|
Yirmibirinci Asrın Milletimize Vaad Ettiği İmkânlar
Ayvaz Gökdemir
Kaderin önümüze açtığı büyük imkânlarla
yirmibirinci asra giriyoruz. İnsanlığın ö-nünde
büyük imkânlar var, İslâm'ın önünde büyük imkânlar
var, Türklüğün önünde büyük imkânlar var.
Yirmibirinci asır, bütün insanlar için, bütün dünya
için büyük ve yeni bir dalgalanma, yeni bir arayış,
belki meçhul ve fakat ümit dolu bir gelecek vaad
ediyor.
İnsanlık, eşyayı ve evreni tanıma, bilme yolunda
ulaştığı noktada mesut, iştahlı, atılgan ve oldukça
şaşkındır. Şaşkınlığın kaynağında kendini bilme ve
evreni yorumlamadaki eksiklik, daha doğrusu
vurdumduymazlık vardır. Lakin, ulaştığı bilim
seviyesi ve teknik başarılar, insanı her gün biraz
daha kendi aczini de keşfe doğru yaklaştırmaktadır.
Uzaya ilk çıkan Rus astronotun, dönüşünde; "Orada
Tanrı'yı görmedik!" beyanı, bugün sıradan bir
tanrıtanımazı bile güldürmektedir. Yaklaşan yüzyıl,
insan-eşya-evren arasında dengenin kurulduğu,
ilim ve iman arasında o tılsımlı terkibin
yakalandığı bir asır olacak; "küreselleşme"nin
birinci vasfını "Allah'a dönüş" teşkil edecektir.
Fakat bu, saf bir iman olacaktır; hurafeden, özünü
yitirecek şekilde gelenekleşmiş dar ve softa
kalıplardan arınmış bir iman. İslâm, yeni yüzyılın
çağrısı olabilir. Bunun tek bir şartı vardır;
Düşünce. İslâm tefekküründeki mevcut boşluk
doldurulabilir ve geçmişte zaten en mükemmel
şekliyle uygulanmış olan metod ihya edilebilirse,
yani insanlığa asıl aradığı gerçek ameli bir
hakikat olarak gösterilebilirse yirmibirinci asır o
beklenen terkibi yakalayabilecektir. Her düşünce
bir çağrıdır. İmana ulaşmak için susamış olan insan,
bütün tecessüslerinin cevabını düşüncenin yüksek
fırınlarında yana yana olgunlaşmış hasbi tefekkürde
bulacaktır. Bu gerçek, sadece bugüne değil, bütün
zamanlara aittir; geçmişte de böyle olmuştur. İslâm
düşüncesi bütün soyu kalıpları da dahil, hep bir
hayat pratiğine, bir amel ahlakına yönelmiş felsefe
adı altında kıylükal ile meşgul olmamıştır. Gönül
medeniyetini bu tefekkür kurmuş, daha mükemmelini
aramaya da lüzum görmemiştir. Bu düşüncenin
yarıatığı hayat ahlakı bin yıl yetmiştir müslüman
toplumlara. Fakat .artık yetmemekte, insanlığın
ulaştığı seviye bakımından yeni yorumları
gerekmektedir. Donmuş, statik hale gelmiş; yeni
yorum ve katkılarla zenginleşmemiş bir düşünce,
insanlarda yalnız ve sadece bir özlem, bir ihya
hasreti yaratabilir. Onun içindir ki, çağın
cemiyetinde her bunalışında "asr-ı saadete dönelim"
diyen müslüman, çaresizliğini bir kaçış kolaycılığı
ile gizleyip sorumluluktan kurtulmak istemektedir.
Asr-ı saadet, şüphesizdir ki hasretle aranacak bir
hayat nizamı idi. Ama, iki kere yaşanmış hayat
olmadığı gibi, tekrarlanan zaman ve cemiyet de
olamaz. İnsanı, eşyası ve muhitinden tecrit edilmiş
bir hayat şablonu yoktur. Otomobile binen bir
müslüman, "Buna binmem; Sahabenin bindiği deveye
binelim" diyemiyorsa ki örnek bile olmayacak cahil
idrakler hariç, diyen yoktur. Elindeki tırnak kadar
bir "çip"e bir ansiklopedi sığdıran teknoloji ve onu
gerçekleştiren bilimle bağdaşmak, dahası o ilmi
alıp daha ileri götürmek, imanın kurgusunu da
bunlara göre yorumlamak, şekillendirmek zorundadır.
İslâm dünyası, kendi bilgisizliğinin, düşünce
fakirliğinin, üretimle ilgisi bulunmayan hazır
yiyiciliğinin sonucu olarak, çaresiz
kaldığı her durumda ah ve vah'larla şu veya bu devre
dönmeyi bir kurtuluş yolu olarak görmeye devam
ettiği müddetçe insanlığa beklediği mesajı veremez.
Nitekim, bugün dışımızdaki dünyaya şekil ve
sloganlardan başka bir şey ulaştırabiliyor değiliz.
Ve ilave edelim ki, ulaşan bu görüntü ve onun
yarattığı imaj, hiç de müslümanlarm hak ettiği gibi
değildir. Halbuki, çağın bütün ileşitim kanalları
aynı eşit ölçülerle bizim de elimizdedir. Ancak,
bilgi kaynaklarını besleyip doyuracak bir seviyemiz
olmadığı gibi, mevcut tarihi birikimimizi bu
kaynaklara geçirebilecek bir cehdi-miz de yok. Ondan
sonra da, bizim dünyamızın dışından bize doğru
bütün iletişim kanallarından akıp gelen bilgi,
birikim ve görüntüler biz istesek de, istemesek de
evimizin içine kadar ulaşınca, şaşırıyor, kızıyor,
çaresizle-'şiyor ve şekli unsurlarımıza sığınarak,
yani deve kuşu gibi başımızı kuma gömerek yaşamaya
çalışıyoruz.
İslâm dünyası ve bu arada Türkiye'de düşünce
kıpırdanışları yok değildir. Tefekkür hayatı
canlanmaya, yeni ve çarpıcı yorumlar tartışılmaya
başlanmıştır. Hem tarihi bir miras ve sorumluluk,
hem de coğrafi zaruret bakımından Türkiyenin, daha
geniş bir ifade ile Türklerin islâmi dirilişe
kilitlenmiş bir kaderi vardır. Lakin, Türkiye'nin
kendi potansiyelini, Toynbee'nin "Zelot tavrı" adını
verdiği deve kuşu mantığı ile heba etme tehlikesi de
kapıda durmaktadır.
Türkiye'nin mevcut potansiyelinin asıl kütlesini,
büyük bir medeniyet mirasına sahip bulunan Türk
milletinin Anadoludaki evlatları teşkil etmektedir.
Türk'ün ve İslâm'ın asıl hamleci gücünü asırlarca
temsil etmiş bulunan bu coğrafyanın insanı, islâmi
değerleri donmuş , statikleşmiş, büyük ölçüde özünü
kaybederek birtakım şekli kalıplara hapsedilmiş bir
konumda iken, nispeten la-dini tercihlerin
dayatıldığı bir devir geçirmiştir. Bu devre, bir
"arınma devri" olarak kabul edilmelidir. Hayırlı
bir dönemdir, donmuş zihniyet kalıplan önündeki
engellerin kalkmasına, onyedinci asırdan itibaren
şiddetle hissettiğimiz inhitatın kaynağının
kurutulmasına vesile teşkil etmiştir. Şimdi yeniden
imanını tazelemekte olan Türkiye, artık yimıinci
asır başlarındaki Türkiye'nin zihniyet kalıplarına
mahkum değildir. Bu uyanışın geniş halk
kütlelerindeki şekilci tezahürleri ise, halkın
bildiğinin bundan ibaret olmasındandır. Çünkü,
iletişim kanallarının birden bire ve ardına kadar
açılması, buna mukabil, baştan beri işaret etmeye
çalıştığımız tefekkür noksanlığı, halkın yeni
yorumlarla beslenememesi, tabii bir mukavemet tavrı
olarak, bildiği kalıplara bürünme neticesini
doğurmuştur. Bu dini, içtimai ve siyasi bir tavır
olarak kendini belli etmiştir. Ancak, Türkiye'nin
önü açıktır. Mevcut potansiyelimiz düşünce zeminini
zorlamaktadır. Tefekkür, zihniyet kalıplarındaki
yeni bir kilitlenme tehlikesini aşacaktır.
Türkiye'nin ikinci potansiyel varlığı, kaderin,
bütün tarihin en büyük imkanı olarak önümüze
bıraktığı Türk Dünyası'dır. Hiç beklemediğimiz,
ümid etmediğimiz, hazırlıklı bulunmadığımız bir
zamanda birdenbire karşımıza çıkan bu gerçek,
ruhlarımıza yeni bir hamle gücü aşılamıştır. Yetmiş
yıllık ateist sistemden sonra, imani kökleriyle
sadece lafzî bir bağı kalmış olan bu dünya, kendini,
yani dinini ve Türklüğünü yeniden keşfetmektedir.
Oralarda, Sovyet sisteminin yarattığı insan
tipinin, yani bu sistemin zihniyet kalıplarının
kökten değiştirilmesi mümkün değildir, ancak tashihi
sözkonusudur. Asıl potansiyel, yeni insan tipinin
inşası ile ortaya çıkacaktır. Türk Dünyası'ndaki
mevcut beklentilerin, devlet olarak Türkiye'nin
bugünkü gücünü çok aştığı geçen dört sene içerisinde
görülmüştür. Lakin, Türkiye'nin kudreti devletin
maddi zenginliğinden ibaret değildir. Milletimizin
imkanları, gönül zenginliği, imani şuuru büyüktür.
Milli bir vecd ile oralara koşup iş imkanları arayan
insanlarımız asıl sağlam bağları kuracaklardır.
Vakıf ve şirketlerimizin oralarda kurdukları
kaliteli okullar, şimdiden iki yüze yaklaşmıştır.
Bir mukayese imkanı vermesi bakımından kaydedelim:
Ankara'da ancak yirmi yılda biti-rebildiğimiz
Kocatepe Camiinin üç benzerini üç yıl içerisinde o
ata topraklarında bitirmiş olacağız. Devletimiz, o
beş bin toplam nüfuslu küçük kardeş ve akraba
topluluklar da dahil olmak üzere, bu dünyanın on beş
bin gencini Türkiye'de yetiştiriyor. Maddi ve
manevi imkanlarımızı, mübalağasız bir ifade ile
Adriyatik'ten Çin Secldi'ne kadar ulaştırıyoruz.
Fakat yeterli değil. Yapmamız gerekenin çok az bir
kısmını yapabiliyoruz. Yapmamız gerekenlerden
yapmadıklarımızın büyük bölümü, zannedildiği gibi
maddi eksiklikler değildir. Hademe-yi hayrat
eksiğimiz var. Oralarda boş, bakir, lafzen müslüman,
kulak dolgunluğu ile Türk olduğunu bilen
insanlarımız var. Bir tecdidi iman, bir kimlik
bekliyor bu insanlar. O topraklar bizden bir borcu
ödememezi bekliyor. Gönderdiği alp-erenlerle
Adanolu'yu bir asır içerisinde Türkleştiren,
İslâmlaştıran Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi'ye
borcumuz var, Çağdaş alp-erenlerimiz, bu sefer
Anadolu'dan Türkistan'a doğru bir göç hamlesi
başlatmalılar. İmanın, aşkın, ahlakın, ilmin,
çalışmanın, üretmenin kervanı olmalı bu göç.
Oralarda çağdaş dergahlarımız, atelyelerimiz,
fabrikalarımız, çift-çubuğumuz ve tabii
mezarlarımız olmalı.
Bunlar inşallah olacak. Olacak ve Türk Dünyası
yekpare bir iman ve kültür bütünlüğü içerisinde
yirmibirinci asır insanlığına o büyük çağrıyı
yapacak, yeni bir medeniyet hamlesini
gerçekleştirecektir.
Küçük sularda boğulmayı, detaylarda kaybolmayı,
kendimize acımayı, sürekli tazallüm etmeyi bırakıp
yepyeni bir iman ve ümitle bu büyük ufuktan bakmayı
öğrenmek zorundayız.
|