|
21'inci Yüzyıl Eşiğinde Dünya'nın Hali ve
Türkiye
Dr. Metin Eriş, İktisatçı, Siyaset Bilimcisi
Dünyanın Durumu Dünden İyi mi?
20'inci yüzyıl iki büyük Dünya savaşına sahne
olmuştu. İkincisinin bitişi uzun yıllar Dünya'da
Soğuk Savaş denilen bir siyasî sürecin de
başlangıcıydı. Yalta Konferansı (1945) bundan tam 50
yıl önce bir kamplaşmayı, bir siyasî, askerî
paylaşmayı noktalıyordu. O günlerin Sovyetler
Birliği, diğer müttefiklerin, özellikle A.B.D.'nin
sağladığı destek ve kredi imkânlarıyla ulaştığı
savaş başanlarına Yalta ile yeni etkinlik alanı
eklemişti. Soğuk Savaş ve arka bahçe anlayışı bu
konferansın bir sonucuydu. Sonraki yıllar Soğuk
Savaş çekişmesi, korku yaratan topyekün bir nükleer
çatışma ve iki süper gücün başını çektiği bloklar
arası sürtüşme ile sürüp gitti. Bu siyasî
çekişmenin temelinde ideoloji ve ekonomik sistem
mücadelesi yatıyordu. Batının ferdiyetçi ve
kapitalizme dayalı anlayışı karşısında ağırlığı dış
propagandaya dayanan Rusya'nın devletçi ve sosyalist
görüşü 70 yıllık bir maceradan sonra 1990'1ı
yıllarda sarsıntı geçirdi. Dağılma Doğu bloku ve
Sovyetler Birliği üzerindeydi. Kısa sürede Dünya'da
büyük değişiklikler oldu. Büyük ümidler ortaya
çıktı. Bir blok çöküyor-du. Dağılma trendi yeni ümit
kapılarını aralamağa başlamıştı. Heyecan, ümit ve
yanlış değerlendirmeler yanılgıları doğurdu.
Nitekim Sovyetler Birliği'nin çöküşü ile Gorbaçov ve
daha sonra Yeltsin'e bağlanan demokratikleşme
ve barış umudu Batı dünyasında yaygınlaşmağa
başladı. Rusya demokratikleşecek ve Batılılaşacaktı!
Bunun içinde Batının kendi çıkar zincirinin rüyası
da vardı.
Oysa son yılların iyimserliği giderek yerini kısa
sürede acabalara, Dünya'nın halinin dünden daha iyi
olup olmadığı sorularına bırakmağa başladı. Bugün
Dünya'nın çeşitli yerlerinde bölgesel, etnik, dinî,
ırkçı, aşırı milliyetçi akımların veya Batının
çıkarlarının yol açtığı, yahut da yeniden eski
hayallerinin peşine takılmış Rusya'nın tahrikçisi
olduğu sürtüşmeler, çatışmalar gündemden eksik
görünmüyor. Bunun yanında Dünyanın belli
yerlerindeki nüfus patlaması, göçler, ekonomik
kavgalar ve sosyal çalkantılar adetâ dünü aratır
boyutlara doğru gelişme gösteriyor. Dün birbirini
kontrol eden iki süper dengesinin ayak oyunları ve
arka bahçelerindeki figüranların gösterileri ve
birbirini denemeleri bugün belli bir başı bozukluk
içine sürüklenmiş görünüyor ve dünü aratıyor.
Birleşmiş Milletler ve Uluslar arası Kuruluşlar
İkinci Dünya savaşı sonrası şartlarına göre,
galiplerin yönlendirmeleri ve sadece 43 devletle
kurulmuş Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve ona bağlı
kuruluşları, bugün özellikle Güvenlik Konseyi ile
tam bir çöküntü halinde. Bugün 180 civarındaki üyesi
ile hâlâ elinde Veto yetkisini bulunduran beşleri
aşmak mümkün değil Bundan elli yıl önceki şartlarla
ve hele hele 1990'lı yıllardaki şartlara
uyumsuzlukla B.M.'ler sadece kendi iflasını değil,
inanırlığını da yitirmiş görünüyor. Bazan taraflı,
bazan aciz, bazen ne yaptığını bilmez tavır içinde
birilerinin, güçlülerin oyuncağı haline girebiliyor.
İşte Irak, işte Bosna-Hersek ve dağlık Karabağ
meseleleri. B.M.'lerin son yıllardaki
başarısızlıkları neredeyse sayılmayacak kadar
çoğalmış durumda. Haiti, Batı Sahra, Bosna Hersek,
Gürcistan, Lübnan, Kamboçya, Keşmir
(Hindistan-Pakistan), Somali, Ruanda, Mozambik,
Angola, Liberya ve El Salvador hemen ilk akla
gelenler. B.M.'ler Dünya
barışını sağlayamıyor. Yerine Dünya Barış ve
Güvenliğini sağlayacak başka kuruluşlar aranmağa
başlanmış bile. Kimileri B.M yerine NATO'nun bu
görevi üstlenmesini istiyor. Oysa NATO B.M.'ler
Güvenlik Konseyi'nin emirleri ile hareket ediyor ve
Bosna-Hersek'teki aczi sergiliyor. Aynı zamanda
NATO. Batının çıkarlarını Dünya'nın çıkarlarının
üstünde tutacağını saklamıyor. Nato ge-nel
sekreterine göre, "İslamiyet yıkılan (!) komünizm
kadar tehlikeli bir düşman." Özetle B.M. ler ve NATO
Dünya barışını savunmada şüpheli bir gelecek!...
O halde arayışlar sürüyor. Bazı ülkeler barışı
bölgesel olarak sağlamanın daha doğru bir yol
olduğunu savunuyorlar. Bu biraz da o ülkelerin
çıkarlarına uyuyor. Bu yüzden AGİK yeni şekliyle
AGİT (Avnıpa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı)nın
hiç değilse Avrupa ve çevresinde böyle bir görev
üstlenmesi düşünülüyor ve bu yönde çalışmalar
yapılıyor. Bu, yeni Rusya'nın çok da işine geliyor.
Böylece Rusya çözülmeden sonra girmeyi
tasarlardığı NATO1 nun dışında kalsa da
alternatif bir güçle işbirliği şansını yakalamış
olacak. Ancak AGİT güçlenmesi Rusya'nın işine
gelmekle beraber, arka bahçesi saydığı bölgeler
konusunda AGİT de dahil kendisinden başka kimsenin
söz sahibi olmasını düşündüğü söylenemez. Son
olaylar göstermektedir ki, Rusya sadece destek ve
söz sahibi olacağı bir kuruluşu arkasında görmek
istiyor.
Acaba B.M.'lerin bazı görevlerini BAB (Batı Avrupa
Birliği) veya daha da güçlenen 2.000'li yıllara
doğru bütünleşçpiş olacağı hesaplanan Avrupa
Birliği mi üstlenmeli? Bugün hâlâ B.M.'lerde olduğu
gibi, Avrupa'daki güvenlik dengesinde de A.B.D.nin
ağırlığı tartışılamaz. Taraflar, A.B.D. ve A.B.
gelecekte Amerika'nın içinde bulunmayacağı bir
Avrupa Güvenlik kimliğinden yana görünüyorlar. Ama
nasıl? Burada rivayetler muhtelif. Zira Avrupa'dan
çekilmiş bir A.B.D.'nin varlığı ile Dün- ya
genelinde yaygın ülke çıkarlarının savunul- ması
zorlaşacaktır. Ayrıca A.B.D. Avrupa'dan çekilmesi
halinde kendi kontrolünde olmayan bir teknolojik
yardım konusunda herhalde çok da istekli
olmayacaktır. İşin bu yönleri dışında, A.B.D.'siz
bir Avrupa güvenlik sistemi, Avrupalı ülkelerin
savunma giderlerini bir kat daha arttıracaktır. Buna
Avrupalı ülkelerin kolayca evet diyeceklerini
beklemek herhalde zordur.
Dünya, 1985'de başlayan iki bloklu yapının
çözülmesindeki umuddan sonra bugüne geldiğinde hiç
de daha iyi bir durumla karşı karşı değildir. Zira
uzun yıllar süren Soğuk Savaş döneminde, ıkı blok
arasında bir "dehşet dengesi" oluşmuştu. Bu bir
bakıma caydırıcılık anlamını taşıyordu. Şimdi
çeşitli bölgelerde gelişen savaşlar giderek büyüme,
genişleme ve bitmezlik sürecine sürükleniyor.
Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Güney Asya, Orta
Doğu, Afrika ve nihayet Latin Amerika için için
kaynıyor ve çözüm bulmak durumunda olan B.M.'ler
teşkilatı Dünyanın pek çok yerinde aczini yaşarken,
İtalya'nın Habeşistan'ı işgali sonucunda Cemiyet-i
Akvam'ın kendini fesheden haysiyetli tavrının da
çok uzağında görülüyor. Üye 180 ülke, Güvenlik
Konseyine hâkim olmuş vetocu A.B.D., İngiltere,
Fransa, Çin ve eski Sovyetlerin kalıntısı Rusya'nın
sultasını çözecek gücü gösteremiyor. Acaba ne
zamana kadar?
Yeni Bloklaşmalar
Bu karmaşıklık içinde önemli bazı gelişmeler de
var. Eski AET önce Avrupa Topluluğuna dönüşmüş,
şimdi bütünleşme yolunda. Dün bir hayal gibi altı
üyesi ile ekonomik temel kurmağa çalışırken, önce
dokuz, sonra oniki ve nihayet onbeş üyeye ulaşmış.
1997' lerde Birliğin hemen bütün hedeflerine
ulaşılacağı ümidindeki bir süreç yaşanıyor. AET ve
EFTA bütünleşmişler. Avrupa Birliğinin bu büyümesi
dağılan Doğu Blokunun Avrupalılarını da sıraya
sokmuş... Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya,
Macaristan ve Bulgaristan belli statülere ulaşmanın
gerçekleştiği bir büyüme trendi içindeler. Hattâ
Akdeniz'de bulunan bazı ülkelerin A.B.'de öncelikle
bazı tavizlere kavuştunılmuş olmaları, 20'nci
yüzyılda yaşanan askeri bloklaşmalar yerine, yeni
yüzyılın ekonomik, biraz da siyasî ağırlıklı
bloklaşmalara gebe olduğunun işaretlerini taşıyor.
A.B.D. Avrupa'nın dışına sürüklenir ve
biraz daha da ilerisi, Birinci Dünya Savaşı
önceleri olduğu gibi, kendi kabuğuna döner mi?
Dünya'nın bugün aldığı şekillenmede herhalde böyle
bir gelişmeye "evet" demek mümkün değil. Zeten
A.B.D. önce Kuzey Amerika kıtasından Güneye uzanan
bir başka bloklaşmanın gerçekleştirilmesinde önder:
NAFTA. Bu ekonomik bütünleşme bütün Amerika kıtasına
şumullendirilebilir. bu gerekli mi, zira daha başka
ve önemli bir gelişme A.B.D.'yi pasifik-teki bir
oluşmanın içinde gösteriyor: Asya-Pasifik Ekonomik
İşbirliği Konferansı, 1989 yılında Avusturalya
Başbakanının başlattığı bir hayal ve düşünceden yola
çıkılarak uzun bir hazırlık veya ikili temaslar
sonrasında 1994 yılında Endonezya'nın Bogor
kentinde üç kıtanın, Asya, Avustralya ve Amerikanın
dahil olduğu 18 ülkenin liderleri bir araya
geliyor. Bu zirveden çıkan 8 sayfalık deklerasyon,
21' inci yüzyılın en büyük Ortak Pazarının
temellerini atıyor. A.B.D., Kanada, Meksika, Şili,
Avustralya, Japonya, Çin, Singapur, G.Kore, Taiwan,
Malezya, Vietnam, Endonezya ve diğer Asyalılara
uzanan bir çizgi. Bunun bir anlamı 2 milyar kişinin
yaşadığı, Dünya Ticaretinin % 50 payına sahip ve
bugün için yıllık toplam mal üretimleri 12 trilyon
doları bulan bir güç. Hedef iki kademeli. Önce
aralarından gelişmiş olanların 2010 yılına kadar
gerçekleştirecekleri yatırım ve ticaretlerinin
serbestleştirilmesi. Tam bütünleşmedeki nokta 2020
yılı. APEC'in görünüşteki iki lideri A.B.D. ve
Japonya. Bugünkü iktisadî ve teknolojik güç
açısından iki kıtanın devini birleştiren
Asya-Pasifik uzlaşması sadece bugüne bakmıyor.
Arada bir büyük devin varlığı, Çin var. Hızla
çoğalan, bugün 1 milyar 200 milyon nüfusu bulmuş bir
tüketici çemberi.. Büyümesi sadece nüfusta değil.
Çin iktisadi olarak da güçleniyor. APEC'in bir
başka özelliği Avrupa birliğindeki benzer Bir
kültürel kimliğin ön plânda olmayışı. Gelişme bir
büyük pazar bütünleşmesi tarzında düşünülüyor.
21'inci yüzyılın devlerini bir araya getiren bir
bloklaşma olgusu. A.B.D. bir bakıma ekonomik
bağlarını kurmak suretiyle Asya'ya uzanmaktan
vazgeçmediğini siyasi nüfuz sahasını hesapladığını
belgeliyor. Bir tarafta gelişmiş Avrupa, öte yanda
gelişmiş Pasifik-Asya! Peki, Japonya ve Çin daha
önceki yıllarda şekillendirdikleri Güneydoğu Asya
Devletleri Birliği (ASEAN)'a rağmen neden A.B.D.'yi
ve başka Amerika kıtası ülkelerini de bünyeye
aldıkları bir başka ortaklığı gerçekleştirme
gereğini duymuşlar? Yeni yüzyılın iki Asyalı devi
olacağı sanılan Japonya ve Çin de, herhalde A.B.D.
teknolojisine olduğu kadar pazarına da ihtiyaç
duyuyorlar. Yani hesap içinde hesap. AB, NAFTA,
ASEAN VE APEC. Henüz ikinci Dünya Savaşı sonrasında
uyanmış Afrika'nın Genç ülkeleri bu yeni
şekillenmede ağırlıklarını hissetirecek noktaya
ulaşmış gürünmüyor-lar. Sadece onlar değil. İslâm
Devletleri de kendi aralarında gerçekleştirdikleri
ve uzun yıllardır işbirliği sağlanılmasına çaba
gösterdikleri İslâm Konferansı Teşkilatı ile
aldıkları mesafe hâlâ sınırlı.
İnsanoğlu Kendini Arıyor
Yeni yüzyıl, eskisinden daha şiddetlenen
milliyetçilik akımları ile bölünmeler arasında bir
çelişkiyi, yeni bloklaşmaları karşılamak üzere. Bu
yeni olgunun altında yatanların başında büyük
teknolojik gelişme bulunuyor. Yeni çağ hızla
katlanarak gelişmiş bilgi ve iletişim çemberiyle
kucaklaşmak üzere. Bu bir devrim adetâ. Bütün bunlar
karşısında insanoğlu "kimlik buhranı" içine
sürükleniyor. Maddeleşen Dünya'da modern insanın en
büyük hastalığı "kimlik buhranı". İnsanoğlu
kendini arıyor. Böylece küreselleşirken, kendini
özünü bulmağa çalışıyor. Bir başka ifade ile
"mahallî bir kaçışa" veya "içe dönüşe"
geçi-yor.Afrika'daki başkaldırma, Avrupa'daki
milliyetçilik akımları ve yeni devletler, çöken
Sovyet imparatorluğu sonrasında ortaya çıkan "benlik
arayışları" hep bu yeni gelişmenin sonucu. " Hotno
Economicus" devam ediyor ama artık insanoğlunu
tatmin de etmiyor. Din ve dini hayat yeniden
insanoğlunun arayışında varılacak yeni bir hedef
haline gelmiş. Adetâ Fransız devriminin çocuğu
"lâiklik" kendi hiçliğini yakalamış durumda.
Lâiklik düşünceleri aşarak sadece Batının başkaları
için kullanmağa devam ettiği bir silâh hüviyetine
bürünmek üzere. Kısaca Dünya teknolojik gelişme,
iletişim devrimi ve katılımcı demokrasinin
yönlendirdiği ekonomi ile karşılıklı bağımlılığa
doğru seyrediyor. Kültürel yapıda din ve
milliyetçilik, demokrasi ile bütünleşerek güçlenme
arayışları içinde. Kısaca çelişki ve bütünleşme bir
arada yaşanıyor. Milliyetçilik sapmalara ve uçlara
doğru kayma yapan küçük azınlık anlayışından çıkarak
bir yarışma duygusunun motifi olmanın güzergâhı
noktasındadır. Böylece milliyetçilik bir zümre
çıkarı id diasından uzaklaşarak, ortak miras ve
millî kader duygusunu karakterize etmeye doğru
yeniden gelişiyor. İşte bütün bu gelişmeler yeni
devletleri gün yüzüne çıkaran yeni kültürlerle
birlikte yeni bloklaşmaların da sebebi görülüyor.
Türkiye Nerede
Peki bütün bu gelişmeler içerisinde Türkiye nerede
ve ne yapıyor? Türkiye Cum-huriyeti'nin Osmanlı'dan
devraldığı dış politikadaki çok yönlülüğe dönük
mirası, aksine sebepler ileri sürülse de, çok
başarılı kullandığı söylenemez. Bunun sebepleri
arasında şüphesiz birbiri peşine geçirilmiş olan
savaşların bıraktığı "iktisadî güçsüzlük tanzimatın
miras bıraktığı "fikri yoksulluk" ve nihayet Türk
Aydının içine sürüklendiği "benlik fıkdanı"önemli
rol oynamıştır. Zaman ve demokratik ortamda, ne
yazık Türkiye insan unsurundaki kem-miyet ve
keyfiyet dengesini, keyfiyet lehine çevirememiştir.
Bu yüzdendir ki, maddî gelişme ve iktisadî
kalkınmada, her şeye ve bütün hendikaplara rağmen
ulaşılan boyut, bağımsızlaşan bir dış politika
ağırlığına yön verememiştir. Oysa Türkiye, dün
kamplaşmış dünya düzeninde olduğu kadar, bugün de
jeopolitiğinin ve dünden devraldığı kültürel yapı
ve devlet geleneği ile hâlâ önemli bir devlet olma
şansına sahiptir. Asırlara uzanan devlet geleneği
vasıflarına, bölgedeki jeopolitiği, Dünya
hâkimiyetine giden yolda taşıdığı stratejik
ehemmiyet ilâve edilecek güç noktalarıdır. Ve
dolayısıyla da kolay vazgeçilecek bir ülke
konumunda değildir. Tabii bunu idrâk edecek
siyasilerin bilgi ve şuur seviyelerinin var olması
şartıyla... Öyle midir? İşte bu tartışılacak bir
konudur. Zaman zaman ortaya çıkan istisnalara rağmen
çoğunluk İkinci Dünya Savaşı sonrasında adetâ
kaçınılmaz bir kader haline getirilmiş "dış
politikada Batı bağımlılığı" Türkiye'nin
stratejiler üretmesine engel olmaya devam
etmektedir. Dün tek parti saplantısının getirdiği
otokratik baskıcı rejim, ülkeyi yönetenleri
demokrasiye rağmen öcüler üretmeğe devam etmekten
tam anlamıyla uzaklaştırma-mıştır. Din hala bir
öcüdür. Milliyetçilik anlaşılmak istenmemiştir.
Demokratikleşme sadece bir haklar sistemi olarak
talep müessesesidir. Demokrasinin bir hak ve
sorumluluklar rejimi olduğu idrâklerden uzak
tutulmaktadır. Demokrasi siyasî bir kirlenmenin
sebep ve sonucu haline gelmiştir. Ve hep kaybeden
"değerlerine sahip millet çoğunkığu"dur. Bütün
bunlar içinde Türkiye Cumhuriyeti yeni yüzyılda
yerini nasıl alacaktır?
Türkiye'nin geç kalmış olmakla beraber artık uydu
politikalarından çıkıp stratejiler üretmesi
gereklidir. Bunu ne yazık bir yabancı uzman da
söylemektedir. "Türkiye daha önce düşünemediği
ölçüde Balkanları, Oıtadoğuyu ve Kafkasları düşünmek
zorundadır. Bu toplulukları anlamak, siyasetlerini
öğrenmek, ilişkilerini uluslararası ilişkilerin
gerektirdiği şekilde oturtmak zoamdadır. Soğuk
Savaş sonrasında uluslararası ilişkilerde ekonomik
münasebetler, ilk defa ondokuzuncu yüzyıldaki gibi
ağırlık kazandı. Bizim (A.B.D. nin) birinci derecede
ilişkide olacağımız alan, genişletilmiş Ortadoğudur.
Biz (A.B.D), Azerbaycan'la, Kazakistan'dan gelecek
petrol hattının, Türkmenistan'dan gelecek doğal gaz
boaı hattının nereden geçeceğinin çözümüne dayalı
olarak, Basra Körfezi politikalarına bağlı olacağız.
Ne demek Basra Körfezi politakalarına dahil olmak?
Petrol konularıyla ilgilenmek, enerji kaynaklarının
nasıl değerlendirileceğiyle ilgilenmek, bunun da
ötesinde Ortadoğu'nun bölge olarak hangi ekonomik
gelişme bölgesine ekleneceği sorunuyla ilgilenmek.
Yarın öbürgün Suriye'yle güvenlik sorunlarımız
olması ihtimali var ise, İsrail'liler ve
Amerikalılar haklıysa ve İran nükleer silah
üretecekse, bunu hesaba katmak zorundasınız. Ya buna
karşı çıkacaksınız, ya da onu dengeleyecek başka
müttefikler bulmalısınız. Ve bunu şimdi
tartışmalısınız,
yumurta kapıya dayanınca değil. Bölge ülkeleriyle
ilişkilerinizi ne tür bir stratejiye oturtacağınızı
saptamanız lazım".
Özetle, John Hopkins Üniversitesi Uluslararası
Araştırmalar Okulu Öğretim üyesi Soli Özel, biraz
ağırda olsa Türkiye'nin Stratejik Araştırmalar" diye
bir çalışmadan yoksun olduğunu söylüyor İşte bu
sebepledir ki. Türkiye yıllarca kurmadığı
"Araştırma Masaları" yüzünden İslam Devletleri
işbirliğinde, Orta doğudaki gelişmelerde ve nihayet
özellikle de Sovyetler Birliği'nin dağılması
sonucunda Türk Dünyası ile ilişkilerinde boşlukta
kalmış ve dış politikada birbiri peşi sıra büyük
hatalar yapmıştır. Tıpkı dün oduğu gibi! Avrupa
Birliğine giden yoldaki ilk tercihini., Yunanistan
dolayısıyla, doğru yapan Türkiye, sonraları
Yunanistan'ın Avrupa Topluluğuna attığı adımda
yalnız bırakarak büyük bir hata yapmış ve daha
önemlisi hatayı, Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünü,
kayıtsız şartsız kolaylaştırarak gaflete
dönüştürmüştür. İşte bugün aynı Yunanistan, vefasını
ve tıynetini sergilemektedir. Yani etrafı kaynayan
Türkiye "strateji üretmekten yoksun" bir ülkedir.
Türkiye İçin Yeni Stratejiler Gereklidir
Jeopolitiği ve devlet olma özelliği tarihin
derinliklerinden gelen Türkiye'nin yeni yüzyılda
hangi konumda yer alacağının bugünden tesbiti
gerekir. 20'nci yüzyılın son 15 yılına sıkışmış
görünen hızlı değişmelere, yeni stratejiler
üretmeden, "yurtta sulh cihanda sulh" anlayışını bir
tekerleme tarzına sokmakla ayak uydurulamıyacağı bir
gerçektir. Şu halde Türkiye Cumhuriyeti önce vesayet
arayan dış politikalardan soyutlanmalıdır. Böylece
jeopolitiğin getirdiği fayda çemberini dikkatli
kullanmak, sonra da Osmanlı'dan tevarüs etmesi
gereken Dünya Politikalarına sahip olmak
gerekliliğini sürdürmek durumundadır. Bu me-yanda
Türkiye Yeni Dünya Düzeninin ortaya çıkardığı yeni
yönlenmeleri doğru değerlendirmelidir. Öyle ki yeni
duramlarda A.B.D., Avrupa Birliği, Orta Doğu, İslam
Dünyası, eski Sovyetler Birliği bugünün Rusyası'nın
politikaları ile Türk Dünyası ve nihayet Avrupa
Birliği-
ve (APEC) çok yönlülük ve esneklikler
sergilenmesini gerektirmektedir.
A.B.D. ile İlişkiler
Yeni yüzyılda A.B.D.'nin daha belli bir süre süper
güç olmasından uzaklaşacağı, Dünya siyaseti,
ekonomisi ve kültürü üzerindeki önemli rolünden
kopacağı beklenemez. Ayrıca A.B.D.'nin Orta
Doğu'daki ekonomik çıkarları ve İsrail dolayısıyla
da kültürel ilgisinden uzaklaşması
beklenemeyeceğine göre, Türkiye'nin A.B.D. için
önemli bir ortak olma vasfını sürdüreceği açıktır.
İşte Türkiye bu konumda ve Orta Doğu, Balkanlar,
Kafkaslar ve Türk Cumhuriyetleri üzerindeki manevî
mües-siriyeti ve kültürel bağı dikkate alındığında
A.B.D. ile uydu değil ortak olma gücüne sahip
olmalıdır.
Orta Doğu ve İslam Ülkeleri
Henüz Orta Doğu'nun ve İslam ülkelerinin büyük bir
bölümünün gerçek anlamda siyasî, iktisadî ve ne
acıdır kültürel bağımsızlıklarına kavuştukları
söylenemez. İşte bu noktada Türkiye'ye önemli
görevler düşmektedir. Öncelikle dünden gelen ve
sömürgeci olmayan Selçuklu-Osmanlı çizgisinin,
kasitle Batı kaynaklı yanlış tanıtılışının açıklığa
kavuşturulması gerekecektir. Sonra da yeni
yüzyılda çıkar güçleri tarafından istismar edilen
ekonomik potansiyellerinin uydu olmaktan
kurtarılarak Ortak bir bölüşüm içinde Batının
hegemonyasından kurtarılmasına öncülük etmek
ferasetini göstermek gerekecektir. Yeni yatırımlar,
ticarî işbirliği ve ortaklık stratejisi tıpkı A.B.,
APEC gibi oluşumlarla Orta Doğu-Afrika dengesini
getirebilir.
Avrupa Birliği
Avrupa, Birinci Dünya savaşı ile kaybetmeğe
başladığı 18'nci yüzyıldan 20'nci yüzyıla uzanan
hâkimiyetini İkinci Dünya savaşı
ile iki süper güce A.B.D. ve Rusya'ya teslim etmenin
sancısını uzun yıllar duymağa devam etmiştir. İşte
önce bir iktisadî işbirliği anlayışına bağlanan
siyasî oluşma hayalinin temeli bu yüzden atılmıştır.
Siyasî olarak uzlaşmaz görünen Fransa ve Almanya,
konuda önderlik ederken 1990'h yıllardaki 15 üyeli
ekonomik, sosyo-kültürel ve siyasî bir entegrasyonun
temelini attıklarını, belki de sadece hayal
ediyorlardı. Bu halkalanmada Türkiye ve Yunanistan
da vardı. O günlerde bu bütünleşme Avrupalının da
işine geliyordu. Ama zaman "iktisadî gelişmeler"
Türkiye'nin de hataları ile birleşince bu istekleri
başka yönlerdeki gelişmelere kaydırdı. Şimdi öyle
görülüyor ki Türkiye Gümrük Birliğinde noktalanacak
bir çözüme razı edilecek! Kimilerine göre sadece
"pazar" olarak tutulacak olan Türkiye'nin ortaklık
statüsü belki de hep bir başka bahara bırakılacak!
G.B.'nin bugünden farkı sadece iktisadî işbirliğinin
genişlemesi ise, çok zararlı olmayabilir. Ama G.B.
gıyabda verilen kararlara "ka-yıtsız şartsız uyma"
zorunluluğunu getirecekse sonucun bağımsızlığımız
için çok tehlikeli olacağı açıktır. Hele dışardan
dikte edilecek "demokratikleşme", "dış politikada
uyum" gibi bağlantılarla!.. O halde Türkiye ortaklık
zamanı belirsiz bir birlik anlaşmasıyla nerelere
sürüklenir, bunu soruşturmak durumundadır. Ayrıca
Türkiye tek taraflı kararların bağlayıcılığı
hususundaki şerhlerini belirleyici bir açıklık
içinde olmalıdır. Böylece alternatif üretme şansını
kaybetmemiş ve Batılı çıkarlara, kendi çıkarlarıyla
karşılık verme şansını korumuş olur.
Dost, Düşman ve Ortak Olarak Rusya
Çarlık döneminden başlayarak, Sovyetler Birliği ile
devam eden ve bugünkü Rusya ile yeni bir döneme
giren Türk- Rus ilişkilerinde, savaşlar, dengeler,
komşuluklar ve iç içe-likler vardır. Sovyetler
dönemi ürküntü veren bir kapalılık taşımıştır.
1990'lı yılların başında şekillenen yeni Rusya'nın
durumu ise Türki- ye'yi hazırlıksız ve stratejisiz
yakalamıştır. Tabii bütün Batı dünyasını olduğu
gibi biraz da erken. İlk günlerin iyimserliği
içinde Rusya
içinde tam bir demokratikleşme ve bağımsız-laşacak
devletler hayal edilmişti. Bu yüzden hedefler Batı
tarafından uygulanan ekonomik yardımlara
endekslenmişti. Türkiye de hemen aynı iyimserlik
içinde "Adriatikten Çin'e Türk Dünyasından" söz
etmeğe başlamıştı. Oysa, gerçek durum hiç de böyle
değildi. Çünkü, Rusya Federasyonu'nun bizatihi
kendisi, Sovyetler Birliği'nin kopyası olan bir
idar ve siyasî yapıyı bünyesinde yaşatıyordu. Bu,
komünist ideolojinin sağladığı harç ve Sovyet
rejiminin baskısıyla 70 yıldır bir arada yaşatılan
yüzden fazla halkın oluşturduğu 89 Cumhuriyet, özerk
bölge ve şehirden kurulu sunî bir yapıydı. Rus
halkının azınlıkta olduğu etnik cumhuriyetlerle
özerk bölgelerden bir çoğu, Moskova'nın baskısından
arınmış bir siyasî ortamda kendi kendilerini
yönetmek ve zengin kaynaklarını, Rusya'ya
sömürtmeden, kendi halkalarının yararına kullanmak
istiyorlardı.
Bu umutlar gerçekleşmedi. 1993'te Yeltsin'in
yürürlüğe koyduğu, eski SSCB Anayasasında daha
otokratik nitelikteki yeni Anayasa Güvenlik Konseyi
adıyla kurduğu bir nevi yeni Politbüro ile, baskıyla
ayakta durabilen bu mozaik topluluğun yine aynı
yöntemlerle devamını amaçlıyordu. Yeni Rusya'nın
hedeflerinde eski Sovyetlerden devralman ülkelerin
özellikle Avrupa dışında kalanların BDT adı altında
ekonomik, siyasî ve mümkünse kültürel olarak bağlı
tutulması hedefleniyordu. Karadeniz Bölgesinde,
Kafkaslarda, Orta Asya'da hep bu hedefler yönünde
hareket edilmeğe başlanıldı. Batı Dünyası,
özellikle A.B.D. konusunda halen dışişleri bakan
yardımcılığına getirilmiş olan Strobe Tal-bott'un
Başkan Clinton üzerinde müessiriyeti ile, "bir ümidi
sürdürme devamlılığı ile kararsızlık arasına" gidip
geliyor. Ama Moskova, eski SSCB topraklarını kendi
nüfuz alanı sayıyor. Bunu da açıkça, siyasî ve
askeri davranışlarıyla sergiliyor. Rusya bununla da
yetinmek niyetinde görünmüyor. AGİT'in bir savunma
ve müdahale aracı olarak kuvvetlendirilmesin-den ve
kendisinin de güçlü bir rol oynamasından yana
hareket ediyor. Sırplara açık ve gizli verdiği
destekle Panslavizmin yeni işaretlerini
belirlemekten kaçınmıyor. Orta Doğu'da "barış gücü"
adı altında Rus askerlerinin de bulunmasını,
NATO'nun kendisi aleyhine genişleme ve
uygulamalarını önlemeyi sürdürüyor. Özellikle
Kafkasya'da ve Orta Asya'da davranışlarını gizleme
lüzumunu dahi hissetmiyor ve müdahalecilikten
kaçınmıyor. Balkanlar'da ulaştığı başarı ise, eski
Yugoslavya açısından, belki de SSCB dönemini
kıskandıracak boyutlarda. İşte böyle bir ortamda
Türkiye, kültür ve ırkî bağ içinde olduğu Türk
Cumhuriyetleri ile siyasî, iktisadî ve kültürel
ilişkilerini, Rusya'ya rağmen ve Rusya ile beraber
geliştirmek mecburiyetinde. Ekonomik olarak Orta
Asya ve Kafkas petrol ve doğal gazının önemi sadece
Türkiye için değil, bütün Batı, özellikle de A.B.D.
için önemli. Burada Rusya ile Türkiye'nin çok yönlü
çıkarlarında müştereklik var. Ama Rusya'nın işine
büyük ve güçlü bir Türkiye'nin gelmeyeceği
muhakkak. Tıpkı Türkiye'nin işine çok güçlü bir
Rusya'nın yeniden ortaya çıkardığı Dünya haritasının
gelmeyeceği gibi, O halde taraflar için en uygun
orta nokta da dostluk. En doğrucası, iktisadî,
siyasî ve hattâ kültürel bir dostluk. Böylesi bir
dostluk belki de Bat, ve Doğu dünyası arasında yeni
bir denge unsuru olabilir. İşte Türk ve Rus
yetkililerin bunu görmeleri gerekir. A.B., NATO APEC
arasına sıkışmış bir Türkiye ile Rusya'nın
Karadeniz, Akdeniz, Orta Doğu ve Afrikaya açılmış
önemli bir güce sahip olmaları mümkün. Bu yüzden
Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİB) bir hareket
noktası olabilirdi. Hâlâ olabilir. Mutlaka üzerinde
durulmalı ve uzlaşma ve büyüme noktalarına Rusya'da
dahil edilmelidir. Tabii Rusya'nın içindeki
ülkelerin kendi siyasi bağımsızlıklarının Rusya'ya
ve Dünya'ya sortin yaratmayacağı dengesi içinde...
Kolay değil tabii ama büyük politikalar ve
stratejiler büyük devletlerin işidir. Dış Politika
sadece bugünün meselesi değildir. Dış politika
yarını çeşitli senaryolar içinde görebilmek ve
değişikliklere göre yeni stratejiler üretmek
san'atıdır. 21'nci yüzyıl herhalde stratejik
araştırmalarını, bilgi, iletişim ve teknoloji ile
bütünleştiren ülkelerin yüzyılı olacaktır...
|