giderek gerçek rekabete
doğru bir dönüşüme girmiştir.
Önemli bulduğum dördüncü kavram da, iktisadın matematikleşmesi ki,
dediğim gibi, Walras matematikçiydi; ama onun
1870'lerde matematikten umduğu, beklediği bugünkü
matematik değildi herhalde. Bugünkü matematik, onun
beklediğinden, tahayyül ettiğinden çok daha ileri
gitmiş durumda. Yani genç arkadaşlar; eğer
iktisatçı olmak istiyorsanız, bunun gerekli ve
yeterli şartı iyi İngilizce bilmektir. İngilizce
bilirseniz iyi iktisatçı olursunuz; ama çok iyi
iktisatçı olmak istiyorsanız, çok iyi matematik
bilmeniz lazım! Matematiği herkes kullanamıyor,
kullanmıyor, belki bir tercih veya bilmiyor.
Farklılık yaratabilmek için, başkalarından öne
geçmek için, çok iyi matematik bilmeniz lazım.
Dolayısıyla neoklasik iktisadın mikro ayağındaki
önemli gelişme de, iktisadın 1950'lerden itibaren
giderek matematikleşmesidir. 1950'lerden önceki
dergilere (Economica, Economic Journal) bakın,
aritmetik vardır, birkaç tane basit denklemler
vardır. Ama 1950'lerden sonra giderek set teorisi,
80'lerden, 90'lardan sonra moda olan oyun teorisi ön
plana çıkmıştır. Bu da çok iyi matematik bilmeyi
gerektiriyor.
Dolayısıyla şuna geliyoruz: 20. yüzyılda neoklasik
iktisat giderek matematikleş-miştir. Matematik iyi
bir araçtır; düşüncenin geliştirilmesinde, test
edilmesinde, düşüncenin insan duyusunun
yanılabileceği, insan duyularının göremeyeceği
hataları bulup çıkarıp, onlardan arınmamızı sağlayan
iyi bir araçtır. 1950'lerden itibaren op-timizasyon
teorisi olarak başlamıştır, yani birtakım kısıtlar
vardır. Eğer matematiksel iktisat dersi aldıysanız
hatırlarsanız, şu kadar üretim faktörü (girdi), şu
kadar veri geliriniz, kısıtlar ve amaç
fonksiyonunuz (kâr/fayda maksimizasyonu ya da
maliyet minimizasyonu) vardır. Dolayısıyla kısıtlar
var, elimizde fiyatlar var, miktarlar var; bunları
çözeceğiz, maksimizasyon veya minimizasyona
ulaşacağız. Bu nasıl iktisat? Bu aslında benim
sevmediğim bir iktisat; iktisadın Robinson
Crusoe'laşması-dır. Robinson Crusoe yalnız bir
adada! Çok kötü bir şey; yani insan sosyal bir
yaratıktır, Allah kimseyi yalnız bırakmasın.
Dolayısıyla iktisadın çekirdeği optimizasyon
problemidir: Ahmet'in, Arçelik'in, Türkiye'nin
optimizasyon problemi. Ama bu problemi çözmek için
iktisatçı olmaya gerek yok ki! Mallara xi,
faktörlere yi, fiyatlara pi deyin, kısıtları ve amaç
fonksiyonunuzu verin matematikçiler çözsün. O
nedenle "iktisat 20. yüzyılın başında sofistike
matematik kullanırken, 20. yüzyılın sonunda
eksantrik matematiğe dönüştü" diyorlar.
Aslında matematiğin çok sihirli bir değnek olduğuna inanıyorum, ama
iktisatçıya "yabancılaştınlmasına" karşıyım. John
Nash'in hayatını anlatan, "Akıl Oyunları" filmini
gördünüz mü? İktisat öğrencileri gidip izlesinler
onu, ama biraz daha iktisat bilirseniz belki çok
daha iyi anlarsınız. Matematik denilen şey aslında
bir ifade aracı. Önemli olan düşünceyi bulmak, özü
bulmak. O düşünceyi bulduğunuz takdirde gerisi
kolay. Düşünce nereden çıkıyor? Somut insan
yaşamından çıkıyor. Yani insanların göremediği,
insanların algılayamadığı dünyaya ilişkin, evrene
ilişkin açıklayabileceğimiz bir şey, bizim
aramızdaki basit ilişkilerde, bizim aramızdaki basit
dünyada yaşıyor. Nash, düşünceyi basit insan
ilişkilerinden çıkarıyor ve matematikle ifade
ediyor. İktisattan pek anlamıyor (matematik
bölümünde çalışıyor), ama Adam Smith'in "görünmez
el" hipotezini biliyor ve ona ilişkin kendi tezini
geliştiriyor. Acaba herkes bir hedefe mi koşmalı,
kendi çıkarı peşinde koşarken nasıl yapmalı? Ben
kendi çıkarımın peşinde koşacağım, sen kendi çıkarın
peşinde koşacaksın; sonuç ne olacak? Birden fazla
dünya olursa, birden fazla insan olursa,
optimizasyon matematiğinden, oyun teorisi
matematiğine geliyoruz.
Oyun teorisi bana daha insani geliyor. Neden? Oyun teorisini tek
başına oynayamazsın, iki kişiyle oynayacaksın. Ben
kâr elde etmek istiyorum, sen benim rakibim-sin. Ne
yapacağım; malımın fiyatını düşüreceğim ve
bekleyeceğim. Karşı rakibim nasıl hareket edecek; o
da mı aynısını yapacak, başka mı yapacak ya da
malını fark-lılaştıracak mı? O bir adım adıyor, ben
bir adım atıyorum; bu şekilde o kendi dengesini,
ben kendi dengemi sağlarken sonuç ne olur?
Dolayısıyla oyun teorisi, şu anda nereye bakarsanız
bakın, moda olan bir matematik. Orada da söylenilen,
ilk başta kurulan bir hamlelik oyunlardı; yani ben
bir karar alıyorum, karşı rakibim bir karar alıyor.
Bu sonuç nereye geliyor? Bunun dengesine "bir
hamlelik oyunlar" diyoruz, bir ellik oyun. Şimdi
birden fazla ellik oyunlar geliştirildi. Ben bir
hamle yapıyorum, siz bir hamle yapıyorsunuz, sonra
sizin hamlenize ben cevap veriyorum. Ama burada hep
nasıl hareket ediyoruz; hep rasyonel birey gibi.
Nash ne peşinde koşuyor? "Düşünen makine" yapmak
peşinde koşuyor. Düşünen makine ne yapacak;
duygularından arındırılmış bir makine olacak, benim
kararlarımı saptırmayacak, hep rasyonel olacak,
olması gerektiği gibi adım atacak iktisadi hayatta.
Böyle bir oyun kuruluyor, ama bu oyun da nasıl bir
oyun oluyor; soyut bir oyun oluyor tabii. Karar
verenler hep "-meli, -malı" gibi davranırsa, onun
dengesi peşinde koşuyor. Ama her zaman "-meli,
-malı" gibi davranmıyor insanlar somut yaşamda;
bazen zarar edeceğini bile bile o riske giriyor
veya zarar baştan belli, o hareketi yapıyor,
duyguları vesaire devreye giriyor.
Dolayısıyla oyun teorisi ideal dünyaya ilişkin çok
iyi bir sihirli değnektir. Yani herkes rasyonel
birey gibi davranırsa, bunun sonucu ne olacaktır? Bu
konuda güzel bir alettir, ama bu oyun teorisinin
reel dünyaya uygulanması gerekir. Söylenilen şudur:
"Oyun teorisi, soyut modellerden çıkıp reel dünyaya
ilişkin somut sorunlara uygulanmazsa, bir süre
sonra azalan verimliliğinden sözedeceğiz".
Şunu söyleyebiliriz: 20. yüzyıl neoklasik iktisadı dört ayak
üzerine gelişmiştir. Bu ayaklarda daha mantıklı,
daha anlaşılır reel yaşama doğru bir mücadele
vardır; ama bunu yaparken aslında giderek reel
yaşamdan uzaklaşan bir iktisattan bahsediyoruz,
daha fazla matematik var, reel somut yaşamla
uğraşmaktan çok daha fazla soyut dünyaya ilişkin.
Bilim adamları kendi içinde kapalı fildişi kulelere
çekilmiştir, orada ideal dünyalara ilişkin modeller
geliştiriyorlar, böyle sorunları yok gibi bir şey
oluyor; yani neoklasik iktisat bu haliyle insandan
uzaklaşıyor.
Buraya kadar anlattığım şey neoklasik mikro iktisattaki
gelişmelerdi. Makro iktisat daha reel dünyaya
ilişkin; işsizlik, enflasyon, gelir bölüşümü gibi
sorunlara çözüm üretecek iktisadın yanı. "Burada ne
olmuştur" dediğimizde, 20. yüzyıldaki makro iktisadı
"30'lara kadar neoklasik makro iktisat, 70'lere
kadar Keynesçi makro iktisat, ondan sonra bir 10 yıl
monetarist, bir 10 yıl yeni klasik, bir 10 yıl yeni
Keynesçi paradigmaların peş peşe gelişi" diye ifade
edebiliriz. Ama benim bakışıma göre bunu "aynı
bütünün içsel tartışması, aynı paradigma içi
tartışmalar" şeklinde ifade edebiliriz ve bunun da
ilk kırılmasının yine 1930'larda olduğunu
görüyoruz. 1930'larda Keynes'in "Paranın Faizin ve
İstihdamın Genel Denge Teorisi" neoklasik makro
iktisatta kırılma yaratmıştır. Zaten Keynes'in Genel
Teorisi'ini okursanız, iki şeye karşıdır: Miktar
Teorisi ve Say Kanunu. Biraz önce "20. yüzyıla
kadar makro iktisat, Miktar Teorisiyle Say
Kanunundan ibarettir" dedim. Keynes'in de bütün
amacı bu iki teoriyi yıkmak. Hatırlarsanız, makro
iktisat veya para teorisi dersinde klasik
iktisatçılar der ki, "Para nötrdür, para
tarafsızdır, yansızdır; yani parasal kesimdeki
değişmeler reel kesimi etkilemez." Keynes'in bütün
amacı, parasal kesimdeki değişikliklerin reel kesime
etkilerini ortaya koymak. İkincisi, "tam istihdam"
denilen şey sadece istisnai bir durumdur, ekonomiler
hep işsizlik içindedir. Eğer bir kere eksik istihdam
dengesine takılırlarsa, bu eksik istihdam dengesi,
işsizlik hep kendini yeniden üretir. Oraya müdahale
edilmezse, devlet tarafından bir etki olmazsa, bu
krizler ya da işsizlik kısır döngüsünden çıkılmaz.
Diyorum ki, neoklasik makro iktisat Keynes'le birlikte bir
kırılmaya uğramıştır. Ama bundan sonra Keynesçi
devrimin özelliği şu: Keynes Genel Teori'yi 1936'da
yazıyor. 1936-37-38-39 yıllarındaki dergilere bakın,
hep "Keynes ne demek istedi? Keynes'in söyledikleri
neoklasik iktisatta içerilemez mi?" sorularına yanıt
arandığını ve Keynes'i "tefsir" çabalarına
rastlıyoruz ki bu, Keynes'in bir şekilde neoklasik-leştirilmesi
sürecine dönüşmüştür.
Keynes'i neoklasik iktisadın içinde anlaşılabilecek,
ama bir uç durum şeklinde yorumlama çabaları
olmuştur ve bu çabalan başlatan da John Hicks'tir.
John Hicks'in bu çabalarını iki kanala ayırabiliriz.
İlki "IS-LM yaklaşımı" kanalı. "IS-LM" yaklaşımının
babası John Hicks. Keynes 1936'da kitabını yazıyor,
yanlış hatırlamıyorsam 1937 veya 1939'da "Mr.
Keynes and Classics" adlı bir makale yazıyor, ilk
"IS-LM" yaklaşımının temellerini orada atıyor. "IS-LM"
yaklaşımı (bütüncül kavramlarla çalışmasından
dolayı) basit bir Walrasgil analiz: N piyasa yerine
iki piyasa var; mal ve para piyasası. Ve bu iki
piyasayı temsil eden iki eğri ile ekonominin genel
dengesini tartışıyoruz. Hicks'i, Samuelson, Hansen,
Ackley gibi isimler izlemiştir. Özellikle
Samuelson'un meşhur Economics kitabı ile IS-LM
yaklaşımı po-pülerleşiyor ve ders kitabı iktisadının
temel araçlarından biri oluyor.
Ama bu alet kutusu 1970'lere kadar çalışıyor. Eğer işsizlik varsa
bu alet çalışıyor, enflasyon yarsa bu alet yine
çalışıyor; ama işsizlik ve enflasyon aynı anda
çalışırsa bu alet çalışmıyor. Neden çalışmıyor?
Çünkü IS-LM çerçevesinde bu analizde ya işsizlik
vardır, ya enflasyon vardır. İkisi aynı anda olur
mu? Varsayımsal olarak böyle bir olanak
düşünülmemiş. Bu Keynes'in de günahı değil (zaten
onu Keynes yapmamış, Hicks yapmış): Kapitalizmin
tarihinde ya büyük işsizlikler ya da büyük
enflasyonlar sözkonusu. 1970'lere kadar işsizlikle
enflasyonun aynı anda olduğu dönem yok. Dolayısıyla
bu yaklaşım, "neoklasikleştirilmiş keynesgil analiz"
diyebileceğimiz IS-LM yaklaşımı, 1970'lere kadar
geliyor, kırılıyor.
Ama 1930'larda yine Hicks'in başlattığı ikinci bir kanal daha var:
Asıl Keynes'in "VValraslaştırılması çabası budur:
1939'da Hicks, "Sermaye ve Değer" (Value and Capital)
adlı kitabını yazıyor. Burada firma ya da tüketici
teorisinde (mikro iktisatta) nasıl bireyin
optimizasyonunu yapıyorsak; onun gibi, bireyin
davranışlarından hareketle (Keynes'in üzerinde
yoğunlaştığı) işsizlik ve para teorisini (ama
Walrasgil çerçeve içinde) ele alma projesi sözkonusu.
Daha Walrasgil temellere dayanan metodolojik
bireyci bir yaklaşımdan hareketle makro iktisada
çıkmaya çalışan bir yaklaşım denemesi. Aynı analizi
1956'da Don Patinkin geliştirmeye çalışıyor.
1970'ler-de ise bu çabayı Clower, Leijinhufvud gibi
iki Keynesci iktisatçı (vurguyu miktar
ayarlamalarına kaydırarak) ve ardından yeni klasik
iktisatçılar (Barro, Grossman) sürdürüyor.
Dolayısıyla biz 20. yüzyıl neoklasik makro
iktisadını, Walrasgil çerçevede işsizlik
(konjonktür dalgalan) ve para teorisini açıklamaya
çalışma çabası olarak görüyoruz. Bir de buna karşı
çıkan cepheler var; bu analizi toptan reddediyorlar
veya bu analizin belirli yerlerini reddediyorlar.
Marksist iktisat, neoklasik iktisadı tamamen
reddediyor. Kurumcu iktisat var, onun neoklasik
iktisadın kurumsal altyapısı olmadığı eleştirisi
var. Uzayda mı, Mars'ta mı, Türkiye'de mi, nerede
yaşıyoruz; belli değil. Halbuki içinde yaşadığımız
çevre bireyin davranışını etkiler. Şırnak'ta alınan
bir yatırım kararıyla New York Borsası'nda alınan
karar arasında bir fark yoktur, neoklasik
iktisatta. Ama çok farklı değişkenler vardır
bireylerin kafasında. Birisi önce can güvenliğini
düşünüyor; birisi de "saniyede acaba bilmem kaç
sıfırdan sonra kâr elde edebilirim" konusunu
düşünüyor. Dolayısıyla herkes bir amaç fonksiyonunu
maksimize etmeye çalışıyor, ama dünyaları farklı.
Avusturya okulu, bu biraz önce anlattığım tam
rekabet şartlarına yönelttiği eleştirilerle
neoklasik iktisadı vuruyor. Aslında onlar da
neoklasik iktisadın epey bir özünü kabul ediyorlar;
ama piyasa analizinin gerçekçi olmadığını
söylüyorlar. Post-Keynesgil iktisatçı, Keynes'in
neoklasik sentezle aslında Keynesçilikten
çıkarıldığını, anlaşılmaz hale geldiğini,
dolayısıyla Keynes'in "belirsizlik" kavramı
üzerindeki vurgunun geliştirilmesini savunuyorlar.
"Keynes versus Keynesyenler" diye bir tartışma var:
"Keynesçiler o kadar Keynes'i değiştirdiler ki,
Keynes bugün Keynes-çiliğe baksa, kendi iktisadını
bulamaz" diyenler var. Dolayısıyla bu şekilde bir
hâkim iktisat, neoklasik iktisadın gelişme çizgisi
var; bir de buna çeşitli açılardan eleştiri getiren
yaklaşımlar var.
Şimdi Keynes'in Genel Teori'sinde şöyle bir sözü var
(ki benzer ifade, Fried-man ve Hayek'te de var):
"Bugünkü iktisat politikalarının temel
belirleyicisi, belirli bir süre önce iktisatçıların
dile getirdikleri düşüncelerdir". Neoklasik Keynesci
iktisat da yaklaşık 20 yıl kapitalist ülkelerin
iktisat politikalarını yönlendirmiştir. 1970'lerdeki
kırılmanın sonucu çoklu kırılma olarak karşımıza
çıkyor: Avusturya Okulu, Monetarist İktisat, Yeni
Klasik İktisat, Arz Yanlı İktisat, Kurumcu İktisat,
Marksist İktisat, Post Keynesci İktisat, Yeni
Keynesci İktisat. Herkesin kendi müşterileri var,
öğrencileri var, tribünleri var, herkes kendi
tribününe konuşuyor. Ben onu İstanbul'un Prens
Adaları'na benzetiyorum. Herbiri farklı adalarda
yaşayan krallıklar! Büyükada neoklasik iktisat
krallığı, yanındaki Heybeliada Keynesci krallık,
Kınalı Ada Marksist! Ama arada gidiş-geliş yok;
birbirinden bağımsızlar. O zaman herkesin iktisadı
kendisine; yani eğer bir tribün buluyorsanız,
onlarla sürdürüyorsunuz; "şak, şak, şak" ne güzel,
herkes kendi dünyasını yaşıyor. İktisatta böyle bir
şey başlıyor 1980'lerde; ama bir şekilde tartışmamız
lazım, bir yere gelmemiz lazım.
Oradan baktığımızda, ilk bakışta, -son 20 yıldan
bahsediyorum- Yeni klasik İktisatla Yeni Keynesci
İktisat iki ayrı kamp gibi görünüyor. 1970-80'lerde
Keynesçile-rin kaybettiği maçı, ona "bundan önceki
dünya kupası" dersek; finallerde Yeni Klasikler
Keynesçileri bal gibi yendi, 1970'lerde kupayı
"götürdü". 1990'larda "biz bu kupayı alacağız" diye
yarışıyorlar. Yeni Keynesçiler bayağı takımı
değiştiriyorlar, varsayımlarını filan cilalıyorlar,
iyi bir takımla maça çıkıyorlar 1990'larda. Böyle de
bakabiliriz. Aslında ikisi de aynı şeyi yapıyor,
Yeni Keynesci iktisatçılar aslında ne-oklasikleştirilmiş
IS-LM yaklaşımının çok daha cilalanmış bir hali. Bir
kere ikisi de neyi savunuyor? İkisi de rasyonel
bekleyişleri savunuyor. Halbuki Keynes'te pür
belirsizlik vardır. Belirsizlik kavramı, risk
kavramı, bunlar farklı şeylerdir. "Rasyonel
bekleyişler" kavramı sadece klasiklerin,
neoklasiklerin kavramıydı, Yeni Keynesçiler de bunu
benimsiyorlar. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: 20.
yüzyılın sonunda, 20. yüzyıl biterken,
1950-60'lardaki neoklasik iktisatla, Keynesçilerin
oluşturduğu yeni Keynesci neoklasik sentez
Keynesçiliği, şimdi Yeni Klasik ve Yeni
Keynesçilerin sentezi şekline dönüştü; tekrar bir
sentez var. Eskiden "neoklasik sentez" diyorduk,
şimdi "Yeni Klasik ve Yeni Keynesçi' diyoruz, ikisi
de aynı analizi kullanıyor; yani 2000 baskılı
Makroiktisat kitaplarını açın -bu sınav sorusu da
olabilir- orada şu sorunsalı görürsünüz: "Acaba Yeni
klasik ya da Yeni Keynesçi varsayımlar altında
işsizlik sorununda nasıl yaklaşılır? Fiyat
bekleyişleri bilinirken veya sürpriz anında para
politikasının etkisini, Yeni Keynesçi ya da Yeni
Klasik varsayımlar altında karşılaştırın" gibi.
Eğer her iki yaklaşımın varsayımlarını biliyorsanız,
şekillerin eğimlerini biliyorsanız tıkır tıkır
çizersiniz, olur biter. Dolayısıyla aynı "alet
kutusu" kullanılıyor. Neoklasik-yerleşik iktisat,
varlığını 20. yüzyıl bittikten sonra da sürdürüyor.
Yani 8 mi, 18, mi 108 mi, onu bilmiyorum; ama çok
başlı bir yaratık gibi neok-lasik iktisat. Her
yerden darbe alıyor; ama yarına mutlaka kalıyor. O
gelen darbeleri bir şekilde emiyor -ahtapot gibi-
soğuruyor, biraz hazım sorunu çekiyor; ama bir süre
sonra hazmediyor, varlığını sürdürüyor.
Prof. Dr. Turan Yay
|