Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

21'inci Yüzyıl Eşiğinde Dünya'nın Hali ve Türkiye 

Dr. Metin Eriş, İktisatçı, Siyaset Bilimcisi 

Dünyanın Durumu Dünden İyi mi? 

20'inci yüzyıl iki büyük Dünya savaşına sahne olmuştu. İkincisinin bitişi uzun yıllar Dünya'da Soğuk Savaş denilen bir siyasî süre­cin de başlangıcıydı. Yalta Konferansı (1945) bundan tam 50 yıl önce bir kamplaşmayı, bir siyasî, askerî paylaşmayı noktalıyordu. O gün­lerin Sovyetler Birliği, diğer müttefiklerin, özellikle A.B.D.'nin sağladığı destek ve kredi imkânlarıyla ulaştığı savaş başanlarına Yalta ile yeni etkinlik alanı eklemişti. Soğuk Savaş ve arka bahçe anlayışı bu konferansın bir so­nucuydu. Sonraki yıllar Soğuk Savaş çekişme­si, korku yaratan topyekün bir nükleer çatış­ma ve iki süper gücün başını çektiği bloklar arası sürtüşme ile sürüp gitti. Bu siyasî çekiş­menin temelinde ideoloji ve ekonomik sistem mücadelesi yatıyordu. Batının ferdiyetçi ve ka­pitalizme dayalı anlayışı karşısında ağırlığı dış propagandaya dayanan Rusya'nın devletçi ve sosyalist görüşü 70 yıllık bir maceradan sonra 1990'1ı yıllarda sarsıntı geçirdi. Dağılma Doğu bloku ve Sovyetler Birliği üzerindeydi. Kısa sürede Dünya'da büyük değişiklikler oldu. Büyük ümidler ortaya çıktı. Bir blok çöküyor-du. Dağılma trendi yeni ümit kapılarını arala­mağa başlamıştı. Heyecan, ümit ve yanlış de­ğerlendirmeler yanılgıları doğurdu. Nitekim Sovyetler Birliği'nin çöküşü ile Gorbaçov ve daha sonra Yeltsin'e bağlanan demokratikleşme ve barış umudu Batı dünyasında yaygın­laşmağa başladı. Rusya demokratikleşecek ve Batılılaşacaktı! Bunun içinde Batının kendi çı­kar zincirinin rüyası da vardı. 

Oysa son yılların iyimserliği giderek ye­rini kısa sürede acabalara, Dünya'nın halinin dünden daha iyi olup olmadığı sorularına bı­rakmağa başladı. Bugün Dünya'nın çeşitli yer­lerinde bölgesel, etnik, dinî, ırkçı, aşırı milli­yetçi akımların veya Batının çıkarlarının yol açtığı, yahut da yeniden eski hayallerinin peşi­ne takılmış Rusya'nın tahrikçisi olduğu sürtüş­meler, çatışmalar gündemden eksik görünmü­yor. Bunun yanında Dünyanın belli yerlerin­deki nüfus patlaması, göçler, ekonomik kav­galar ve sosyal çalkantılar adetâ dünü aratır boyutlara doğru gelişme gösteriyor. Dün bir­birini kontrol eden iki süper dengesinin ayak oyunları ve arka bahçelerindeki figüranların gösterileri ve birbirini denemeleri bugün belli bir başı bozukluk içine sürüklenmiş görünü­yor ve dünü aratıyor.

Birleşmiş Milletler ve Uluslar arası Kuruluşlar İkinci Dünya savaşı sonrası şartlarına göre, galiplerin yönlendirmeleri ve sadece 43 devletle kurulmuş Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve ona bağlı kuruluşları, bugün özellikle Gü­venlik Konseyi ile tam bir çöküntü halinde. Bugün 180 civarındaki üyesi ile hâlâ elinde Veto yetkisini bulunduran beşleri aşmak mümkün değil Bundan elli yıl önceki şartlarla ve hele hele 1990'lı yıllardaki şartlara uyum­suzlukla B.M.'ler sadece kendi iflasını değil, inanırlığını da yitirmiş görünüyor. Bazan taraf­lı, bazan aciz, bazen ne yaptığını bilmez tavır içinde birilerinin, güçlülerin oyuncağı haline girebiliyor. İşte Irak, işte Bosna-Hersek ve dağlık Karabağ meseleleri. B.M.'lerin son yıl­lardaki başarısızlıkları neredeyse sayılmaya­cak kadar çoğalmış durumda. Haiti, Batı Sah­ra, Bosna Hersek, Gürcistan, Lübnan, Kam­boçya, Keşmir (Hindistan-Pakistan), Somali, Ruanda, Mozambik, Angola, Liberya ve El Sal­vador hemen ilk akla gelenler. B.M.'ler Dünya barışını sağlayamıyor. Yerine Dünya Barış ve Güvenliğini sağlayacak başka kuruluşlar aran­mağa başlanmış bile. Kimileri B.M yerine NATO'nun bu görevi üstlenmesini istiyor. Oysa NATO B.M.'ler Güvenlik Konseyi'nin emirleri ile hareket ediyor ve Bosna-Hersek'teki aczi sergiliyor. Aynı zamanda NATO. Batının çıkarlarını Dünya'nın çıkarlarının üstünde tutacağını saklamıyor. Nato ge-nel sekreterine göre, "İslamiyet yıkılan (!) ko­münizm kadar tehlikeli bir düşman." Özetle B.M. ler ve NATO Dünya barışını savunmada şüpheli bir gelecek!...

O halde arayışlar sürüyor. Bazı ülkeler barışı bölgesel olarak sağlamanın daha doğru bir yol olduğunu savunuyorlar. Bu biraz da o ülkelerin çıkarlarına uyuyor. Bu yüzden AGİK yeni şekliyle AGİT (Avnıpa Güvenlik ve İşbir­liği Teşkilatı)nın hiç değilse Avrupa ve çevre­sinde böyle bir görev üstlenmesi düşünülüyor ve bu yönde çalışmalar yapılıyor. Bu, yeni Rusya'nın çok da işine geliyor. Böylece Rusya      çözülmeden sonra girmeyi tasarlardığı NATO1 nun dışında kalsa da alternatif bir güçle işbirli­ği şansını yakalamış olacak. Ancak AGİT güç­lenmesi Rusya'nın işine gelmekle beraber, arka bahçesi saydığı bölgeler konusunda AGİT de dahil kendisinden başka kimsenin söz sahibi olmasını düşündüğü söylenemez. Son olaylar göstermektedir ki, Rusya sadece destek ve söz sahibi olacağı bir kuruluşu arka­sında görmek istiyor. 

Acaba B.M.'lerin bazı görevlerini BAB (Batı Avrupa Birliği) veya daha da güçlenen 2.000'li yıllara doğru bütünleşçpiş olacağı he­saplanan Avrupa Birliği mi üstlenmeli? Bugün hâlâ B.M.'lerde olduğu gibi, Avrupa'daki gü­venlik dengesinde de A.B.D.nin ağırlığı tartışı­lamaz. Taraflar, A.B.D. ve A.B. gelecekte Ame­rika'nın içinde bulunmayacağı bir Avrupa Gü­venlik kimliğinden yana görünüyorlar. Ama nasıl? Burada rivayetler muhtelif. Zira Avru­pa'dan çekilmiş bir A.B.D.'nin varlığı ile Dün-  ya genelinde yaygın ülke çıkarlarının savunul-  ması zorlaşacaktır. Ayrıca A.B.D. Avrupa'dan çekilmesi halinde kendi kontrolünde olmayan bir teknolojik yardım konusunda herhalde çok da istekli olmayacaktır. İşin bu yönleri dışında,  A.B.D.'siz bir Avrupa güvenlik sistemi, Avru­palı ülkelerin savunma giderlerini bir kat daha arttıracaktır. Buna Avrupalı ülkelerin kolayca evet diyeceklerini beklemek herhalde zordur.

Dünya, 1985'de başlayan iki bloklu ya­pının çözülmesindeki umuddan sonra bugüne geldiğinde hiç de daha iyi bir durumla karşı karşı değildir. Zira uzun yıllar süren Soğuk Sa­vaş döneminde, ıkı blok arasında bir "dehşet dengesi" oluşmuştu. Bu bir bakıma caydırıcı­lık anlamını taşıyordu. Şimdi çeşitli bölgelerde gelişen savaşlar giderek büyüme, genişleme ve bitmezlik sürecine sürükleniyor. Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Güney Asya, Orta Doğu, Afrika ve nihayet Latin Amerika için için kay­nıyor ve çözüm bulmak durumunda olan B.M.'ler teşkilatı Dünyanın pek çok yerinde aczini yaşarken, İtalya'nın Habeşistan'ı işgali sonucunda Cemiyet-i Akvam'ın kendini fes­heden haysiyetli tavrının da çok uzağında gö­rülüyor. Üye 180 ülke, Güvenlik Konseyine hâkim olmuş vetocu A.B.D., İngiltere, Fransa, Çin ve eski Sovyetlerin kalıntısı Rusya'nın sul­tasını çözecek gücü gösteremiyor. Acaba ne zamana kadar? 

Yeni Bloklaşmalar 

Bu karmaşıklık içinde önemli bazı ge­lişmeler de var. Eski AET önce Avrupa Toplu­luğuna dönüşmüş, şimdi bütünleşme yolunda. Dün bir hayal gibi altı üyesi ile ekonomik te­mel kurmağa çalışırken, önce dokuz, sonra oniki ve nihayet onbeş üyeye ulaşmış. 1997' lerde Birliğin hemen bütün hedeflerine ulaşı­lacağı ümidindeki bir süreç yaşanıyor. AET ve EFTA bütünleşmişler. Avrupa Birliğinin bu bü­yümesi dağılan Doğu Blokunun Avrupalılarını da sıraya sokmuş... Polonya, Çek Cumhuriye­ti, Slovakya, Macaristan ve Bulgaristan belli statülere ulaşmanın gerçekleştiği bir büyüme trendi içindeler. Hattâ Akdeniz'de bulunan bazı ülkelerin A.B.'de öncelikle bazı tavizlere kavuştunılmuş olmaları, 20'nci yüzyılda yaşa­nan askeri bloklaşmalar yerine, yeni yüzyılın ekonomik, biraz da siyasî ağırlıklı bloklaşma­lara gebe olduğunun işaretlerini taşıyor. 

A.B.D. Avrupa'nın dışına sürüklenir ve biraz daha da ilerisi, Birinci Dünya Savaşı ön­celeri olduğu gibi, kendi kabuğuna döner mi? Dünya'nın bugün aldığı şekillenmede herhal­de böyle bir gelişmeye "evet" demek mümkün değil. Zeten A.B.D. önce Kuzey Amerika kıta­sından Güneye uzanan bir başka bloklaşma­nın gerçekleştirilmesinde önder: NAFTA. Bu ekonomik bütünleşme bütün Amerika kıtasına şumullendirilebilir. bu gerekli mi, zira daha başka ve önemli bir gelişme A.B.D.'yi pasifik-teki bir oluşmanın içinde gösteriyor: Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği Konferansı, 1989 yı­lında Avusturalya Başbakanının başlattığı bir hayal ve düşünceden yola çıkılarak uzun bir hazırlık veya ikili temaslar sonrasında 1994 yı­lında Endonezya'nın Bogor kentinde üç kıta­nın, Asya, Avustralya ve Amerikanın dahil ol­duğu 18 ülkenin liderleri bir araya geliyor. Bu zirveden çıkan 8 sayfalık deklerasyon, 21' inci yüzyılın en büyük Ortak Pazarının temellerini atıyor. A.B.D., Kanada, Meksika, Şili, Avustral­ya, Japonya, Çin, Singapur, G.Kore, Taiwan, Malezya, Vietnam, Endonezya ve diğer Asyalı­lara uzanan bir çizgi. Bunun bir anlamı 2 mil­yar kişinin yaşadığı, Dünya Ticaretinin % 50 payına sahip ve bugün için yıllık toplam mal üretimleri 12 trilyon doları bulan bir güç. He­def iki kademeli. Önce aralarından gelişmiş olanların 2010 yılına kadar gerçekleştirecekleri yatırım ve ticaretlerinin serbestleştirilmesi. Tam bütünleşmedeki nokta 2020 yılı. APEC'in görünüşteki iki lideri A.B.D. ve Japonya. Bu­günkü iktisadî ve teknolojik güç açısından iki kıtanın devini birleştiren Asya-Pasifik uzlaşma­sı sadece bugüne bakmıyor. Arada bir büyük devin varlığı, Çin var. Hızla çoğalan, bugün 1 milyar 200 milyon nüfusu bulmuş bir tüketici çemberi.. Büyümesi sadece nüfusta değil. Çin iktisadi olarak da güçleniyor. APEC'in bir baş­ka özelliği Avrupa birliğindeki benzer Bir kül­türel kimliğin ön plânda olmayışı. Gelişme bir büyük pazar bütünleşmesi tarzında düşünülü­yor. 21'inci yüzyılın devlerini bir araya getiren bir bloklaşma olgusu. A.B.D. bir bakıma eko­nomik bağlarını kurmak suretiyle Asya'ya uzanmaktan vazgeçmediğini siyasi nüfuz sa­hasını hesapladığını belgeliyor. Bir tarafta ge­lişmiş Avrupa, öte yanda gelişmiş Pasifik-Asya! Peki, Japonya ve Çin daha önceki yıllarda şekillendirdikleri Güneydoğu Asya Devlet­leri Birliği (ASEAN)'a rağmen neden A.B.D.'yi ve başka Amerika kıtası ülkelerini de bünyeye aldıkları bir başka ortaklığı gerçekleştirme ge­reğini duymuşlar? Yeni yüzyılın iki Asyalı devi olacağı sanılan Japonya ve Çin de, herhalde A.B.D. teknolojisine olduğu kadar pazarına da ihtiyaç duyuyorlar. Yani hesap içinde hesap. AB, NAFTA, ASEAN VE APEC. Henüz ikinci Dünya Savaşı sonrasında uyanmış Afrika'nın Genç ülkeleri bu yeni şekillenmede ağırlıkları­nı hissetirecek noktaya ulaşmış gürünmüyor-lar. Sadece onlar değil. İslâm Devletleri de kendi aralarında gerçekleştirdikleri ve uzun yıllardır işbirliği sağlanılmasına çaba göster­dikleri İslâm Konferansı Teşkilatı ile aldıkları mesafe hâlâ sınırlı. 

İnsanoğlu Kendini Arıyor 

Yeni yüzyıl, eskisinden daha şiddetle­nen milliyetçilik akımları ile bölünmeler ara­sında bir çelişkiyi, yeni bloklaşmaları karşıla­mak üzere. Bu yeni olgunun altında yatanların başında büyük teknolojik gelişme bulunuyor. Yeni çağ hızla katlanarak gelişmiş bilgi ve ile­tişim çemberiyle kucaklaşmak üzere. Bu bir devrim adetâ. Bütün bunlar karşısında insa­noğlu "kimlik buhranı" içine sürükleniyor. Maddeleşen Dünya'da modern insanın en bü­yük hastalığı "kimlik buhranı". İnsanoğlu ken­dini arıyor. Böylece küreselleşirken, kendini özünü bulmağa çalışıyor. Bir başka ifade ile "mahallî bir kaçışa" veya "içe dönüşe" geçi-yor.Afrika'daki başkaldırma, Avrupa'daki mil­liyetçilik akımları ve yeni devletler, çöken Sovyet imparatorluğu sonrasında ortaya çıkan "benlik arayışları" hep bu yeni gelişmenin so­nucu. " Hotno Economicus" devam ediyor ama artık insanoğlunu tatmin de etmiyor. Din ve dini hayat yeniden insanoğlunun arayışın­da varılacak yeni bir hedef haline gelmiş. Adetâ Fransız devriminin çocuğu "lâiklik" ken­di hiçliğini yakalamış durumda. Lâiklik düşün­celeri aşarak sadece Batının başkaları için kul­lanmağa devam ettiği bir silâh hüviyetine bü­rünmek üzere. Kısaca Dünya teknolojik geliş­me, iletişim devrimi ve katılımcı demokrasinin yönlendirdiği ekonomi ile karşılıklı bağımlılı­ğa doğru seyrediyor. Kültürel yapıda din ve milliyetçilik, demokrasi ile bütünleşerek güç­lenme arayışları içinde. Kısaca çelişki ve bü­tünleşme bir arada yaşanıyor. Milliyetçilik sap­malara ve uçlara doğru kayma yapan küçük azınlık anlayışından çıkarak bir yarışma duy­gusunun motifi olmanın güzergâhı noktasın­dadır. Böylece milliyetçilik bir zümre çıkarı id diasından uzaklaşarak, ortak miras ve millî ka­der duygusunu karakterize etmeye doğru ye­niden gelişiyor. İşte bütün bu gelişmeler yeni devletleri gün yüzüne çıkaran yeni kültürlerle birlikte yeni bloklaşmaların da sebebi görülü­yor. 

Türkiye Nerede 

Peki bütün bu gelişmeler içerisinde Türkiye nerede ve ne yapıyor? Türkiye Cum-huriyeti'nin Osmanlı'dan devraldığı dış politi­kadaki çok yönlülüğe dönük mirası, aksine se­bepler ileri sürülse de, çok başarılı kullandığı söylenemez. Bunun sebepleri arasında şüphe­siz birbiri peşine geçirilmiş olan savaşların bı­raktığı "iktisadî güçsüzlük tanzimatın miras bıraktığı "fikri yoksulluk" ve nihayet Türk Ay­dının içine sürüklendiği "benlik fıkdanı"önem­li rol oynamıştır. Zaman ve demokratik ortam­da, ne yazık Türkiye insan unsurundaki kem-miyet ve keyfiyet dengesini, keyfiyet lehine çevirememiştir. Bu yüzdendir ki, maddî geliş­me ve iktisadî kalkınmada, her şeye ve bütün hendikaplara rağmen ulaşılan boyut, bağım­sızlaşan bir dış politika ağırlığına yön vereme­miştir. Oysa Türkiye, dün kamplaşmış dünya düzeninde olduğu kadar, bugün de jeopoliti­ğinin ve dünden devraldığı kültürel yapı ve devlet geleneği ile hâlâ önemli bir devlet olma şansına sahiptir. Asırlara uzanan devlet gele­neği vasıflarına, bölgedeki jeopolitiği, Dünya hâkimiyetine giden yolda taşıdığı stratejik ehemmiyet ilâve edilecek güç noktalarıdır. Ve dolayısıyla da kolay vazgeçilecek bir ülke ko­numunda değildir. Tabii bunu idrâk edecek si­yasilerin bilgi ve şuur seviyelerinin var olması şartıyla... Öyle midir? İşte bu tartışılacak bir konudur. Zaman zaman ortaya çıkan istisnalara rağmen çoğunluk İkinci Dünya Savaşı son­rasında adetâ kaçınılmaz bir kader haline geti­rilmiş "dış politikada Batı bağımlılığı" Türki­ye'nin stratejiler üretmesine engel olmaya de­vam etmektedir. Dün tek parti saplantısının getirdiği otokratik baskıcı rejim, ülkeyi yöne­tenleri demokrasiye rağmen öcüler üretmeğe devam etmekten tam anlamıyla uzaklaştırma-mıştır. Din hala bir öcüdür. Milliyetçilik  anla­şılmak istenmemiştir. Demokratikleşme sade­ce bir haklar sistemi olarak talep müessesesi­dir. Demokrasinin bir hak ve sorumluluklar rejimi olduğu idrâklerden uzak tutulmaktadır. Demokrasi siyasî bir kirlenmenin sebep ve so­nucu haline gelmiştir. Ve hep kaybeden "de­ğerlerine sahip millet çoğunkığu"dur. Bütün bunlar içinde Türkiye Cumhuriyeti yeni yüz­yılda yerini nasıl alacaktır? 

Türkiye'nin geç kalmış olmakla beraber artık uydu politikalarından çıkıp stratejiler üretmesi gereklidir. Bunu ne yazık bir yabancı uzman da söylemektedir. "Türkiye daha önce düşünemediği ölçüde Balkanları, Oıtadoğuyu ve Kafkasları düşünmek zorundadır. Bu toplu­lukları anlamak, siyasetlerini öğrenmek, ilişki­lerini uluslararası ilişkilerin gerektirdiği şekil­de oturtmak zoamdadır. Soğuk Savaş sonra­sında uluslararası ilişkilerde ekonomik müna­sebetler, ilk defa ondokuzuncu yüzyıldaki gibi ağırlık kazandı. Bizim (A.B.D. nin) birinci derecede ilişkide olacağımız alan, genişletil­miş Ortadoğudur. Biz (A.B.D), Azerbaycan'la, Kazakistan'dan gelecek petrol hattının, Türk­menistan'dan gelecek doğal gaz boaı hattının nereden geçeceğinin çözümüne dayalı olarak, Basra Körfezi politikalarına bağlı olacağız. Ne demek Basra Körfezi politakalarına dahil ol­mak? Petrol konularıyla ilgilenmek, enerji kay­naklarının nasıl değerlendirileceğiyle ilgilen­mek, bunun da ötesinde Ortadoğu'nun bölge olarak hangi ekonomik gelişme bölgesine ek­leneceği sorunuyla ilgilenmek. Yarın öbürgün Suriye'yle güvenlik sorunlarımız olması ihti­mali var ise, İsrail'liler ve Amerikalılar haklıysa ve İran nükleer silah üretecekse, bunu hesaba katmak zorundasınız. Ya buna karşı çıkacaksı­nız, ya da onu dengeleyecek başka müttefik­ler bulmalısınız. Ve bunu şimdi tartışmalısınız, yumurta kapıya dayanınca değil. Bölge ülkele­riyle ilişkilerinizi ne tür bir stratejiye oturtaca­ğınızı saptamanız lazım". 

Özetle, John Hopkins Üniversitesi Ulus­lararası Araştırmalar Okulu Öğretim üyesi Soli Özel, biraz ağırda olsa Türkiye'nin Stratejik Araştırmalar" diye bir çalışmadan yoksun ol­duğunu söylüyor İşte bu sebepledir ki. Türki­ye yıllarca kurmadığı "Araştırma Masaları" yü­zünden İslam Devletleri işbirliğinde, Orta do­ğudaki gelişmelerde ve nihayet özellikle de Sovyetler Birliği'nin dağılması sonucunda Türk Dünyası ile ilişkilerinde boşlukta kalmış ve dış politikada birbiri peşi sıra büyük hatalar yapmıştır. Tıpkı dün oduğu gibi! Avrupa Birli­ğine giden yoldaki ilk tercihini., Yunanistan dolayısıyla, doğru yapan Türkiye, sonraları Yunanistan'ın Avrupa Topluluğuna attığı adımda yalnız bırakarak büyük bir hata yap­mış ve daha önemlisi hatayı, Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünü, kayıtsız şartsız kolaylaştı­rarak gaflete dönüştürmüştür. İşte bugün aynı Yunanistan, vefasını ve tıynetini sergilemekte­dir. Yani etrafı kaynayan Türkiye "strateji üret­mekten yoksun" bir ülkedir. 

Türkiye İçin Yeni Stratejiler Gereklidir 

Jeopolitiği ve devlet olma özelliği tari­hin derinliklerinden gelen Türkiye'nin yeni yüzyılda hangi konumda yer alacağının bu­günden tesbiti gerekir. 20'nci yüzyılın son 15 yılına sıkışmış görünen hızlı değişmelere, yeni stratejiler üretmeden, "yurtta sulh cihanda sulh" anlayışını bir tekerleme tarzına sokmakla ayak uydurulamıyacağı bir gerçektir. Şu halde Türkiye Cumhuriyeti önce vesayet arayan dış politikalardan soyutlanmalıdır. Böylece jeopo­litiğin getirdiği fayda çemberini dikkatli kul­lanmak, sonra da Osmanlı'dan tevarüs etmesi gereken Dünya Politikalarına sahip olmak ge­rekliliğini sürdürmek durumundadır. Bu me-yanda Türkiye Yeni Dünya Düzeninin ortaya çıkardığı yeni yönlenmeleri doğru değerlen­dirmelidir. Öyle ki yeni duramlarda A.B.D., Avrupa Birliği, Orta Doğu, İslam Dünyası, eski Sovyetler Birliği bugünün Rusyası'nın politika­ları ile Türk Dünyası ve nihayet Avrupa Birliği- ve (APEC) çok yönlülük ve esneklikler sergi­lenmesini gerektirmektedir. 

A.B.D. ile İlişkiler 

Yeni yüzyılda A.B.D.'nin daha belli bir süre süper güç olmasından uzaklaşacağı, Dünya siyaseti, ekonomisi ve kültürü üzerin­deki önemli rolünden kopacağı beklenemez. Ayrıca A.B.D.'nin Orta Doğu'daki ekonomik çıkarları ve İsrail dolayısıyla da kültürel ilgisin­den uzaklaşması beklenemeyeceğine göre, Türkiye'nin A.B.D. için önemli bir ortak olma vasfını sürdüreceği açıktır. İşte Türkiye bu ko­numda ve Orta Doğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Türk Cumhuriyetleri üzerindeki manevî mües-siriyeti ve kültürel bağı dikkate alındığında A.B.D. ile uydu değil ortak olma gücüne sahip olmalıdır. 

Orta Doğu ve İslam Ülkeleri 

Henüz Orta Doğu'nun ve İslam ülkele­rinin büyük bir bölümünün gerçek anlamda siyasî, iktisadî ve ne acıdır kültürel bağımsız­lıklarına kavuştukları söylenemez. İşte bu noktada Türkiye'ye önemli görevler düşmek­tedir. Öncelikle dünden gelen ve sömürgeci olmayan Selçuklu-Osmanlı çizgisinin, kasitle Batı kaynaklı yanlış tanıtılışının açıklığa ka­vuşturulması gerekecektir. Sonra da yeni yüz­yılda çıkar güçleri tarafından istismar edilen ekonomik potansiyellerinin uydu olmaktan kurtarılarak Ortak bir bölüşüm içinde Batının hegemonyasından kurtarılmasına öncülük et­mek ferasetini göstermek gerekecektir. Yeni yatırımlar, ticarî işbirliği ve ortaklık stratejisi tıpkı A.B., APEC gibi oluşumlarla Orta Doğu-Afrika dengesini getirebilir. 

Avrupa Birliği 

Avrupa, Birinci Dünya savaşı ile kaybetmeğe başladığı 18'nci yüzyıldan 20'nci yüzyıla uzanan hâkimiyetini İkinci Dünya savaşı

ile iki süper güce A.B.D. ve Rusya'ya teslim etmenin sancısını uzun yıllar duymağa devam etmiştir. İşte önce bir iktisadî işbirliği anlayışı­na bağlanan siyasî oluşma hayalinin temeli bu yüzden atılmıştır. Siyasî olarak uzlaşmaz görü­nen Fransa ve Almanya, konuda önderlik ederken 1990'h yıllardaki 15 üyeli ekonomik, sosyo-kültürel ve siyasî bir entegrasyonun te­melini attıklarını, belki de sadece hayal edi­yorlardı. Bu halkalanmada Türkiye ve Yuna­nistan da vardı. O günlerde bu bütünleşme Avrupalının da işine geliyordu. Ama zaman "iktisadî gelişmeler" Türkiye'nin de hataları ile birleşince bu istekleri başka yönlerdeki geliş­melere kaydırdı. Şimdi öyle görülüyor ki Tür­kiye Gümrük Birliğinde noktalanacak bir çö­züme razı edilecek! Kimilerine göre sadece "pazar" olarak tutulacak olan Türkiye'nin or­taklık statüsü belki de hep bir başka bahara bırakılacak! 

G.B.'nin bugünden farkı sadece iktisadî işbirliğinin genişlemesi ise, çok zararlı olmaya­bilir. Ama G.B. gıyabda verilen kararlara "ka-yıtsız şartsız uyma" zorunluluğunu getirecekse sonucun bağımsızlığımız için çok tehlikeli ola­cağı açıktır. Hele dışardan dikte edilecek "de­mokratikleşme", "dış politikada uyum" gibi bağlantılarla!.. O halde Türkiye ortaklık zama­nı belirsiz bir birlik anlaşmasıyla nerelere sü­rüklenir, bunu soruşturmak durumundadır. Ayrıca Türkiye tek taraflı kararların bağlayıcılı­ğı hususundaki şerhlerini belirleyici bir açıklık içinde olmalıdır. Böylece alternatif üretme şansını kaybetmemiş ve Batılı çıkarlara, kendi çıkarlarıyla karşılık verme şansını korumuş olur. 

Dost, Düşman ve Ortak Olarak Rusya 

Çarlık döneminden başlayarak, Sovyet­ler Birliği ile devam eden ve bugünkü Rusya ile yeni bir döneme giren Türk- Rus ilişkilerin­de, savaşlar, dengeler, komşuluklar ve iç içe-likler vardır. Sovyetler dönemi ürküntü veren  bir kapalılık taşımıştır. 1990'lı yılların başında şekillenen yeni Rusya'nın durumu ise Türki- ye'yi hazırlıksız ve stratejisiz yakalamıştır. Ta­bii bütün Batı dünyasını olduğu gibi biraz da erken.  İlk günlerin  iyimserliği içinde Rusya içinde tam bir demokratikleşme ve bağımsız-laşacak devletler hayal edilmişti. Bu yüzden hedefler Batı tarafından uygulanan ekonomik yardımlara endekslenmişti. Türkiye de hemen aynı iyimserlik içinde "Adriatikten Çin'e Türk Dünyasından" söz etmeğe başlamıştı. Oysa, gerçek durum hiç de böyle değildi. Çünkü, Rusya Federasyonu'nun bizatihi kendisi, Sov­yetler Birliği'nin kopyası olan bir idar ve siyasî yapıyı bünyesinde yaşatıyordu. Bu, komünist ideolojinin sağladığı harç ve Sovyet rejiminin baskısıyla 70 yıldır bir arada yaşatılan yüzden fazla halkın oluşturduğu 89 Cumhuriyet, özerk bölge ve şehirden kurulu sunî bir yapıy­dı. Rus halkının azınlıkta olduğu etnik cumhu­riyetlerle özerk bölgelerden bir çoğu, Mosko­va'nın baskısından arınmış bir siyasî ortamda kendi kendilerini yönetmek ve zengin kay­naklarını, Rusya'ya sömürtmeden, kendi hal­kalarının yararına kullanmak istiyorlardı. 

Bu umutlar gerçekleşmedi. 1993'te Yeltsin'in yürürlüğe koyduğu, eski SSCB Ana­yasasında daha otokratik nitelikteki yeni Ana­yasa Güvenlik Konseyi adıyla kurduğu bir nevi yeni Politbüro ile, baskıyla ayakta durabi­len bu mozaik topluluğun yine aynı yöntem­lerle devamını amaçlıyordu. Yeni Rusya'nın hedeflerinde eski Sovyetlerden devralman ül­kelerin özellikle Avrupa dışında kalanların BDT adı altında ekonomik, siyasî ve müm­künse kültürel olarak bağlı tutulması hedefle­niyordu. Karadeniz Bölgesinde, Kafkaslarda, Orta Asya'da hep bu hedefler yönünde hare­ket edilmeğe başlanıldı. Batı Dünyası, özellik­le A.B.D. konusunda halen dışişleri bakan yardımcılığına getirilmiş olan Strobe Tal-bott'un Başkan Clinton üzerinde müessiriyeti ile, "bir ümidi sürdürme devamlılığı ile karar­sızlık arasına" gidip geliyor. Ama Moskova, eski SSCB topraklarını kendi nüfuz alanı sayı­yor. Bunu da açıkça, siyasî ve askeri davranış­larıyla sergiliyor. Rusya bununla da yetinmek niyetinde görünmüyor. AGİT'in bir savunma ve müdahale aracı olarak kuvvetlendirilmesin-den ve kendisinin de güçlü bir rol oynamasın­dan yana hareket ediyor. Sırplara açık ve gizli verdiği destekle Panslavizmin yeni işaretlerini belirlemekten kaçınmıyor. Orta Doğu'da "ba­rış gücü" adı altında Rus askerlerinin de bulunmasını, NATO'nun kendisi aleyhine geniş­leme ve uygulamalarını önlemeyi sürdürüyor. Özellikle Kafkasya'da ve Orta Asya'da davra­nışlarını gizleme lüzumunu dahi hissetmiyor ve müdahalecilikten kaçınmıyor. Balkanlar'da ulaştığı başarı ise, eski Yugoslavya açısından, belki de SSCB dönemini kıskandıracak boyut­larda. İşte böyle bir ortamda Türkiye, kültür ve ırkî bağ içinde olduğu Türk Cumhuriyetleri ile siyasî, iktisadî ve kültürel ilişkilerini, Rus­ya'ya rağmen ve Rusya ile beraber geliştir­mek mecburiyetinde. Ekonomik olarak Orta Asya ve Kafkas petrol ve doğal gazının önemi sadece Türkiye için değil, bütün Batı, özellikle de A.B.D. için önemli. Burada Rusya ile Türki­ye'nin çok yönlü çıkarlarında müştereklik var. Ama Rusya'nın işine büyük ve güçlü bir Türki­ye'nin gelmeyeceği muhakkak. Tıpkı Türki­ye'nin işine çok güçlü bir Rusya'nın yeniden ortaya çıkardığı Dünya haritasının gelmeyece­ği gibi, O halde taraflar için en uygun orta nokta da dostluk. En doğrucası, iktisadî, siyasî ve hattâ kültürel bir dostluk. Böylesi bir dostluk belki de Bat, ve Doğu dünyası arasında yeni bir denge unsuru olabilir. İşte Türk ve Rus yetkililerin bunu görmeleri gerekir. A.B., NATO APEC arasına sıkışmış bir Türkiye ile Rusya'nın Karadeniz, Akdeniz, Orta Doğu ve Afrikaya açılmış önemli bir güce sahip olmala­rı mümkün. Bu yüzden Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİB) bir hareket noktası olabilirdi. Hâlâ olabilir. Mutlaka üzerinde durulmalı ve uzlaşma ve büyüme noktalarına Rusya'da da­hil edilmelidir. Tabii Rusya'nın içindeki ülke­lerin kendi siyasi bağımsızlıklarının Rusya'ya ve Dünya'ya sortin yaratmayacağı dengesi içinde... 

Kolay değil tabii ama büyük politikalar ve stratejiler büyük devletlerin işidir. Dış Poli­tika sadece bugünün meselesi değildir. Dış politika yarını çeşitli senaryolar içinde görebil­mek ve değişikliklere göre yeni stratejiler üret­mek san'atıdır. 21'nci yüzyıl herhalde stratejik araştırmalarını, bilgi, iletişim ve teknoloji ile bütünleştiren ülkelerin yüzyılı olacaktır... 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005