Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

75 Yılda Türk Ekonomisi/Röportaj 

Prof. Dr. Çağlar Keyder 

Y. Türkiye: 75 yıllık sürece bakıldığın­da Türk ekonomisinin, fiziki, yapısal değişik­liklere uğradığı, çeşitli iktisat politikalarının uygulandığı, değişik stratejilerin denendiği görülüyor. Bir ülke ekonomisi için böylesine bir hareketlilik, değişiklik ne gibi avantajlar getirir, ne gibi handikaplar içerir? 

Çağlar Keyder: Öncelikle şu tespiti yap­mak lâzım; bu bir seçim değil. Çünkü aynı dö­nemde çeşitli ülkelerde farklı ekonomik politi­kalar uyguladılar aynı aşamalardan geçtiler. Buna bir bakıma mecburdular, içinde bulun­dukları dünya koşulları farklı politikalar uygu­lamaya yöneltiyordu. Nitekim Türkiye'nin se­rüvenine paralel bir şekilde, 1. Dünya Sava-şı'ndan sonra aşağı yukarı 5-10 yıllık bir belir­sizlik döneminden söz etmek mümkün. Çünkü bu dönemde 19. yüzyılın liberal ekonomisi ye­niden kurulacak mı, kurulmayacak mı? diye bir tereddüt var. 19. yüzyıl İngiltere'sinin hego-manyası altında gelişen serbest ticaret, serbest sermaye hareketleriyle özetlenebilecek liberal iktisat 1920lerde kendisine uygun kurumsal desteği tam anlamda bulamıyor. O nedenle de bir belirsizlik var fakat ülkeler bu dönemde he­nüz kapanmaya, kendi iktisadi politikalarını oluşturmaya, daha içe dönük bir gelişmeyi uy­gulamaya hazır değiller. Bunu ancak 1929-39'da ortaya çıkan, 'iktisadi buhran' dönemin­den sonra görebiliyoruz. O dönemde Türkiye gibi Latin Amerika ülkeleri, Ortadoğu ülkeleri hatta gelişmiş ülkelere baktığımızda, Avru­pa'da bir ölçüde Amerika'da kısmi bir kapan­ma görüyoruz. Bu kapanma sadece dış ticare­tin oran olarak azalması, sermaye hareketleri­nin önemli çapta düşmesinde değil, aynı za­manda devletin ikisadi alanda çok daha büyük bir rol oynaması hissediliyor. 1930'larda Ame-rikada -ki o dönemde dünyanın en güçlü eko­nomisine sahip durumda- devletin iktisadi po­litikalarda birtakım düzenlemelere başvurdu­ğunu söylemek mümkün. Roosweld hüküme­tinin sanayi, özellikle de tanmı kontrol etmek için, oradaki rekabeti kısıtlamak, fiyatları istik­rarlı tutabilmek için bir kartelleştirme politika­sına gittiğini görüyoruz. Türkiye'deki anlamda, devletin bizzat kendisinin yatınm yapıp devlet­çi bir sanayi inşa ettiğini görmüyoruz ama, kontrol açısından devlet ve piyasa arasındaki dengenin kesinlikle devletin lehine geliştiği bir durum söz konusu. Buna paralel olarak Türki­ye gibi gelişen ülkelerde de, devletin çok daha fazla iktisadi alanda olduğu, piyasayı kontrol etmek amacıyla bir sürü yeni politikalar geliş­tirdiğini ve bazı ülkelerde de kendi adına yatı­rım yaptığı, sanayiyi tevik ettiği bir durum sözkonusu. Bu yüzden Türkiye'nin fazla bir özgüllüğü yok. Türkiye iktisadi politikalar açı­sından çok benzer bir çizgiyi takip ediyor. Ay­nı şekilde savaşın bittiği 1945'lerden sonra devletin piyasayı güdümüne aldığı dönemin, bu tür kontrolcü politikaların yavaş yavaş  terkedildiğini görüyoruz. Nitekim Türkiye'de de bildiğiniz gibi 1945'lerden sonra önce yavaş, daha sonra Demokrat Parti döneminde daha hızlı bir şekilde piyasaya öncelik verme gibi bir çaba sözkonusu. Türkiye'nin çok farklı ve özgül olmadığını söylemiştim. Fakat 1945 son­rası dönemde Türkiye gibi gelişme potansiyeli yüksek 3'üncü dünya ülkelerinin biraz ayrıca­lıklı duruma geldiklerini görüyoruz. Bu ülkelerin önemli bir kısmında, Amerika kendi inisi­yatifiyle veyahutta zımmı kabulüyle daha plan­lı bir ekonominin yerleşmesini teşvik ediyor.

Örneğin; Hindistan, Mısır, Filipinler, 1950'ler-den sonra birtakım Latin Amerika ülkeleri. Bi­liyorsunuzdur, Türkiye'de de planlamanın baş­laması 1960 darbesinden öncedir. Gerçi o dö­nemde DP bunu fazla ifşa etmemiştir çünkü kendileri ideolojik olarak çok daha piyasa yan­lısı görünmeye mecburdular. Fakat bir yandan o zamanki OECD'nin ve de Amerika'nın teşvi­kiyle 1957'den itibaren bir planlama bürosu kurmuşlardır. Bu nederîe 1960 darbesinden sonra çok önemli bir politika değişikliği oldu­ğunu söylemek yanıltıcı olur. 1950'lerin ortasından itibaren Türkiye'nin üzerinde baskı ve bir tür teşvik var. Menderes dönemine göre daha planlamacı, piyasanın tamamen kendi başına bırakılmadığı, makro dengelerin önce­den tahmine çalışılmadığı bir döneme giriyo­ruz. 1960'tan sonra yeni kurumlar da ortaya çı­kıyor. Bu yıllarda kurulan Devlet Planlama Teşkilatı neredeyse hükümetin ve kabinenin üstünde bir konuma oturtuluyor. Şimdi tekrar-layalım, 19ö0'dan sonra kurumsallaşarak orta­ya çıkan iktisadi politikaların dönüşümü yine Türkiye'nin çok farklı olduğunu göstermez, tam tersine diğer gelişen, sanayileşmeye çalı­şan ükelere çok yakın politikalarla, çok benzer iktisadi ortamlar yaratıyorlar. Devam edersek bu tür ülkelerde, yani bu planlama olayına sa­rılan, sanayileşme potansiyeli göreli olarak yüksek olan ülkelerde, önemli çapta bir başarı yakalanması sözkonusu, bir başka söyleyişle temel sanayi çabalarının başarılı olduğu görü­lür. Özellikle 60'ların sonu ve 70'lerin başında beyaz mallar dediğimiz dayanıklı tüketim mal­ları yerleşmeye başlıyor ve sonuçta bir 'orta sı­nıf oluşmaya başlıyor. Bildiğiniz gibi biz bu politikalar paketine 'ithal ikamecilik' diyoruz. İthal ikameciliğin özelliği, hesaplı bir şekilde ve belirli politikalara uygun yönde ülkenin ti-caret kalıplarını kontrol etmekten geçiyor. Bu­nu yaparken de ülke içersindeki sanayiciyi teş-vik ediyorsunuz, sonra onlar da bir şekilde-da-yanıkh tüketim mallarında olduğu gibi- başarı-ya ulaşmış oluyorlar. Türkiye'de, Hindistan'da, Meksika'da ve hatta Mısır'da bu paralel geliş­me 70'lerin başlarında ve ortalarında bir krize düşmüşlerdir. Çünkü bir anlamda yapay bir gelişmeydi bu. Dışandan gelebilecek olan, it­hal edilebilen mallan yasaklayıp onun yerine yerli üreticileri aym üretimi daha pahalı da ol­sa, daha az etkin teknolojiyle de olsa ülke için­de gerçekleştirecek yeni koşullar yaratmaya çalışıyorsunuz. Bunu yaparken de -Türkiye'de olduğu gibi- öyle bir sanayi sektörü geliştiri­yorsunuz ki, bu sektörün dışarıya ihracat yap­ması imkansızdı. Çünkü hiç kimse dışardan gelip de sizden Koç'un ürettiği buzdolaplarını, Anadol arabalarını satın almazdı, dışarıda çok daha iyisi ve ucuzu vardı. Türkiye halkı mec­bur olduğu için bu pazarda para harcıyor ve yerli sanayicileri zenginleştiriyordu. Daha son­ra öyle bir durum ortaya çıktı ki, sözünü ettiği­miz bu ithal ikameci politikaların devamı için devletin sürekli bu sektörü beslemesi gereki­yordu. Bu beslemeyi şu anlamda kullanıyo­rum; içerideki sanayi dışandan hem 'girdi' hem teknoloji satın almak mecburiyetindeydi. Yine Türkiye gibi ülkelerde petrol satın almak zo­rundaydı. Bunun karşısında hiçbir şekilde dö­viz kazanılmıyordu, yani ihracat yapamıyordu. Sonuçta Türkiye gibi ülkeler, dışarıdan önemli bir ölçüde borç almaya başladılar. Bildiğiniz gibi Meksika 1982'de iflasını ilan etti. Aslında Türkiye'nin politikası daha önce iflas etmişti. Ancak Türkiye'deki politikacılar cesaret ede­medikleri için azar azar bir takım borçlanma­larla ve ayak oyunlarıyla 'ithal ikameci' politi­kayı devam ettirmeye çalıştılar. Şimdi şunu söylemek lâzım; aslında Türkiye'nin 'ithal ika­meci' politikası dünyadaki benzerlerinden çok farklı olmamasına rağmen, Türkiye'deki poliü-kacılann korkaklığı, cesaretsizliği ve inisiyatif alamamaları ve tabi içerideki sanayicilere ve onların yarattıkları orta sınıfa, ayncalıklı bir iş­çi grubuna, siyasi olarak çok bağımlı olmaları, inisiyatifi alıp politikaları değiştirememeleri anlamına geldi. Dolayısıyla bu 'ithal ikameci' politikanın gereğinden çok daha fazla ve uzun sürmesine yol açıldı. Yine bildiğiniz gibi ancak 1980 darbesinden sonra yavaş yavaş 'ithal ika­meci' politikanın bazı yönleri kaldırıldı, değişirildi ve ondan sonra Gümrük Birliği ivmesi al­tında bu politikalar tamamen ortadan kalktı. Demek ki Türkiye'de siyasi değişiklikler veya Türkiye'nin kendi özelliği bu iktisadi politika­ların değişiminde, serüveninde çok fazla rol oynamamıştır. Kabaca baktığınızda Türki­ye'nin politika değişiklikleriyle, dünyadaki de­ğişiklikler arasında biı paralellik var. Belki za­manlama açısından, uygulamanın spesifik noktaları açısından, devlet elitiyle içerideki sa­nayicilerin ilişkileri açısından farklılıklar bulu­nabilir. Ama bunları iktisadi aşamaların kaba çizgisi çok da fazla etkilememiş. 

Y. Türkiye: Sayın Hocam, Cumhuriye­tin ilk yıllarında yapılan 'İzmir İktisat Kong­resinin, zamanın şartlarına ve Türk ekono­misinin gerçeklerine uyan bir model çalışma­sı veya model denemesi olduğu ileri sürülür. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? İzmir İktisat Kongresi'nin o günkü ekonomik yapı gözönü-ne alındığında, Türk ekonomisine ne gibi et­kileri olmuştur? 

Çağlar Keyder: Bence izmir iktisat Kong­resi sonradan abartılan bir olaydır. Unutmayın ki, Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlet ve ken­disini ispatlamaya çalışan bir devlet. Kendini kanıtlama çabasında bir devlet tabi ki Avru­pa'ya birtakım mesajlar vermeye çalışıyor. Ben bu kongrenin bu tür mesajlan vermek için or­taya çıktığını düşünüyorum. Yalnız şunun akı­nı çizmek lâzım: Bu kongre niye izmir'de yapı­lıyor? Unutmayın ki, Osmanlı İmparatorluğu'-nun dışarı en açık şehri İzmir'dir. 1800'lü yıllar­dan itibaren yani Osmanlı İmparatorluğu ihra­cata başladığı yıllardan itibaren, dışarıdan ser­maye almaya başladığı zaman izmir bu sürecin başını çekmiştir, ilk demiryolları oraya yapıl­mış, en büyük ihracat limanı orada mevcut ve en çok dış sermaye oraya geliyor. Ayrıca Türk tarihinin unuttuğu, unutturmaya çalıştığı daha önemli bir olay da İzmir'in her zaman kozmo­polit bir şehir olduğudur. Nüfusun önemli bir bölümü yabancı ve yarısından fazlası gayri­müslimlerden oluşmuştur. Bildiğiniz gibi Kur­tuluş Savaşı'mn sonucunda izmir'deki bu ya­bancı ve gayrimüslim nüfus önemli ölçüde kayboluyor, ölüyor, sürülüyor, kaçıyor. Otur­dukları mahalleler terkediliyor. Şimdi bu tür bir imajın Avrupa'ya verdiği mesajı düşünün. Kongredeki bu imaja Türkiye'nin bu gibi işler­le meşgul olmak istemediğini belirten bir me­sajı içeriyor. Dolayısıyla bu kongreyi izmir'de yapmanın sembolik bir anlamı var. 'Siz olanla­ra bakmayın, biz yabancı sermayeyi istiyomz. İzmir'i tekrar canlandıracağız vs..' gibi bir me­saj verilmek istenmektedir. Nitekim 1920'lere bakarsanız, o yıllarda -5 yıl gibi kısa bir dönem de olsa- yabancı sermayenin hiçte utangaç ol­madığını, cesur bir şekilde Türkiye'ye girdiğini hatta o zamana kadar Rum vatandaşlann elin­de olan bir takım ticari ve sanayi faaliyetlerin 1920'lerde yabancı sermayenin kurduğu şir­ketler tarafından satın alındığını görmek müm­kün. Öyleyse bu izmir Kongresi sonradan ikti­sadi politikanın oluşumundaki rolünün abartıl­masına rağmen sembolik olarak önemli bir ol­gudur. 

Y. Türkiye: Sayın Hocam Cumhuriyetin ilk yıllarında çok sözü edilen "karma ekono­mi" modelini biraz açarmısınız? Sizce bu "karma ekonomi" neleri içeriyor? 

Çağlar Keyder: 'Karma ekonomi'dediği-miz aslında, devletin kendi olanaklarıyla birta­kım sanayi yatınmlarını özendirmesi veyahut bazı durumlarda kendisinin sanayi alanına gir­mesidir. Bu hiç anormal bir şey değildir, bu­nun dünyada bir sürü benzer örnekleri var. Devletler her zaman kendilerini rekabetçi bir dünya ortamında bulduklarında ve de devletin içinde yaşayan insanların bir takım yaünmları yapmalarının olanaksız olduğunu düşündük­leri durumlarda, kendi kaynaklarıyla birtakım gerekli gördükleri sektörlerde yatırımlannı ya­pıyorlar. Bunu Almanya, Rusya, italya ve Ja­ponya da yapmıştır. 19. yüzyılda bu tür örnek­leri bulmak mümkün. Aynı şekilde 20. yüzyıl­da gelişen ülkelerin 'ikinci dalgası' diyebilece­ğimiz Latin Amerika ülkelerinde, bazı Uzakdo­ğu ülkelerinde Ortadoğuda aynı şeyleri görü­yoruz. Özetle, devlet bir takım yatırımlar yapıyor çünkü bireylerin özel sektörün bu tür yatınmlara henüz hazır olmadıklarını düşünüyor. Aslında deevletin yaptığı bu yatınmlar özel sektörün yararına olması düşünülen poli­tikalar. Çünkü bu yatırımlarda daha ucuza gir­di temin ediliyor, ithal edilen girdilere nazaran daha güvenli bir girdi akışını sağlıyorlar, vs.. Şimdi Türkiye'deki olayın özgüllüğü nedir? Türkiye'deki olayda (devletçilik, devletin yap­tığı) yatırımlar sadece serbest piyasanın veya özel birikim potansiyelinin gelişmesine yöne­lik değil, aynı zamanda devletin çeşitli düzey­lerde toplum üzerindeki kontrolünü büyütcü, güçlendirici bir mahiyet taşımaktadırlar. Örne­ğin devlet kendisini stratejik bulduğu sahalara yöneltmiş, bunları daha sonra bireylere terket-meye karşı çok direnç göstermiş. Devlet ken­disini, isühdam ettiği emekçilere yönelik belir­li bir ittifak içersinde görmüş, dolayısıyla sade­ce iktisadi yatırım anlamında değil aynı zaman­da sosyal politika olarak yatırımcılığı benimse­miş.  

Yani devletçilik veya karma ekonomi de­diğimiz olay devletin kendi mantığını, öncelik­lerini güçlendirici bir gelişme mi? Yoksa liberal ekonomiye yönelik zamanı geldiğinde terk edilecek bir süreç mi olduğunu iyi değerlen­dirmek lazım. Türkiye'deki uygulaması özel­likle daha sonra da ortaya çıktığı gibi, devletin ve devleti kontrol eden siyasi sınıfların devlet yatırımlannı kendi çıkarlan için ve iktidarlarını sürdürmek için kullandıkları bir duruma dö­nüşmüştür. Bu nedenle karma ekonomi olayı bir sürü ülkede daha rahat bir şekilde terkedil-mesine rağmen, Türkiye'de bunun çözülmesi çok büyük bir direnç yaratmıştır. Bunun nede­nini de daha önceki sorunuza cevap verdiğim gibi, Türkiye'nin özgüllükleri olarak düşünü­yorum. Bu özgüllüklerin içinde benim gördü­ğüm en önemlisi ise, Türkiye'deki devlet gele­neğidir. Türkiye -okul kitaplarında da söylenir ya- asker millettir vs.. Gerçekten Türkiye'de öyle bir devlet geleneği var ki, devletin vatan-daşa güveni çok az yine devletin kontrolü elin-deffkaçırma korkusu çok büyük. Bu nedenle sözkonusu ettiğimiz karma ekonomi sadece bir ekonomik model değil aynı zamanda da devletin kendi ola'naklarını güçlendirme çaba­sı olarak düşünülmelidir. 

Y. Türkiye: Efendim, 1950'den sonra, yani çok partili demokratik düzene geçişin ta­rihi olarak ileri sürülen 50'den sonra oluşan siyasi yapı ekonomiye nasıl yansıdı? 1960 darbesinin arefesindeki ekonomi tartışmaları­nın hangi boyutta olduğunu değerlendirir mi­siniz? 

Çağlar Keyder: Devletçi ekonominin ortaya çıkmasından itibaren yani karma eko­nomi olarak sorduğunuz yapının ortaya çık­masıyla, devletin kendisme ait olarak telakki ettiği sektör ile onun dışındaki sektör arasında­ki belirli ilişkiler sözkonusu. Artık özel sektör gelişmeye başladıktan sonra sözkonusu özel sektör devletin elindeki sektörlerden kendisi­ne pay almaya çalışıyor. Yani bazı durumlarda devletin kontrolünün dışına çıkmaya çalışıyor. İşte bu 1950'li yıllardaki önemli kavga biraz da bundan kaynaklanıyor. O yıllarda devletin dı­şında kalan sektörü -en azından söylem ola­rak- destekleyen bir siyasi iktidar sözkonusu. Fakat bir yandan ekonominin ve yönetimin üs­tü yine devletin elinde. Devletin kurmuş oldu­ğu kurumlar ve sanayi işletmeleri hâlâ ekono­miye hakim. Dolayısıyla bir yandan devletin dışında gelişen özel sektörün kendisine yeni yer açması sözkonusu. Diğer yandan da devle­tin siyasi politika açısından devlet dışındaki özel sektörü desteklemeye çalışması durumu var. Tabi bu çok büyük bir tartışma ortaya çı-kanyor. Bildiğiniz gibi 1960 darbesiyle ilgili yorumlardan bir tanesi de budur. Hükümet politikaları devlet sektörünü tahdit edici bir mahiyete girdi ve de devletin kendi elemanla­rı var; bunların arasında ordu mensupları, bü­rokratlar, devlet kurumlarının, iktisadi teşek-külerin personeli mevcut. Onlar kendilerini ikincil bir pozisyona düşmüş olarak gördüler ve bu nedenle de hükümet politikalarının dev­let lehine değişmesini savundular. Bu gelişme o dönemde Demokrat Parti-Halk Partisisi ikile­mi olarak yaşandı. Genellikle de devletle özdeşleştiklerini düşünen insanlar Halk Partisi'ni tutar oldular. Yine o yorumları hatırlarsanız 60 darbesinin devletin güdümünü za­yıflatmaya yönelik politikalara karşı olan insanlar tarafından istendiği, tercih edildiği ve desteklendiği söz konusudur. Daha öncede söylediğim gibi Devlet Planlama Teşkilatı'nın kurulması genelde devletin gücünün yeni ku­rumsallaşmalarla güçlenmesini ve Menderes döneminin politik/ideolojik açılımına karşı bir hareket olarak görmek mümkün. 

Y. Türkiye: Yine 1960 darbesinden son­ra plan mı-pilav mı' tartışmalarını görüyo­ruz. Bu tartışmanın sebebi neydi? 'Pilavcılar' olarak nitelendirilen grup kimlerden oluşu­yordu? 

Çağlar Keyder: Bu bahsettiğiniz 'plan mı, pilav mı' tartışması da yukarıda söylediğim aynı olayın bir parçasıdır. Yani devletin güdü­mü ne güçte devam etsin? Devlet yatırımları ve politikaya ne ölçüde hakim olsun. Yalnız bura­da ikilemli diyebileceğimiz 'plan-pilav' şeklin­de özetlenen tartışmanın gözönüne almadığı üçüncü bir gelişme ortaya çıkıyor. Tam da bu döneme rastlayan bu gelişme devletle çok içi­ce olan bir büyük sanayici grubun ortaya çık­masıdır. Esasında 'pilavcılar' olarak nitelenen­ler küçük sanayicilerdi. Piyasa ortamında ken­dilerinin başarıya ulaşabileceğini düşünen ufak yatınmcılardı. Oysa bu dönemde ortaya çıkan çeşitli holding grupları Koç, Yapı Kredi ve Sabancı gibi gruplar esasında 'pilavcı' değil­dirler. Çünkü onlar büyük çapta yatırım yapa­caklarından, devletle iyi geçinmeye mecbur­dular. Ayrıca devletin 1960 öncesi politikaları tam olarak 'korumacı', 'ithal ikameci', 'teşvikçi' olmasa dahi bu tür politikalara ihtiyaçları ol­duklarının farkındaydılar ve bu nedenle de devletin güçlenmesi işlerine geliyordu. Yani Sabancı, Koç ve Yapı Kredi vesaire gibi büyük holdinglerin o dönemlerde 'pilavcı' olduğunu söylemek çok yanlış olur. Onlar farklı bir 'dev-let-özel' sektör ittifakını tercih ediyorlardı. Bu bir nevi Bismark döneminden sonra ortaya çı­kan Alman devleti ile Alman sanayicilerinin arasındaki ilişkiye benzer bir ilişkidir bu. Esa­sında bu üçlü yapının 1960'dan sonra da de­vam ettiğini görüyoruz. Bir yanda devletin ini­siyatifini çeşitli nedenlerle tercih eden ve siya­si, iktisadi olarak bunun doğru politika olduğunu söyleyen, devletle çok özdeşleşmiş bir grup, bir yanda ufak yatırımcılar; piyasaya bel bağlamış ve mümkün olduğu kadar devleti dışta tutmaya çalışan 'pilavcılar' diğer yandan da üçüncü bir grup; giderek Türkiye'nin sana­yi yapısına ve gelişmesine damgasını vuran bir grup. Bunlar büyük holdingler ve yine devlet teşvikinin ve sübvansiyonunun devletin bazı yerlerde yatırımının devam ettirmesinin önde gelen savunucuları oldular. Aslında sözünü et­tiğimiz 'pilavcıların' dışında kalan sektörlerin arasındaki zrmmî ittifak, Türkiye'nin daha ön­ce bahsettiğimiz 'ithal ikamecili'ğini zamanın­da bırakamamasında çok büyük rol oynadı. 

Y. Türkiye: Efendim, Türk ekonomisi açısından en önemli dönemlerinden biri olan 1973-80 dönemine gelmek istiyorum. 1973'de OPEC'in petrol fiyatlarını dört katına çıkarma kararı bütün dünyada önemli değişikliklere yol açmıştı. Bunun Türkiye'ye ne gibi etkileri olmuştur? 

Çağlar Keyder: Bahsettiğiniz petrol fi­yatları olayı kanımca abartılıyor. Çünkü 'ithal ikameci'liğinin krize girmesinin esas nedeni petrol fiyatları değildi. Petrol fıyatlan belki bu­nu hızlandırdı çünkü o Türkiye gibi ülkelerin ticaret dengelerinin aleyhine dönmesi gibi bir etken oldu. Ancak ticaret dengeleri zaten Tür­kiye'nin aleyhine dönüyordu. Daha önce de belirttiğim gibi Türkiye'nin kurduğu sanayi ya­pısıyla dışarıya ihracat yapmamn imkanı yok­tu. Dolayısıyla giderek modernleşen ve sanayi girdilerine ihtiyaç duyan bir ekonomisi hâlâ 19- yüzyılda ihraç ettiği tütün, fındık vs. gibi ürünlerden döviz kazanmaya çalışıyordu. Unutmayın ki daha bu dönemde turizm de ge­lişmemişti. Yine Türkiye'nin yurtdışına gön­derdiği işçilerden geri dönen döviz miktarı da 1 milyar doların altında idi. Bu nedenlerle 'ithal ikameciliğin' devamına zaten imkan yoktu. Çünkü ithalat -ihracat dengesinin sürmesi imkansızdı. Tabi tüm bunların üzerine petrol fiyatlarının yükselmesi dahi Türkiye'nin ve Türkiye gibi diğer ülkelerin 1970'lerde ortaya çıkan kriz eğiliminden kurtulmasını beklemek çok yanlış olurdu. 

Y.Türkiye: Son olarak Türk ekonomisi­nin yeni bir yaklaşımı ya da ekonomik model­de revizyon olarak nitelen 24 Ocak Kararları­nın Türk ekonomisine getirdikleri ve götür­dükleri neler olmuştu. O kararlardan bugüne arta kalanlar nelerdir? 

Çağlar Keyder: Aynı şekilde düşünürse­niz, 24 Ocak Kararlan da kendi içinde abartıla­cak bir olay değil çünkü bu dönemde Türkiye gecikmiş olarak bir takım 'ithal ikameci' 'dev­letçi' pratiklerden vazgeçiyordu. Aslında Tür­kiye'nin bu dönüşümde.geç kaldığı söylenebi­lir. 24 Ocak Kararları gayet tabii ki çok cesura-ne alımış bir pakettir. Fakat bence bu kararlar­daki cesaret, yeni bir iktisat politikası paketi oluşturmak anlamındaki bir cesaret değildir. Dünya konjonktüründe oluşan iktisat politika­sına ayak uydurmak kolay bir şeydir. Herkes ne yapılması gerektiğini biliyor, IMF'de söylü­yor, tüm dünya ülkeleri de gerçekleştiriyor. Burada asıl cesaret Türkiye'de siyasi dengelerin getirdiği kısıtlamalara rağmen ortaya atılmış bir paketin istikrarlı bir şekilde savunulmasın­dan kaynaklanıyor. Bu da tabi darbe ortamın­dan bağımsız bir şekilde düşünülemez. Türki­ye'de neredeyse 600-700 bin kişi gözaltına alınmış, sıkı yönetim devam ediyor ve bu or­tamda 24 Ocak Kararlar'ını bir şekilde Türki­ye'ye kabul ettirmek siyasi anlamda daha ko­lay fakat başta da söylediğim gibi bu kararların arkasında önemli bir cesaret olduğunu da göz ardı etmemek lazım. Çünkü hâlen de görüyo­ruz, Türkiye'de siyasi ilişkiler o kadar grift ve siyasi durağanlık o kadar güçlü k:, bütün bun­lara rağmen yeni bir şey yapmak her zaman çok zor. Bu nedenle de 24 Ocak Kararlarımn esas önemli boyutu siyasi düğümü ve açmazı aşabilmesi... 

Y. Türkiye: Çok teşekkür ederim efen­dim. 

Çağlar Keyder: Ben teşekkür ederim...

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005