|
75 Yılda Türk Ekonomisi/Röportaj
Prof. Dr. Çağlar Keyder
Y. Türkiye: 75 yıllık sürece bakıldığında Türk
ekonomisinin, fiziki, yapısal değişikliklere
uğradığı, çeşitli iktisat politikalarının
uygulandığı, değişik stratejilerin denendiği
görülüyor. Bir ülke ekonomisi için böylesine bir
hareketlilik, değişiklik ne gibi avantajlar getirir,
ne gibi handikaplar içerir?
Çağlar Keyder: Öncelikle şu tespiti yapmak lâzım;
bu bir seçim değil. Çünkü aynı dönemde çeşitli
ülkelerde farklı ekonomik politikalar uyguladılar
aynı aşamalardan geçtiler. Buna bir bakıma
mecburdular, içinde bulundukları dünya koşulları
farklı politikalar uygulamaya yöneltiyordu. Nitekim
Türkiye'nin serüvenine paralel bir şekilde, 1.
Dünya Sava-şı'ndan sonra aşağı yukarı 5-10 yıllık
bir belirsizlik döneminden söz etmek mümkün. Çünkü
bu dönemde 19. yüzyılın liberal ekonomisi yeniden
kurulacak mı, kurulmayacak mı? diye bir tereddüt
var. 19. yüzyıl İngiltere'sinin hego-manyası altında
gelişen serbest ticaret, serbest sermaye
hareketleriyle özetlenebilecek liberal iktisat
1920lerde kendisine uygun kurumsal desteği tam
anlamda bulamıyor. O nedenle de bir belirsizlik var
fakat ülkeler bu dönemde henüz kapanmaya, kendi
iktisadi politikalarını oluşturmaya, daha içe dönük
bir gelişmeyi uygulamaya hazır değiller. Bunu ancak
1929-39'da ortaya çıkan, 'iktisadi buhran'
döneminden sonra görebiliyoruz. O dönemde Türkiye
gibi Latin Amerika ülkeleri, Ortadoğu ülkeleri hatta
gelişmiş ülkelere baktığımızda, Avrupa'da bir
ölçüde Amerika'da kısmi bir kapanma görüyoruz. Bu
kapanma sadece dış ticaretin oran olarak azalması,
sermaye hareketlerinin önemli çapta düşmesinde
değil, aynı zamanda devletin ikisadi alanda çok
daha büyük bir rol oynaması hissediliyor. 1930'larda
Ame-rikada -ki o dönemde dünyanın en güçlü
ekonomisine sahip durumda- devletin iktisadi
politikalarda birtakım düzenlemelere başvurduğunu
söylemek mümkün. Roosweld hükümetinin sanayi,
özellikle de tanmı kontrol etmek için, oradaki
rekabeti kısıtlamak, fiyatları istikrarlı
tutabilmek için bir kartelleştirme politikasına
gittiğini görüyoruz. Türkiye'deki anlamda, devletin
bizzat kendisinin yatınm yapıp devletçi bir sanayi
inşa ettiğini görmüyoruz ama, kontrol açısından
devlet ve piyasa arasındaki dengenin kesinlikle
devletin lehine geliştiği bir durum söz konusu. Buna
paralel olarak Türkiye gibi gelişen ülkelerde de,
devletin çok daha fazla iktisadi alanda olduğu,
piyasayı kontrol etmek amacıyla bir sürü yeni
politikalar geliştirdiğini ve bazı ülkelerde de
kendi adına yatırım yaptığı, sanayiyi tevik ettiği
bir durum sözkonusu. Bu yüzden Türkiye'nin fazla bir
özgüllüğü yok. Türkiye iktisadi politikalar
açısından çok benzer bir çizgiyi takip ediyor.
Aynı şekilde savaşın bittiği 1945'lerden sonra
devletin piyasayı güdümüne aldığı dönemin, bu tür
kontrolcü politikaların yavaş yavaş terkedildiğini
görüyoruz. Nitekim Türkiye'de de bildiğiniz gibi
1945'lerden sonra önce yavaş, daha sonra Demokrat
Parti döneminde daha hızlı bir şekilde piyasaya
öncelik verme gibi bir çaba sözkonusu. Türkiye'nin
çok farklı ve özgül olmadığını söylemiştim. Fakat
1945 sonrası dönemde Türkiye gibi gelişme
potansiyeli yüksek 3'üncü dünya ülkelerinin biraz
ayrıcalıklı duruma geldiklerini görüyoruz. Bu
ülkelerin önemli bir kısmında, Amerika kendi
inisiyatifiyle veyahutta zımmı kabulüyle daha
planlı bir ekonominin yerleşmesini teşvik ediyor.
Örneğin; Hindistan, Mısır, Filipinler, 1950'ler-den
sonra birtakım Latin Amerika ülkeleri.
Biliyorsunuzdur, Türkiye'de de planlamanın
başlaması 1960 darbesinden öncedir. Gerçi o
dönemde DP bunu fazla ifşa etmemiştir çünkü
kendileri ideolojik olarak çok daha piyasa yanlısı
görünmeye mecburdular. Fakat bir yandan o zamanki
OECD'nin ve de Amerika'nın teşvikiyle 1957'den
itibaren bir planlama bürosu kurmuşlardır. Bu
nederîe 1960 darbesinden sonra çok önemli bir
politika değişikliği olduğunu söylemek yanıltıcı
olur. 1950'lerin ortasından itibaren Türkiye'nin
üzerinde baskı ve bir tür teşvik var. Menderes
dönemine göre daha planlamacı, piyasanın tamamen
kendi başına bırakılmadığı, makro dengelerin
önceden tahmine çalışılmadığı bir döneme
giriyoruz. 1960'tan sonra yeni kurumlar da ortaya
çıkıyor. Bu yıllarda kurulan Devlet Planlama
Teşkilatı neredeyse hükümetin ve kabinenin üstünde
bir konuma oturtuluyor. Şimdi tekrar-layalım,
19ö0'dan sonra kurumsallaşarak ortaya çıkan
iktisadi politikaların dönüşümü yine Türkiye'nin çok
farklı olduğunu göstermez, tam tersine diğer
gelişen, sanayileşmeye çalışan ükelere çok yakın
politikalarla, çok benzer iktisadi ortamlar
yaratıyorlar. Devam edersek bu tür ülkelerde, yani
bu planlama olayına sarılan, sanayileşme
potansiyeli göreli olarak yüksek olan ülkelerde,
önemli çapta bir başarı yakalanması sözkonusu, bir
başka söyleyişle temel sanayi çabalarının başarılı
olduğu görülür. Özellikle 60'ların sonu ve 70'lerin
başında beyaz mallar dediğimiz dayanıklı tüketim
malları yerleşmeye başlıyor ve sonuçta bir 'orta
sınıf oluşmaya başlıyor. Bildiğiniz gibi biz bu
politikalar paketine 'ithal ikamecilik' diyoruz.
İthal ikameciliğin özelliği, hesaplı bir şekilde ve
belirli politikalara uygun yönde ülkenin ti-caret
kalıplarını kontrol etmekten geçiyor. Bunu yaparken
de ülke içersindeki sanayiciyi teş-vik ediyorsunuz,
sonra onlar da bir şekilde-da-yanıkh tüketim
mallarında olduğu gibi- başarı-ya ulaşmış oluyorlar.
Türkiye'de, Hindistan'da,
Meksika'da ve hatta Mısır'da bu paralel gelişme
70'lerin başlarında ve ortalarında bir krize
düşmüşlerdir. Çünkü bir anlamda yapay bir gelişmeydi
bu. Dışandan gelebilecek olan, ithal edilebilen
mallan yasaklayıp onun yerine yerli üreticileri aym
üretimi daha pahalı da olsa, daha az etkin
teknolojiyle de olsa ülke içinde gerçekleştirecek
yeni koşullar yaratmaya çalışıyorsunuz. Bunu
yaparken de -Türkiye'de olduğu gibi- öyle bir sanayi
sektörü geliştiriyorsunuz ki, bu sektörün dışarıya
ihracat yapması imkansızdı. Çünkü hiç kimse
dışardan gelip de sizden Koç'un ürettiği
buzdolaplarını, Anadol arabalarını satın almazdı,
dışarıda çok daha iyisi ve ucuzu vardı. Türkiye
halkı mecbur olduğu için bu pazarda para harcıyor
ve yerli sanayicileri zenginleştiriyordu. Daha
sonra öyle bir durum ortaya çıktı ki, sözünü
ettiğimiz bu ithal ikameci politikaların devamı
için devletin sürekli bu sektörü beslemesi
gerekiyordu. Bu beslemeyi şu anlamda kullanıyorum;
içerideki sanayi dışandan hem 'girdi' hem teknoloji
satın almak mecburiyetindeydi. Yine Türkiye gibi
ülkelerde petrol satın almak zorundaydı. Bunun
karşısında hiçbir şekilde döviz kazanılmıyordu,
yani ihracat yapamıyordu. Sonuçta Türkiye gibi
ülkeler, dışarıdan önemli bir ölçüde borç almaya
başladılar. Bildiğiniz gibi Meksika 1982'de iflasını
ilan etti. Aslında Türkiye'nin politikası daha önce
iflas etmişti. Ancak Türkiye'deki politikacılar
cesaret edemedikleri için azar azar bir takım
borçlanmalarla ve ayak oyunlarıyla 'ithal ikameci'
politikayı devam ettirmeye çalıştılar. Şimdi şunu
söylemek lâzım; aslında Türkiye'nin 'ithal ikameci'
politikası dünyadaki benzerlerinden çok farklı
olmamasına rağmen, Türkiye'deki poliü-kacılann
korkaklığı, cesaretsizliği ve inisiyatif alamamaları
ve tabi içerideki sanayicilere ve onların
yarattıkları orta sınıfa, ayncalıklı bir işçi
grubuna, siyasi olarak çok bağımlı olmaları,
inisiyatifi alıp politikaları değiştirememeleri
anlamına geldi. Dolayısıyla bu 'ithal ikameci'
politikanın gereğinden çok daha fazla ve uzun
sürmesine yol açıldı. Yine bildiğiniz gibi ancak
1980 darbesinden sonra yavaş yavaş 'ithal ikameci'
politikanın bazı yönleri kaldırıldı, değişirildi ve
ondan sonra Gümrük Birliği ivmesi altında bu
politikalar tamamen ortadan kalktı. Demek ki
Türkiye'de siyasi değişiklikler veya Türkiye'nin
kendi özelliği bu iktisadi politikaların
değişiminde, serüveninde çok fazla rol oynamamıştır.
Kabaca baktığınızda Türkiye'nin politika
değişiklikleriyle, dünyadaki değişiklikler arasında
biı paralellik var. Belki zamanlama açısından,
uygulamanın spesifik noktaları açısından, devlet
elitiyle içerideki sanayicilerin ilişkileri
açısından farklılıklar bulunabilir. Ama bunları
iktisadi aşamaların kaba çizgisi çok da fazla
etkilememiş.
Y. Türkiye: Sayın Hocam, Cumhuriyetin ilk
yıllarında yapılan 'İzmir İktisat Kongresinin,
zamanın şartlarına ve Türk ekonomisinin
gerçeklerine uyan bir model çalışması veya model
denemesi olduğu ileri sürülür. Siz bu görüşe
katılıyor musunuz? İzmir İktisat Kongresi'nin o
günkü ekonomik yapı gözönü-ne alındığında, Türk
ekonomisine ne gibi etkileri olmuştur?
Çağlar Keyder: Bence izmir iktisat Kongresi
sonradan abartılan bir olaydır. Unutmayın ki,
Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlet ve kendisini
ispatlamaya çalışan bir devlet. Kendini kanıtlama
çabasında bir devlet tabi ki Avrupa'ya birtakım
mesajlar vermeye çalışıyor. Ben bu kongrenin bu tür
mesajlan vermek için ortaya çıktığını düşünüyorum.
Yalnız şunun akını çizmek lâzım: Bu kongre niye
izmir'de yapılıyor? Unutmayın ki, Osmanlı
İmparatorluğu'-nun dışarı en açık şehri İzmir'dir.
1800'lü yıllardan itibaren yani Osmanlı
İmparatorluğu ihracata başladığı yıllardan
itibaren, dışarıdan sermaye almaya başladığı zaman
izmir bu sürecin başını çekmiştir, ilk demiryolları
oraya yapılmış, en büyük ihracat limanı orada
mevcut ve en çok dış sermaye oraya geliyor. Ayrıca
Türk tarihinin unuttuğu, unutturmaya çalıştığı daha
önemli bir olay da İzmir'in her zaman kozmopolit
bir şehir olduğudur. Nüfusun önemli bir bölümü
yabancı ve yarısından fazlası gayrimüslimlerden
oluşmuştur. Bildiğiniz gibi Kurtuluş Savaşı'mn
sonucunda izmir'deki bu yabancı ve gayrimüslim
nüfus önemli ölçüde
kayboluyor, ölüyor, sürülüyor, kaçıyor. Oturdukları
mahalleler terkediliyor. Şimdi bu tür bir imajın
Avrupa'ya verdiği mesajı düşünün. Kongredeki bu
imaja Türkiye'nin bu gibi işlerle meşgul olmak
istemediğini belirten bir mesajı içeriyor.
Dolayısıyla bu kongreyi izmir'de yapmanın sembolik
bir anlamı var. 'Siz olanlara bakmayın, biz yabancı
sermayeyi istiyomz. İzmir'i tekrar canlandıracağız
vs..' gibi bir mesaj verilmek istenmektedir.
Nitekim 1920'lere bakarsanız, o yıllarda -5 yıl gibi
kısa bir dönem de olsa- yabancı sermayenin hiçte
utangaç olmadığını, cesur bir şekilde Türkiye'ye
girdiğini hatta o zamana kadar Rum vatandaşlann
elinde olan bir takım ticari ve sanayi
faaliyetlerin 1920'lerde yabancı sermayenin kurduğu
şirketler tarafından satın alındığını görmek
mümkün. Öyleyse bu izmir Kongresi sonradan
iktisadi politikanın oluşumundaki rolünün
abartılmasına rağmen sembolik olarak önemli bir
olgudur.
Y. Türkiye: Sayın Hocam Cumhuriyetin ilk yıllarında
çok sözü edilen "karma ekonomi" modelini biraz
açarmısınız? Sizce bu "karma ekonomi" neleri
içeriyor?
Çağlar Keyder: 'Karma ekonomi'dediği-miz aslında,
devletin kendi olanaklarıyla birtakım sanayi
yatınmlarını özendirmesi veyahut bazı durumlarda
kendisinin sanayi alanına girmesidir. Bu hiç
anormal bir şey değildir, bunun dünyada bir sürü
benzer örnekleri var. Devletler her zaman
kendilerini rekabetçi bir dünya ortamında
bulduklarında ve de devletin içinde yaşayan
insanların bir takım yaünmları yapmalarının
olanaksız olduğunu düşündükleri durumlarda, kendi
kaynaklarıyla birtakım gerekli gördükleri
sektörlerde yatırımlannı yapıyorlar. Bunu Almanya,
Rusya, italya ve Japonya da yapmıştır. 19. yüzyılda
bu tür örnekleri bulmak mümkün. Aynı şekilde 20.
yüzyılda gelişen ülkelerin 'ikinci dalgası'
diyebileceğimiz Latin Amerika ülkelerinde, bazı
Uzakdoğu ülkelerinde Ortadoğuda aynı şeyleri
görüyoruz. Özetle, devlet bir takım yatırımlar
yapıyor çünkü bireylerin özel sektörün bu tür
yatınmlara henüz hazır olmadıklarını düşünüyor.
Aslında deevletin yaptığı bu yatınmlar özel sektörün
yararına olması düşünülen politikalar. Çünkü bu
yatırımlarda daha ucuza girdi temin ediliyor, ithal
edilen girdilere nazaran daha güvenli bir girdi
akışını sağlıyorlar, vs.. Şimdi Türkiye'deki olayın
özgüllüğü nedir? Türkiye'deki olayda (devletçilik,
devletin yaptığı) yatırımlar sadece serbest
piyasanın veya özel birikim potansiyelinin
gelişmesine yönelik değil, aynı zamanda devletin
çeşitli düzeylerde toplum üzerindeki kontrolünü
büyütcü, güçlendirici bir mahiyet taşımaktadırlar.
Örneğin devlet kendisini stratejik bulduğu sahalara
yöneltmiş, bunları daha sonra bireylere terket-meye
karşı çok direnç göstermiş. Devlet kendisini,
isühdam ettiği emekçilere yönelik belirli bir
ittifak içersinde görmüş, dolayısıyla sadece
iktisadi yatırım anlamında değil aynı zamanda
sosyal politika olarak yatırımcılığı benimsemiş.
Yani devletçilik veya karma ekonomi dediğimiz olay
devletin kendi mantığını, önceliklerini
güçlendirici bir gelişme mi? Yoksa liberal ekonomiye
yönelik zamanı geldiğinde terk edilecek bir süreç mi
olduğunu iyi değerlendirmek lazım. Türkiye'deki
uygulaması özellikle daha sonra da ortaya çıktığı
gibi, devletin ve devleti kontrol eden siyasi
sınıfların devlet yatırımlannı kendi çıkarlan için
ve iktidarlarını sürdürmek için kullandıkları bir
duruma dönüşmüştür. Bu nedenle karma ekonomi olayı
bir sürü ülkede daha rahat bir şekilde terkedil-mesine
rağmen, Türkiye'de bunun çözülmesi çok büyük bir
direnç yaratmıştır. Bunun nedenini de daha önceki
sorunuza cevap verdiğim gibi, Türkiye'nin
özgüllükleri olarak düşünüyorum. Bu özgüllüklerin
içinde benim gördüğüm en önemlisi ise, Türkiye'deki
devlet geleneğidir. Türkiye -okul kitaplarında da
söylenir ya- asker millettir vs.. Gerçekten
Türkiye'de öyle bir devlet geleneği var ki, devletin
vatan-daşa güveni çok az yine devletin kontrolü
elin-deffkaçırma korkusu çok büyük. Bu nedenle
sözkonusu ettiğimiz karma ekonomi sadece bir
ekonomik model değil aynı zamanda da devletin kendi
ola'naklarını güçlendirme çabası olarak
düşünülmelidir.
Y. Türkiye: Efendim, 1950'den sonra, yani çok
partili demokratik düzene geçişin tarihi olarak
ileri sürülen 50'den sonra oluşan siyasi yapı
ekonomiye nasıl yansıdı? 1960 darbesinin
arefesindeki ekonomi tartışmalarının hangi boyutta
olduğunu değerlendirir misiniz?
Çağlar Keyder: Devletçi ekonominin ortaya
çıkmasından itibaren yani karma ekonomi olarak
sorduğunuz yapının ortaya çıkmasıyla, devletin
kendisme ait olarak telakki ettiği sektör ile onun
dışındaki sektör arasındaki belirli ilişkiler
sözkonusu. Artık özel sektör gelişmeye başladıktan
sonra sözkonusu özel sektör devletin elindeki
sektörlerden kendisine pay almaya çalışıyor. Yani
bazı durumlarda devletin kontrolünün dışına çıkmaya
çalışıyor. İşte bu 1950'li yıllardaki önemli kavga
biraz da bundan kaynaklanıyor. O yıllarda devletin
dışında kalan sektörü -en azından söylem olarak-
destekleyen bir siyasi iktidar sözkonusu. Fakat bir
yandan ekonominin ve yönetimin üstü yine devletin
elinde. Devletin kurmuş olduğu kurumlar ve sanayi
işletmeleri hâlâ ekonomiye hakim. Dolayısıyla bir
yandan devletin dışında gelişen özel sektörün
kendisine yeni yer açması sözkonusu. Diğer yandan da
devletin siyasi politika açısından devlet dışındaki
özel sektörü desteklemeye çalışması durumu var. Tabi
bu çok büyük bir tartışma ortaya çı-kanyor.
Bildiğiniz gibi 1960 darbesiyle ilgili yorumlardan
bir tanesi de budur. Hükümet politikaları devlet
sektörünü tahdit edici bir mahiyete girdi ve de
devletin kendi elemanları var; bunların arasında
ordu mensupları, bürokratlar, devlet kurumlarının,
iktisadi teşek-külerin personeli mevcut. Onlar
kendilerini ikincil bir pozisyona düşmüş olarak
gördüler ve bu nedenle de hükümet politikalarının
devlet lehine değişmesini savundular. Bu gelişme o
dönemde Demokrat Parti-Halk Partisisi ikilemi
olarak yaşandı. Genellikle de devletle
özdeşleştiklerini düşünen insanlar Halk Partisi'ni
tutar oldular. Yine o yorumları hatırlarsanız 60
darbesinin devletin güdümünü zayıflatmaya yönelik
politikalara karşı olan insanlar tarafından
istendiği, tercih edildiği ve desteklendiği söz
konusudur. Daha öncede söylediğim gibi Devlet
Planlama Teşkilatı'nın kurulması genelde devletin
gücünün yeni kurumsallaşmalarla güçlenmesini ve
Menderes döneminin politik/ideolojik açılımına karşı
bir hareket olarak görmek mümkün.
Y. Türkiye: Yine 1960 darbesinden sonra plan
mı-pilav mı' tartışmalarını görüyoruz. Bu
tartışmanın sebebi neydi? 'Pilavcılar' olarak
nitelendirilen grup kimlerden oluşuyordu?
Çağlar Keyder: Bu bahsettiğiniz 'plan mı, pilav mı'
tartışması da yukarıda söylediğim aynı olayın bir
parçasıdır. Yani devletin güdümü ne güçte devam
etsin? Devlet yatırımları ve politikaya ne ölçüde
hakim olsun. Yalnız burada ikilemli diyebileceğimiz
'plan-pilav' şeklinde özetlenen tartışmanın
gözönüne almadığı üçüncü bir gelişme ortaya çıkıyor.
Tam da bu döneme rastlayan bu gelişme devletle çok
içice olan bir büyük sanayici grubun ortaya
çıkmasıdır. Esasında 'pilavcılar' olarak
nitelenenler küçük sanayicilerdi. Piyasa ortamında
kendilerinin başarıya ulaşabileceğini düşünen ufak
yatınmcılardı. Oysa bu dönemde ortaya çıkan çeşitli
holding grupları Koç, Yapı Kredi ve Sabancı gibi
gruplar esasında 'pilavcı' değildirler. Çünkü onlar
büyük çapta yatırım yapacaklarından, devletle iyi
geçinmeye mecburdular. Ayrıca devletin 1960 öncesi
politikaları tam olarak 'korumacı', 'ithal ikameci',
'teşvikçi' olmasa dahi bu tür politikalara
ihtiyaçları olduklarının farkındaydılar ve bu
nedenle de devletin güçlenmesi işlerine geliyordu.
Yani Sabancı, Koç ve Yapı Kredi vesaire gibi büyük
holdinglerin o dönemlerde 'pilavcı' olduğunu
söylemek çok yanlış olur. Onlar farklı bir 'dev-let-özel'
sektör ittifakını tercih ediyorlardı. Bu bir nevi
Bismark döneminden sonra ortaya çıkan Alman devleti
ile Alman sanayicilerinin arasındaki ilişkiye benzer
bir ilişkidir bu. Esasında bu üçlü yapının 1960'dan
sonra da devam ettiğini görüyoruz. Bir yanda
devletin inisiyatifini çeşitli nedenlerle tercih
eden ve siyasi, iktisadi olarak bunun doğru
politika olduğunu söyleyen, devletle çok özdeşleşmiş
bir grup, bir yanda ufak yatırımcılar; piyasaya bel
bağlamış ve mümkün olduğu kadar devleti dışta
tutmaya çalışan 'pilavcılar' diğer yandan da üçüncü
bir grup; giderek Türkiye'nin sanayi yapısına ve
gelişmesine damgasını vuran bir grup. Bunlar büyük
holdingler ve yine devlet teşvikinin ve
sübvansiyonunun devletin bazı yerlerde yatırımının
devam ettirmesinin önde gelen savunucuları oldular.
Aslında sözünü ettiğimiz 'pilavcıların' dışında
kalan sektörlerin arasındaki zrmmî ittifak,
Türkiye'nin daha önce bahsettiğimiz 'ithal
ikamecili'ğini zamanında bırakamamasında çok büyük
rol oynadı.
Y. Türkiye: Efendim, Türk ekonomisi açısından en
önemli dönemlerinden biri olan 1973-80 dönemine
gelmek istiyorum. 1973'de OPEC'in petrol fiyatlarını
dört katına çıkarma kararı bütün dünyada önemli
değişikliklere yol açmıştı. Bunun Türkiye'ye ne gibi
etkileri olmuştur?
Çağlar Keyder: Bahsettiğiniz petrol fiyatları olayı
kanımca abartılıyor. Çünkü 'ithal ikameci'liğinin
krize girmesinin esas nedeni petrol fiyatları
değildi. Petrol fıyatlan belki bunu hızlandırdı
çünkü o Türkiye gibi ülkelerin ticaret dengelerinin
aleyhine dönmesi gibi bir etken oldu. Ancak ticaret
dengeleri zaten Türkiye'nin aleyhine dönüyordu.
Daha önce de belirttiğim gibi Türkiye'nin kurduğu
sanayi yapısıyla dışarıya ihracat yapmamn imkanı
yoktu. Dolayısıyla giderek modernleşen ve sanayi
girdilerine ihtiyaç duyan bir ekonomisi hâlâ 19-
yüzyılda ihraç ettiği tütün, fındık vs. gibi
ürünlerden döviz kazanmaya çalışıyordu. Unutmayın ki
daha bu dönemde turizm de gelişmemişti. Yine
Türkiye'nin yurtdışına gönderdiği işçilerden geri
dönen döviz miktarı da 1 milyar doların altında idi.
Bu nedenlerle 'ithal ikameciliğin' devamına zaten
imkan yoktu. Çünkü ithalat -ihracat dengesinin
sürmesi imkansızdı. Tabi tüm bunların üzerine petrol
fiyatlarının yükselmesi dahi Türkiye'nin ve Türkiye
gibi diğer ülkelerin 1970'lerde ortaya çıkan kriz
eğiliminden kurtulmasını beklemek çok yanlış olurdu.
Y.Türkiye: Son olarak Türk ekonomisinin yeni bir
yaklaşımı ya da ekonomik modelde revizyon olarak
nitelen 24 Ocak Kararlarının Türk ekonomisine
getirdikleri ve götürdükleri neler olmuştu. O
kararlardan bugüne arta kalanlar nelerdir?
Çağlar Keyder: Aynı şekilde düşünürseniz, 24 Ocak
Kararlan da kendi içinde abartılacak bir olay değil
çünkü bu dönemde Türkiye gecikmiş olarak bir takım
'ithal ikameci' 'devletçi' pratiklerden
vazgeçiyordu. Aslında Türkiye'nin bu dönüşümde.geç
kaldığı söylenebilir. 24 Ocak Kararları gayet tabii
ki çok cesura-ne alımış bir pakettir. Fakat bence bu
kararlardaki cesaret, yeni bir iktisat politikası
paketi oluşturmak anlamındaki bir cesaret değildir.
Dünya konjonktüründe oluşan iktisat politikasına
ayak uydurmak kolay bir şeydir. Herkes ne yapılması
gerektiğini biliyor, IMF'de söylüyor, tüm dünya
ülkeleri de gerçekleştiriyor. Burada asıl cesaret
Türkiye'de siyasi dengelerin getirdiği kısıtlamalara
rağmen ortaya atılmış bir paketin istikrarlı bir
şekilde savunulmasından kaynaklanıyor. Bu da tabi
darbe ortamından bağımsız bir şekilde düşünülemez.
Türkiye'de neredeyse 600-700 bin kişi gözaltına
alınmış, sıkı yönetim devam ediyor ve bu ortamda 24
Ocak Kararlar'ını bir şekilde Türkiye'ye kabul
ettirmek siyasi anlamda daha kolay fakat başta da
söylediğim gibi bu kararların arkasında önemli bir
cesaret olduğunu da göz ardı etmemek lazım. Çünkü
hâlen de görüyoruz, Türkiye'de siyasi ilişkiler o
kadar grift ve siyasi durağanlık o kadar güçlü k:,
bütün bunlara rağmen yeni bir şey yapmak her zaman
çok zor. Bu nedenle de 24 Ocak Kararlarımn esas
önemli boyutu siyasi düğümü ve açmazı aşabilmesi...
Y. Türkiye: Çok teşekkür ederim efendim.
Çağlar Keyder: Ben teşekkür ederim...
|