22 Kasım 2000 Likidite Krizi ve OECD Raporu, Küresel Kriz Makale
Kasım ayının son 10 gününde ortaya çıkan "Likidite
Krizi"nin; Türkiye'deki birkaç büyük bankanın bazı
küçük bankaları köşeye sıkıştırması, Telekom ve
Türk Hava Yolları'nın özelleştirilmesinde
gecikmeler sonucu, yabancılar tarafından "istikrar
programı" hedeflerinin zamanında
gerçekleştirilemeyeceği konusunda bir güven
bunalımının yaratılması ve bu sebeple bir Alman
bankasıyla bir ABD bankasının bir gecede 7 milyar
doları aşan bir meblağı geri çekmelerinden
kaynaklandığı ileri sürülmüştür. Oysa, 2000 yılı
İstikrar Programına göre MB'nin para basarak
(emisyon) likidite yaratabilmesi için MB'ye döviz
girmesi gerekiyordu.
Diğer taraftan, özelleştirme programında 7,6 milyar dolarlık
hedefin 5 milyar dolarda kalması ve bu konuda
yaptığımız gecikmeler sonucu,IMF'nin Türkiye'ye
taahhüt ettiği kredi dilimlerini zamanında ödememiş
olması "Likidite Krizi"nin ortaya çıkmasına katkıda
bulunmuştur. Bu kriz sonucu içi boşaltılan ve Fon
yönetimine alınan 11 Holding Bankasının Türk
Hazinesi'ne getirmiş olduğu yükün 10 milyar doları
aşması da bu krizi derinleştirdi.
OECD Raporuna Göre Kasım Krizi, Ekonomi Kriz
Şubat 2001'de yayınlanan OECD'nin Türkiye raporuna (OECD, Economic
Survey 2000-2001, Turkey, Şubat 2001) göre Kasım
2000 krizine yol açan başlıca faktörler şunlardır:
- Yılların birikimi olan, Ziraat Bankası ve Halk
Bankası'nın görev zararları, 1999'dan 2000'e 19
milyar dolardan 21 milyar dolara çıkmış,
- Kamu kesimi borç stoku/GSYlH oranı %45'den %62'ye fırlamış,
- Kamu bankalarının görev zararı/GSYİH oranı %8,2'den %11,4'e
yükselmiş
- Bankaların açık pozisyonları (döviz gelir-gider farkı)
18 milyar dolara ulaşmış,
- Niyet Mektubu ile taahhüt edilen özelleştirmeler zamanında
gerçekleştirilemediği için, 780 milyon dolarlık
Dünya Bankası kredisi askıya alınmıştır. Ancak, 2000
yılında gerçekleştirilmiş olan 5,6 milyar dolarlık
özelleştirme geliri, hedefin 2 milyar dolar altında
kalmasına rağmen, son 15 yılda elde edilmiş
özelleştirme gelirlerine eşdeğer olmuştur.
- 1999 yılında ortaya çıkan iki büyük depremin maliyeti devlete
12-15 milyar dolarlık bir yük getirmişti. Bu iki
deprem için devlet bütçesinden harcanan miktarlar
ise 1999'da 1,8 milyar,2000 yılında 4,3 milyar olup
toplam 6,1 milyar dolardır. Türkiye bu iki deprem
için 3,8 milyar dolarlık dış kredi taahhüdü almış
olup bu miktarın sadece 47 milyon doları bağış
şeklinde gerçekleşmiştir.
- 2000 yılı boyunca TL'nin %20 dolayında aşırı değerlenmesi,
petrol fiyatlarındaki aşırı artış ve Euro'nun
değer kaybetmesi Türkiye'nin ödemeler bilançosunu
olumsuz bir şekilde etkilemiştir.
- Ocak-Ağustos dönemi faiz hadlerinin hızla aşağı düşmesi sonucu,
küçük ve orta büyüklükteki bankaların hazine
kağıtlarını zararına satmaları, bu bankaların
karlılığını azaltarak, Kasım başından itibaren
likidite krizi ile karşılaşmaları ve bu küçük
bankaların işlemlerinin büyük bankalar tarafından
devre dışı bırakılması likidite krizinin patlak
vermesini hızlandırmıştır.
Buna rağmen, hükümetimizin o dönemdeki kararlı
tutumu ve IMF'nin, 7,5 milyar doları rezerv desteği
olmak üzere, 10,4 milyar doları Türkiye'ye tahsis
etmesi sonucu "Likidite Krizi"nin olumsuz etkileri
kısa sürede ortadan kalkmış gibi göründü. Ancak, 19
Şubat 2001'de Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın MGK
toplantısında sürtüşmesinin dışarı yansımasıyla Türk
ekonomisinin hastalığı gün yüzüne çıkarak, bu sefer
Likidite Krizine ilaveten bir de Kamu Bankalarının
"Finans Krizi" ortaya çıktı.
Finans Krizinin Sebepleri, Türkiyede Kriz
Başta Ziraat Bankası olmak üzere, Kamu bankalarında "Finans Kri-zi"nin
ortaya çıkmasının esas sebebi 2000 yılında
"hükümetin istikrar programı" uygulamalarına
bağlanamaz. Çünkü, 2000 yılına kadar Türkiye'nin
10-15 dolayındaki tarım ürününe uyguladığı taban
fiyat politikası genellikle dünya fiyatlarının iki
katı dolayında idi. Mesela, 1999 yılında dünya
piyasasında buğdayın tonu 100 dolar iken hükümet 200
doların TL karşılığı bir destekleme fiyatı
belirlemişti. Oysa, IMF'nin dayatması sonucu, 2000
yılında verilen taban fiyatları dünya fiyatlarının
%35'ini geçmediği ve çiftçilerimizi çok zor duruma
düşürdüğü halde, Ziraat Bankası'nın görev
zararlarından dolayı battığı öne sürüldü.
Demek ki,bu bankanın mali krize girmesi en az 10 yıllık bir
ihmalin sonucu olup, Kamu Bankaları "görev
zararları" yükü bardağının dolup taşmasının bu yılın
başında ortaya çıkması mukadderdi (kaçınılmaz idi).
Kabahati sadece bugünkü hükümete yükleyemeyiz.
Mesele, görev zararı ve taban fiyat politikası
sisteminin köklü bir şekilde değiştirilmesidir.
Nitekim, YEP (Yeni Ekonomik Program) ile bu
politikalara esaslı bir çözüm getirilecektir.
Türkiye, 2000 yılında uyguladığı istikrar programında enflasyonla
mücadelede başarılı olmak için, bir taraftan kemer
sıkarken, öte yandan aşırı değerlenmiş kur
politikası (ucuz döviz kuru politikası) uygulamaya
koydu. Çünkü, ithalatımızın yaklaşık %87'si ara
mallardan, %21 'i yatırım mallarından, sadece
%13'lük kısmı ise dayanıklı ve dayanıksız tüketim
mallarından oluşmaktadır. Böylece, ucuz ithal
girdilerinin TL cinsinde ucuza getirilerek,
Türkiye'de satılan nihai malların fiyatları ve
ihracat malları maliyetinin düşük tutulması
öngörülüyordu.
Ucuz döviz politikasının ihracatı azaltacağı ve
ithalatı teşvik edeceği bilindiği için, Türk
Eximbank kredi faiz oranları %60 dolaylarından %25
dolayına indirildi (Bu oranlar Şubat Krizinden
sonra tekrar %60 dolayına çıkarıldı).Buna rağmen,
1999'dan 2000'e Dış Ticaret Açığı (DTA= İhracat-İtha-lat
farkı) -14,1 milyar dolardan -26,7 milyar dolara,
Cari İşlemler Dengesi (CID=Döviz cinsinden
Türkiye'nin mal ve hizmet gelir-giderleri farkı)
Açığı da -1,4 milyar dolardan -9,8 milyar dolara
fırladı. Bu iki açığın astronomik rakamlara
çıkmasının başlıca iki sebebi vardır. Bunlar:
- 2000 yılı boyunca dünya petrol fiyatlarının, bir yıl öncekine
göre, yaklaşık ikiye katlanması sonucu, Türkiye'nin
ithalatında petrol, doğalgaz ve diğer petrol
ürünleri için beklenmedik 5 milyar dolarlık bir ek
yük oluşması,
- Yine 2000 yılı boyunca Euro/Dolar paritesinin dolar lehine
gelişmesi ve özellikle Alman markı gibi bir çok AB
parasının TL cinsinden ilk on aylık dönemde yerinde
saymasıdır.
Hatırlanacağı gibi, Ocak-Kasım 2000 döneminde Alman Markı 285-300
bin lira dolayında çakılı kalmış, oysa bu 11 aylık
dönemde Türkiye'de TEFE'ye göre enflasyon hızı %30
dolayında artmıştır. Bu gelişme,Türkiye'nin
ihracatına büyük bir darbe vurmuştur.Çünkü,
Türkiye'nin ihracatının yaklaşık %52,5'i AB
ülkelerinedir. Bu olumsuz çapraz kur değişikliğinin
de Türkiye'nin ihracatının artmasını en az 2-3
milyar dolar seviyesinde engellediği ortadadır.
Bu durumda DTA ve CİD açıklarının astronomik rakamlara çıkması,
daha çok, Türkiye'nin kontrolü dışındaki ekonomik
hadiselerden kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır.Buna
ilaveten, Türkiye'nin ithalatının artışı büyük ölçüde
büyüme hızı artışından kaynaklanmaktadır. Nitekim
tabloda görüldüğü gibi,1997 yılında büyüme hızı %8,3
iken DTA -22,3 milyar dolar, 1999'da ise büyüme hızı
%-6,1 küçüldüğü için DTA açığı da-14,1 milyar dolara
inmiştir. 2000 yılında da büyüme hızı %6,1'e çıktığı
için DTA -26,7 milyar dolara fırlamıştır.
Kur Politikası ve Küresel Ekonomik Kriz
19 Şubat krizinin patlak vermesi sonucu Türkiye, 22
Şubat'ta, ucuz döviz politikasından dalgalı kur
politikasına geçmiştir. Çünkü, bu politika ile
Türkiye'de gerçekçi kur politikası uygulaması
kaçınılmaz hale gelmiştir. Ancak serbest kur
politikasına geçilmesi yanlış olmuştur. Bunun
yerine, %25-30 arasında bir devalüasyon yapılarak,
eskiden olduğu gibi, MB tarafından günlük kur
ayarlamalarına geçilseydi kur politikasında
belirsizlik ortadan kalkacaktı. Bu konu da
yetkilileri çeşitli defalar, gerek sözlü olarak,
gerek bundan önceki makalelerimde ve gerekse de TV
programlarında uyardığım halde başarılı olamadım.
Gerçekçi kur
politikası,Türkiye ile başlıca dış ticaret ortakları
arasındaki aylık-yıllık enflasyon farkları oranında
döviz fiyatlarının arttırılması demektir. 19
Şubat krizinden önce TL'nin %l5-20 arasında
değerlendiği ifade ediliyordu. Bu durumun dış
ticaretimize etkileri şunlardır:
- İhracattan gelen her dolar için %20 daha az TL ödenmesi ile
ihracatçıların cezalandırılması,
- Yerli malı yerine ithal malı kullanan sanayicilere ve
tüketicilere devlet ve millet kesesinden %20'lik bir
sübvansiyon (destek) sağlanması,
- İçe dönük üretim yapanlara dış rekabete.karşı %20 oranında daha
az koruma sağlaması (Aynı tür malı Türkiye'ye
getiren yabancılara ise %20 teşvik ve dolayısıyla
haksız rekabet primi (avantajı) ödemekten başka bir
şey değildir),
Düşük döviz politikası orta vadede (3-5 yıl) uygulanırsa Türkiye'de
dışa dönük yatırım ve üretimin, kısaca dışa dönük
sanayileşme şevkinin kırılmasına yol açacaktır.
Onun için Temmuz-2001 'de kur sisteminden bant
sistemine geçilmesi ve TL'nin ±%7,5 dalgalanması
öngörülüyordu.
2000 yılında uygulanmış olan yarı esnek (yarı sabit) kur
politikası, Türkiye'nin dış rekabet gücünün
azalmasına ve dış rekabete dayanamayan Türk imalat
sanayiinde bir çok işyeri kapanması
veya vardiya sayılarının azaltılmasından
dolayı işsizliğin büyük ölçüde artmasına yol
açmıştır.
Krizle birlikte %25 dolayında bir kur ayarlaması yapılmış olsaydı,
Türk sanayisine bu oranda bir koruma sağlanacak idi.
Mesela, döviz fiyatları düşük tutulurken yurt
dışından ithal edilen çeşitli iplik ve kumaş gibi
ara malları bundan böyle büyük ölçüde yerli
üreticilerden temin edilecekti. Diğer taraftan,
ihracattan gelen her dolara %25 daha fazla TL
ödeneceğinden ihracatımız da bu oranda teşvik görmüş
olacaktı. Özetlersek, "Gerçekçi Kur Politikası"
(döviz fiyatlarının aylık/yıllık enflasyon
kadar ayarlanması) içe ve dışa dönük sanayilere,
sırasıyla aynı oranda koruma ve teşvik sağlamakta
olup, kaynak dağılımındaki etkinliği bozmamaktadır
Ancak, Ocak-Nisan 2001 döneminde döviz fiyatlarındaki %75
(21 Şubat - Nisan döneminde %65) dolayındaki
aşırı artışın bundan böyle ithalat girdi fiyatlarını
aşırı bir şekilde artıracak olması, bir çeşit
maliyet enflasyonu ortaya çıkararak ihracattaki
rekabet gücünü azaltabilir. Bu olumsuz
gelişmenin önüne geçmek için, bundan böyle döviz
fiyatları belirlendikten sonra "Gerçekçi Kur
Politikası'nın titizlikle uygulanmasına, ilaveten
istikrar programının sürmesi sonucu işletmelerimizde
verimliliğin arttırılmasıyla maliyetlerin
düşürülmesine hız verilmesi kaçınılmaz olacaktır.
Çıkarılmış olan yeni Merkez Bankası Kanunu ile, bu bankaya daha
fazla bağımsızlık yetkisi verilmiştir. Ancak bu
kanunda, MB'ye Gerçekçi Kur Politikası uygulama
görev ve sorumluluğu verilmemiştir. Güdümlü
dalgalanmada
döviz fiyatları artışı hızlandığında, MB piyasaya
döviz satarak bu artış hızını düşürecek, döviz
fiyatlarındaki aşırı düşme halinde ise piyasadan
döviz satın alacaktır. Bunun için MB'de yeterli
döviz rezervinin bulunması gerekir. Bu ek döviz
miktarını da, Türkiye'ye Yarı Sabit Kur ile Serbest
Dalgalı Kur Sistemlerini dikte eden IMF karşılamak
zorundadır. IMF, "Dalgalı kur sisteminin
arkasındayız" sözü ile sorumluluktan kurtulamaz.
Bundan böyle serbest dalgalı kur yerine, Merkez Bankası'nın da
görevlendirildiği "Güdümlü veya Kontrollü
Dalgalanan (Managed Flo-ating) Kur Politikası"na
geçmekten başka çare yoktur. Çünkü, bu gün dünyada
dalgalı kur uygulayan ülke sayısı 50 dolayında olup,
bu ülkelerin en az %80'ninde serbest dalgalı kur
değil, güdümlü dalgalanan kur politikası
uygulanmaktadır. Döviz fiyatları konusunda ortaya
çıkacak aşağıdaki olumsuz etkilerin asgari düzeye
indirilebilmesi için MB'nin döviz kuruna sık sık
müdahale etmesi gerekmektedir. MB,
- Zaman zaman ortaya çıkan ekonomik ve siyasi şokların döviz
kuruna etkilerini elemine etmek,
- Ödemeler dengesine ve dolayısıyla döviz kuruna
geçici olarak şok etkisi yapabilecek tabii
(doğal) afetler, grevler, hammadde ve yakıt
teminindeki güçlükler gibi olayların olumsuz
etkilerini azaltmak,
- Dış ticaret bilançosundaki (ithalat ve ihracat)
mevsimlik ve konjonktüre bağlı dalgalanmaların
döviz kuruna olumsuz etkilerini azaltmak,
- Rezervlerin miktarını ve kompozisyonu ayarlamak için döviz
piyasasına müdahale etmek zorundadır.
MB yetkilileri genellikle " Biz döviz kuruna karışmayız. Kuru para
politikası ve dolayısıyla faiz oranlarını
arttırarak yönlendiririz" iddiasında
bulunmaktadırlar. Oysa, faiz oranlarını
arttırarak döviz fiyatı artışlarını bastırmaya
çalışmak, astarı yüzünden daha pahalı bir
uygulamadır.
Çünkü, faiz oranlarındaki artış önce maliyet enflasyonunu artırarak
dış rekabet gücümüzün azalmasına, ilaveten yatırım
ve üretimin azalması suretiyle işsizliğin artmasına
yol açacağı unutulmamalıdır.
Merkez Bankası'nın Hataları, İşletmelerde Kriz
Her istikrar programında
temel amaç enflasyonu düşürmek olduğu için,
genellikle para ve maliye politikası toplam
talebi kısacak şekilde uygulanır. Oysa, Merkez
Bankası,uyguladığı para ve faiz politikası ile
tasarrufu teşvik yerine tüketime ağırlık veren bir
politika uygulamıştır. Çünkü MB, 2000 yılının
özellikle Nisan-Ağustos döneminde yıllık faiz
oranlarını %40'ın altına düşürmüş, ilaveten
tüketici kredilerini düşmesine yol açarak tüketimi
kamçılamıştır. Nitekim, 1999'dan 2000'e
dayanıklı tüketim malları (buzdolabı, TV, araba vs.)
satışlarındaki artış %8'den %23,7'ye fırlamıştır.
Yıllık enflasyon hızının %50-55 arasında seyrettiği bir dönemde,
mevduata verilen faiz oranları da %40' dolayına
indirildiği için tasarruf etmek cazibesini kaybetti.
İlaveten, dolar fiyatları da düşük tutulduğu için
tasarruf sahibinin gelir temin edeceği araçlar
ortadan kaldırılmış oldu. Neticede, Türkiye'nin
yatırım ve üretim için ihtiyaç duyduğu tasarruf
mevduatlarının tüketim harcamalarıyla çarçur
edilmesi, çok kısa sürede likidite krizinin ortaya
çıkmasına katkıda bulundu.
Hazine'nin Hatası, Kriz Hakkında
Diğer taraftan,enflasyon beklentisi ve eğiliminin
ortaya çıkması sonucu Türk hazinesi yetkilileri de
büyük bir yanlışlık yaptı. Kamunun, borçlanma
kağıtlarının yıllık borçlanma faizi oranı %35
dolayında seyrederken, borçlanma vadesini hiç
olmazsa 2 yıla uzatmak yerine, Hazi-ran-2001 vadeli
borçlanmaya devam etmesi, devlet bütçesini büyük bir
sıkıntıya sokmuştur. Likidite krizinin de ortaya
çıkması ile, yüksek faizlerle aylık borçlanmaya
gitmek zorunda kalınarak büyük bir mali sıkıntıya
girilmiştir. Hazine yetkilileri,belki de 2001'de
yıllık faiz oranlarının %20'lere ineceğini düşünerek
bu hataya düşmüştür.
İki Krizin Temel Sebepleri, Kriz Ekonomisi
Özellikle 1990'lı yılların büyük bir bölümünde para ve sermaye
piyasalarında oluşan fonların (tasarrufların)
yaklaşık %80'ı devlet tarafından emilmiş, geriye
kalan %20'nin en az %95'i holdinglere, sadece %5'i
de KOBİ'lere gider hale gelmiştir.
Böyle bir ortamda tarım, sanayi ve hizmetler
sektöründeki üreticilere kredi kullandırılması
yerine, Devlet tahvili ve hazine bonolarından yüksek
ve risksiz faiz geliriyle terlemeden para kazanan
sağlıksız banka sayısı 30'lardan 80'lere çıkmasına
seyirci kalınmış, böylece devlet ve millet sırtından
geçinen 15-20 bin kişilik bir parazit grubu ortaya
çıkmıştır.
Yine son yıllarda devletin aylık/yıllık enflasyonun çok üstünde
faiz ödeyerek borçlanmak zorunda kalması
neticesinde, en büyük 500 özel sektör firması
gelirlerinin %60-70'ini bile faaliyet dışı kârlardan
(devletin ödediği yüksek faiz gelirlerinden) elde
eder hale gelmiştir. Böylece, Türk ekonomisi 10
yılı aşkın bir süredir üretim ekonomisinden çok,
rant ekonomisine dönüşmüş ve neticede bu saadet
zinciri sona ermiştir.
Bu rant ekonomisinin yanısıra, Türkiye'nin 3 ay içerisinde iki
ekonomik krizle karşılaşmasının diğer önemli
sebepleri de holding bankacılığında^ soygunlar
ile kamu bankacılığında yıllardır süren israflardır.
Sabit kur politikası da bu krizi bir ölçüde
hızlandırmıştır. Son günlerde Ekonomiden
Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş'in ifade ettiği
gibi "Ziraat Bankasının bir günlük faiz ödemesi
tutarı bu bankanın bir yıllık maaş ödemelerine
eşittir".
Bu nedenle, 70'i aşan banka birleştirilerek
Türkiye'deki banka sayısının en kısa zamanda 15-20
dolayına indirilmesi gerekir. Ayrıca, Serbest
Dalgalı Kur yerine 1999 sonuna kadar uygulanmış olan
Esnek
Kur veya Güdümlü Dalgalı Kur sistemine geri
dönülmelidir. Gerçekçi Kur Politikasının
gerçekleşmesinde MB'nin görev ve sorumluluğu
olmalıdır.
Not 2001: Son 20 yıldır ileri sürdüğüm bu görüş, maalesef yeni çıkan Merkez
Bankası Yasası'nda da yer almamıştır.
İstikrar Programı Sona Erdi mi? Kriz İletişimi
Hayır, çünkü, yukarıdaki analizlerimizden de anlaşıldığı gibi, kur
politikası haricinde, eski ve yeni program arasında
pek fark olmayacaktır. Ara-lık-2000'de IMF'ye
verilen 4. Ek Niyet Mektubu halen yürürlüktedir. Bu
niyet mektubunun kapsamında şu hususlara yer
verilmiştir:
- Merkez Bankası Kanunun çıkarılması (Nisan-2001 sonu),
- Türk Telekom'un özelleştirilmesi için tekliflerin istenmesi
(Mart-2001 sonu),
- Tütün kanununun kabulü ve Tekel'in özelleştirme idaresine
portföyüne devri (2001 Şubat sonu),
- Fon yönetimine alınan satılacak Banka paketleri hakkında bilgi
verilmesi ve tekliflerin istenmesi (teklifler
24-Nisan-2001'e kadar),
- Vergi kimlik numaralarının verilmesine ilişkin düzenlemenin
kabulü (Eylül-2001 sonu).
- Devlet ihale kanunu (bir buçuk yıldır üzerinde
çalışılmaktadır), İlaveten, hükümetin kamu
maliyesinde disipline devam etmesi ve yapısal
reformların en kısa zamanda tamamlanması ile ilgili
taahhütleri de devam etmektedir.
Kaynak: Prof. Dr. Emin Çarıkcı
|