Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Yirmibirinci Asrın Milletimize Vaad Ettiği İmkânlar 

Ayvaz Gökdemir 

Kaderin önümüze açtığı büyük imkân­larla yirmibirinci asra giriyoruz. İnsanlığın ö-nünde büyük imkânlar var, İslâm'ın önünde büyük imkânlar var, Türklüğün önünde bü­yük imkânlar var. Yirmibirinci asır, bütün in­sanlar için, bütün dünya için büyük ve yeni bir dalgalanma, yeni bir arayış, belki meçhul ve fakat ümit dolu bir gelecek vaad ediyor. 

İnsanlık, eşyayı ve evreni tanıma, bilme yolunda ulaştığı noktada mesut, iştahlı, atılgan ve oldukça şaşkındır. Şaşkınlığın kaynağında kendini bilme ve evreni yorumlamadaki eksik­lik,  daha doğrusu vurdumduymazlık vardır. Lakin, ulaştığı bilim seviyesi ve teknik başa­rılar, insanı her gün biraz daha kendi aczini de keşfe doğru yaklaştırmaktadır. Uzaya ilk çıkan Rus astronotun, dönüşünde; "Orada Tanrı'yı görmedik!" beyanı, bugün sıradan bir tanrıta­nımazı bile güldürmektedir. Yaklaşan yüzyıl, insan-eşya-evren   arasında   dengenin   kurul­duğu, ilim ve iman arasında o tılsımlı terkibin yakalandığı bir asır olacak; "küreselleşme"nin birinci vasfını "Allah'a dönüş" teşkil edecektir.  Fakat bu, saf bir iman olacaktır; hurafeden,  özünü yitirecek şekilde gelenekleşmiş dar ve softa kalıplardan arınmış bir iman. İslâm, yeni yüzyılın çağrısı olabilir. Bunun tek bir şartı vardır; Düşünce. İslâm tefekküründeki mevcut boşluk doldurulabilir ve geçmişte zaten en mükemmel şekliyle uygu­lanmış olan metod ihya edilebilirse, yani in­sanlığa asıl aradığı gerçek ameli bir hakikat olarak gösterilebilirse yirmibirinci asır o bek­lenen terkibi yakalayabilecektir. Her düşünce bir çağrıdır. İmana ulaşmak için susamış olan insan, bütün tecessüslerinin cevabını düşün­cenin yüksek fırınlarında yana yana olgunlaş­mış hasbi tefekkürde bulacaktır. Bu gerçek, sadece bugüne değil, bütün zamanlara aittir; geçmişte de böyle olmuştur. İslâm düşüncesi bütün soyu kalıpları da dahil, hep bir hayat pratiğine, bir amel ahlakına yönelmiş felsefe adı altında kıylükal ile meşgul olmamıştır. Gönül medeniyetini bu tefekkür kurmuş, da­ha mükemmelini aramaya da lüzum görme­miştir. Bu düşüncenin yarıatığı hayat ahlakı bin yıl yetmiştir müslüman toplumlara. Fakat .artık yetmemekte, insanlığın ulaştığı seviye bakımından yeni yorumları gerekmektedir. Donmuş, statik hale gelmiş; yeni yorum ve katkılarla zenginleşmemiş bir düşünce, insan­larda yalnız ve sadece bir özlem, bir ihya has­reti yaratabilir. Onun içindir ki, çağın cemiye­tinde her bunalışında "asr-ı saadete dönelim" diyen müslüman, çaresizliğini bir kaçış ko­laycılığı ile gizleyip sorumluluktan kurtulmak istemektedir. 

Asr-ı saadet, şüphesizdir ki hasretle ara­nacak bir hayat nizamı idi. Ama, iki kere yaşanmış hayat olmadığı gibi, tekrarlanan za­man ve cemiyet de olamaz. İnsanı, eşyası ve muhitinden tecrit edilmiş bir hayat şablonu yoktur. Otomobile binen bir müslüman, "Buna binmem; Sahabenin bindiği deveye bi­nelim" diyemiyorsa ki örnek bile olmayacak cahil idrakler hariç, diyen yoktur. Elindeki tırnak kadar bir "çip"e bir ansiklopedi sığdıran teknoloji ve onu gerçekleştiren bilimle bağ­daşmak, dahası o ilmi alıp daha ileri götür­mek, imanın kurgusunu da bunlara göre yo­rumlamak, şekillendirmek zorundadır. 

İslâm dünyası, kendi bilgisizliğinin, düşünce fakirliğinin, üretimle ilgisi bulunma­yan hazır yiyiciliğinin sonucu olarak, çaresiz kaldığı her durumda ah ve vah'larla şu veya bu devre dönmeyi bir kurtuluş yolu olarak görmeye devam ettiği müddetçe insanlığa beklediği mesajı veremez. Nitekim, bugün dı­şımızdaki dünyaya şekil ve sloganlardan baş­ka bir şey ulaştırabiliyor değiliz. Ve ilave ede­lim ki, ulaşan bu görüntü ve onun yarattığı imaj, hiç de müslümanlarm hak ettiği gibi de­ğildir. Halbuki, çağın bütün ileşitim kanalları aynı eşit ölçülerle bizim de elimizdedir. An­cak, bilgi kaynaklarını besleyip doyuracak bir seviyemiz olmadığı gibi, mevcut tarihi biriki­mimizi bu kaynaklara geçirebilecek bir cehdi-miz de yok. Ondan sonra da, bizim dünyamı­zın dışından bize doğru bütün iletişim kanal­larından akıp gelen bilgi, birikim ve görün­tüler biz istesek de, istemesek de evimizin içi­ne kadar ulaşınca, şaşırıyor, kızıyor, çaresizle-'şiyor ve şekli unsurlarımıza sığınarak, yani deve kuşu gibi başımızı kuma gömerek yaşa­maya çalışıyoruz. 

İslâm dünyası ve bu arada Türkiye'de düşünce kıpırdanışları yok değildir. Tefekkür hayatı canlanmaya, yeni ve çarpıcı yorumlar tartışılmaya başlanmıştır. Hem tarihi bir miras ve sorumluluk, hem de coğrafi zaruret bakı­mından Türkiyenin, daha geniş bir ifade ile Türklerin islâmi dirilişe kilitlenmiş bir kaderi vardır. Lakin, Türkiye'nin kendi potansiyelini, Toynbee'nin "Zelot tavrı" adını verdiği deve kuşu mantığı ile heba etme tehlikesi de kapıda durmaktadır. 

Türkiye'nin mevcut potansiyelinin asıl kütlesini, büyük bir medeniyet mirasına sahip bulunan Türk milletinin Anadoludaki evlatları teşkil etmektedir. Türk'ün ve İslâm'ın asıl hamleci gücünü asırlarca temsil etmiş bulunan bu coğrafyanın insanı, islâmi değerleri don­muş , statikleşmiş, büyük ölçüde özünü kay­bederek birtakım şekli kalıplara hapsedilmiş bir konumda iken, nispeten la-dini tercihlerin dayatıldığı bir devir geçirmiştir. Bu devre, bir "arınma devri" olarak kabul edilmelidir. Ha­yırlı bir dönemdir, donmuş zihniyet kalıplan önündeki engellerin kalkmasına, onyedinci asırdan itibaren şiddetle hissettiğimiz inhitatın kaynağının kurutulmasına vesile teşkil etmiştir. Şimdi yeniden imanını tazelemekte olan Türkiye, artık yimıinci asır başlarındaki Tür­kiye'nin zihniyet kalıplarına mahkum değildir. Bu uyanışın geniş halk kütlelerindeki şekilci tezahürleri ise, halkın bildiğinin bundan ibaret olmasındandır. Çünkü, iletişim kanallarının birden bire ve ardına kadar açılması, buna mukabil, baştan beri işaret etmeye çalıştığımız tefekkür noksanlığı, halkın yeni yorumlarla beslenememesi, tabii bir mukavemet tavrı ola­rak, bildiği kalıplara bürünme neticesini do­ğurmuştur. Bu dini, içtimai ve siyasi bir tavır olarak kendini belli etmiştir. Ancak, Türkiye'nin önü açıktır. Mevcut potansiyelimiz dü­şünce zeminini zorlamaktadır. Tefekkür, zih­niyet kalıplarındaki yeni bir kilitlenme tehlike­sini aşacaktır. 

Türkiye'nin ikinci potansiyel varlığı, ka­derin, bütün tarihin en büyük imkanı olarak önümüze bıraktığı Türk Dünyası'dır. Hiç bek­lemediğimiz, ümid etmediğimiz, hazırlıklı bu­lunmadığımız bir zamanda birdenbire karşı­mıza çıkan bu gerçek, ruhlarımıza yeni bir hamle gücü aşılamıştır. Yetmiş yıllık ateist sis­temden sonra, imani kökleriyle sadece lafzî bir bağı kalmış olan bu dünya, kendini, yani dinini ve Türklüğünü yeniden keşfetmektedir. Oralarda, Sovyet sisteminin yarattığı insan ti­pinin, yani bu sistemin zihniyet kalıplarının kökten değiştirilmesi mümkün değildir, ancak tashihi sözkonusudur. Asıl potansiyel, yeni in­san tipinin inşası ile ortaya çıkacaktır. Türk Dünyası'ndaki mevcut beklentilerin, devlet olarak Türkiye'nin bugünkü gücünü çok aştığı geçen dört sene içerisinde görülmüştür. Lakin, Türkiye'nin kudreti devletin maddi zengin­liğinden ibaret değildir. Milletimizin imkanları, gönül zenginliği, imani şuuru büyüktür. Milli bir vecd ile oralara koşup iş imkanları arayan insanlarımız asıl sağlam bağları kuracaklardır. Vakıf ve şirketlerimizin oralarda kurdukları kaliteli okullar, şimdiden iki yüze yaklaşmıştır. Bir mukayese imkanı vermesi bakımından kaydedelim: Ankara'da ancak yirmi yılda biti-rebildiğimiz Kocatepe Camiinin üç benzerini üç yıl içerisinde o ata topraklarında bitirmiş olacağız. Devletimiz, o beş bin toplam nüfuslu küçük kardeş ve akraba topluluklar da dahil olmak üzere, bu dünyanın on beş bin gencini Türkiye'de yetiştiriyor. Maddi ve ma­nevi imkanlarımızı, mübalağasız bir ifade ile Adriyatik'ten Çin Secldi'ne kadar ulaştırıyoruz. Fakat yeterli değil. Yapmamız gerekenin çok az bir kısmını yapabiliyoruz. Yapmamız gere­kenlerden yapmadıklarımızın büyük bölümü, zannedildiği gibi maddi eksiklikler değildir. Hademe-yi hayrat eksiğimiz var. Oralarda boş, bakir, lafzen müslüman, kulak dolgunluğu ile Türk olduğunu bilen insanlarımız var. Bir tec­didi iman, bir kimlik bekliyor bu insanlar. O topraklar bizden bir borcu ödememezi bekli­yor. Gönderdiği alp-erenlerle Adanolu'yu bir asır içerisinde Türkleştiren, İslâmlaştıran Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi'ye borcumuz var, Çağdaş alp-erenlerimiz, bu sefer Anado­lu'dan Türkistan'a doğru bir göç hamlesi baş­latmalılar. İmanın, aşkın, ahlakın, ilmin, çalış­manın, üretmenin kervanı olmalı bu göç. Ora­larda çağdaş dergahlarımız, atelyelerimiz, fab­rikalarımız, çift-çubuğumuz ve tabii mezar­larımız olmalı. 

Bunlar inşallah olacak. Olacak ve Türk Dünyası yekpare bir iman ve kültür bütün­lüğü içerisinde yirmibirinci asır insanlığına o büyük çağrıyı yapacak, yeni bir medeniyet hamlesini gerçekleştirecektir. 

Küçük sularda boğulmayı, detaylarda kaybolmayı, kendimize acımayı, sürekli tazal­lüm etmeyi bırakıp yepyeni bir iman ve ümitle bu büyük ufuktan bakmayı öğrenmek zorun­dayız. 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005