5 Nisan Kararları Sonrası; Yeni Bir şey Yok!
5 Nisan
kararları üzerinden üç ay geçti. Bu süre içinde dış
ticaret açığı daraldı, kamu açığı küçüldü, aylık
fiyat artışları geriledi. Bu sonuçlar böyle de,
bunlara bakarak bir sonuca gitmek olası değildir.
Zira, tüm bu göstergeler gerçek olmadığı gibi,
kalıcı da değildir. Üstelik tüm bu göstermelik
sonuçlar çok büyük sosyal maliyetler pahasına
oluşturulmuş bulunmaktadır.
Buraya kadar söylediklerimi daha önce de sizlerle
paylaşmıştım. Bu nedenle bugün bu yüzeysel
meseleleri tekrar gündeme getirmeden, başka bir konu
üzerine eğilmek istiyorum. Bu konu toplumun
dikkatinden uzak tutulmak istenen noktadır. O da;
Türkiye'nin kapitalist alemdeki yeri ve bu yerin
Türkiye'ye yaptığı dayatmalardır.
Türkiye, finans kapital aşamasına ulaşmış olan güçlü
kapitalist odaklar çevresinde yerini almış
bulunmaktadır. Bu yörünge kısa sürede Türk
ekonomisinin lehine gibi gösterildi ve Türkiye'nin
dış borçları olağanüstü artırıldı. Yoğun sıcak para
girişine sahne olan Türkiye, fazla sakınca görmeden,
ithalatını artırmak ya da, hiçbir hesap yapmadan,
borç ve faiz ödemesi yaparak bu paraları kullandı.
Bir borç faiz ödemesinin, alınan borçla
gerçekleştirilmesinin borçların faiz yükünü
artıracağı gün gibi ortadadır. Ne var ki, ithalatın
rahat yapılıyor olması, borç ödemelerinin
sıkıntısız gerçekleştirilmesi, siyasal iktidarın
işine yarıyordu. Fakat tüm bu olumlu gibi algılanan
çözümler, ileriye ait kaynakları tüketerek
gerçekleştiriliyordu. Türkiye'nin tükettiği bu
kaynaklar, birilerine transfer ediliyordu. Halkının
geleceğini düşünen hiçbir siyasal kadro, halkın
gözünün içine bakarak böyle bir transferi yapamaz.
Bizim gibi ağır borçlu ekonomiler, yoğun bir
tasarruf çabası içinde kaynak biriktirerek, bu
borçlardan kurtulmak ya da yüklerini hafifletmek
yoluna girmelidirler.
Özelleştirme mantığı da aynı kısa vadeli görüş
politikasına dayandırılmaktadır. Bazı kuruluşları
yabancılara satarak, bazı borçlarımızı ödüyor
olabiliriz, ama ileride bu kuruluşlara ait kârların
dışarıya transferi sorunu ile karşı karşıya geliriz.
Böyle bir politika, kaynaklarımızı iyi muhafaza
edip, birikim yaparak, borçları hafifletme
politikası ile çatışmaktadır. Fakat burada da,
ileriye ait kaynaklara el koyarak günü kurtarma
çabası açıkça görülmektedir.
Ekonomik problemlerin çözümünde iki temel kural
vardır. Bunlardan birincisi, ekonomide hakim kesim
gerçek üretici kesimdir. Dengelerin bu kesimde
kurulması, büyümenin bu kesimde gerçekleştirilmesi
gerekmektedir. Altında sağlam bir gerçek üretici
kesim olmayan bir ekonomi, ne işsizliğe ne
enflasyona ne de diğer sorunlara çözüm getirebilir.
Ekonomik olaylara yaklaşımda ikinci temel kural ise,
yaygın emekçi kitlelerin bilinç düzeyi ile ekonomik
çözümlemeler arasındaki doğrusal ilişkinin
bulunduğudur. Emekçi kitlelerin bilinç düzeyi
dağınık ve belirsizlik içinde olduğunda, siyasal
kadrolar sermayenin yörüngesine girer. Türkiye,
maalesef günümüzde böyle bir karmaşa yaşamakta ve bu
durum sermayenin işini kolaylaştırmaktadır. O denli
kolaylaştırmaktadır ki, sermaye artık doğrudan kendi
elemanları ve kendi partileri ile siyasete
yürümektedir. Sorunun en zor yönü de bu gibi
gelmektedir bana. Yoğun işsizlik, giderek derinleşen
gelir dağılım farklılığı ve diğer nedenler emekçi
grupların bilincini ve mücadele gücünü kırmaktadır.
Bundan yararlanan sermaye ve siyasal karar
üniteleri bir yandan gelir dağılımını bozarken diğer
yandan da toplumun geleceğini ipotek altına
almaktadır. Bu gidişi durduracak tek güç ise,
toparlandığı ve bilinçli davrandığı koşulda, emekçi
kitleler olacaktır.
Kaynak: İzzettin Önder – İstanbul Üniversitesi
Maliye Bölümü
|