Cumhuriyet Dönemi Öncesi Türkiye İktisat Tarihi
Türklerin Anadolu'ya gelişi 11'inci yüzyılın ikinci
yarısı başlarındadır. Selçuklular, 1040 yılından
hemen sonra batıya hareketle İran'ı ele geçirip, o
zaman Rey adıyla anılan şimdiki Tahran'ı kendilerine
başkent yapmışlar, bir kısmı İran'da kalmış, diğer
kısmı 1071 yılında Bizanslılarla yapılan savaşı
kazandıktan sonra Anadolu'nun içerlerine
yürümüşlerdir.
Selçuklu Türkleri büyük bir çoğunlukla göçebeydiler.
Yavaş yavaş köylere, kasaba ve şehirlere
yerleştilerse de şehirlerde sanat ve ticaret uzun
süre, Türk ve Müslüman olmayan yerli halkın elinde
ve tekelinde kaldı.
Bu durum böyle sürüp giderken 13'üncü yüzyılın
başlarında, Çin'in kuzeyi ile kuzey-batısında ortaya
çıkan yepyeni bir güç, on onbeş yıl içinde dünya
siyasi haritasını alt üst etti. Bu güç, Cengiz Han
(1155-1227) başkanlığındaki Moğollardı.
Tarih sahnesine birdenbire çıkan Cengiz Han, 1215'de
dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olan Çin'e
saldırıp başkent Pekin'i ele geçirdi ve Çin
İmparatorluğunu ortadan kaldırdı. Koca Çin
İmparatorluğu bu selin hızını kesemedi; Cengiz bu
defa batıya, o zaman Türkistan ve Horasan
bölgelerine hakim olan bir Türk devletine,
Harzemşahlara saldırdı. 1218-1220 arasında, o çağın,
Türklerle meskun, uygar ve çok gelişmiş Buhara,
Semerkand, Taşkent şehirlerini yerle bir etti, halkı
kılıçtan geçirdi.
Tarihin bu en korkunç insan kırımından kaçış, yani
Orta Asya'dan Anadolu'ya göç, bu yüzden başladı.
Bu insan kırımından kaçanların bir kısmı o zaman
Selçuklular hakimiyetinde bulunan İran'da, geçici ya
da temelli olarak kalmışlardı; Ama büyük parça
Anadolu'ya girdi. Bunların büyük çoğunluğunu, Harzem
bölgesi şehir ve kasabalarının esnaf ve sanatkarları
oluşturuyordu.
İran ve Anadolu'da sanat ve ticaretin bu göçten
sonra canlılık kazanması da bu kanıyı
desteklemektedir.
Asya'dan gelme bu sanatkar ve tüccar Türklerin,
yerli tüccar ve sanatkarlar karşısında
tutunabilmeleri, aralarında teşkilatlanıp dayanışma
sağlamaları, bu yolla iyi, sağlam ve standard mal
yapıp satmaları ile mümkün olabilirdi. İşte bu
zorunluluk, dini-ahlaki kuralları fütüvvet-namelerde
zaten mevcut olan bir esnaf ve sanatkar dayanışma ve
kontrol kuruluşunun, yani ahiliğin (*) kurulması
sonucunu doğurdu.
Şeyh Nasrüddin Ahi Evran, deri işçiliğinde ve
teşkilatçılıkta son derece başarılıydı. Bu alandaki
literatür, Anadolu'da ahiliğin kuruluşunda onun
başlıca rolü oynadığını yazmaktadır. Zaten batıya
göç eden bu Türkler arasında Mevlana Celaleddin Rumi
ve Hacı Bektaş Veli gibi bilge kişiler de vardı.
Prof. Dr. Mikail Bayram'a göre; Ahi Teşkilatının
başmimarı, derici esnafının piri, devrinin önde
gelen fikir ve aksiyon adamı "Ahi Evren Hace
Nasiru'd-din Mahmut" ile ünlü Nasreddin Hoca aynı
kişidir. Ahi Evran, Mevlana'nın oğlu olan müridi
Alaeddin Çelebi ile birlikte, 1261 yılında Kırşehir
emiri Nurettin Caca tarafından öldürülmüşlerdir.
Öldürülmesinin nedeninin Türk-Moğol Mücadelesi
ve/veya Afakilik-Enfüsilik çekişmesi olduğu ileri
sürülmektedir.
Ahiler Birliği mensuplarına tezgah başında sanat,
zaviyelerde edep öğretmenin, Müslümanlara özgü
olarak sürüp gelmesi 18'inci yüzyıla kadar devam
etmiş, fakat Osmanlı Devletinin, 1683 İkinci Viyana
Bozgunundan sonra ardı ardına gelen askeri
yenilgilerle zayıflaması karşısında, bu Müslüman ve
gayr-i Müslim ayırımı daha fazla sürdürülememiş,
esnaf ve sanatkarların mesleki dallarının giderek
çeşitlenmesinin doğurduğu ihtiyacın da bir ölçüde
dayatmasıyla farklı dindeki kişiler arasında ortak
çalışma zorunluluğu doğmuştur.
Bu, din ayırımı gözetilmeden kurulan, eski
niteliğinden fazla bir şey kaybetmeyen yeni
organizasyona da "gedik" (**) denmiştir.
Diğer taraftan Avrupa'da (öncelikle İngiltere'de) 15
ve 16'ıncı yüzyıllarda başlayan, ekonomik,
demografik, kültürel ve siyasal değişimler giderek
yeni bir üretim biçiminin ortaya çıkıp gelişmesini
zorlamaktaydı. Bu gelişimin sonucu olarak 18'inci
yüzyılda önce İngiltere'de, daha sonra da sırasıyla
Hollanda, Fransa, Almanya ve öteki Avrupa
ülkelerinde çağımızın hakim üretim biçimi olan
fabrika sanayi denilen yeni bir sanayi tipi egemen
olmaya başladı.
Fabrika sanayi üretim biçimi, birçok özellikleri ile
küçük sanatlar ve küçük sanayi tipinden
ayrılmaktadır. Bu üretim biçiminin karakteristik
özellikleri şunlardır:
a) Üretim, işgücünden ve el emeğinden çok
sermaye ve makineye dayanmaktadır.
b) İşletmeler hacim bakımından çok büyüktür.
c) Üretim, seri ve kitle halinde yapılmaktadır.
Ürünler standard ve
belirli niteliklerde üretilmekte ve çok sayıda
insanın ihtiyaçlarını karşılayabilecek
ölçülerdedir.
d) Üretim tekniği ve üretimde kullanılan
araçlar bilimin son bulgularına göre daima
gelişmekte ve ilerlemektedir.
e) İşletmelerde ekonomik ve teknik işbölümü son
derece ilerlemiştir. Bunun sonucu olarak idare
edenle üretimi yapan gruplar arasında farklılaşmalar
ortaya çıkmıştır.
f) İşletme içinde üretim ve iş ilişkileri küçük
sanatlar ve küçük sanayiden tamamen farklı esaslara
göre kurulmuştur.
g) Üretimin amacı rasyonel ve verimli bir
çalışma ile kar elde etmekdir. Kazanç ve karlılık,
işletme içindeki bütün faaliyetleri düzenleyen ve
belirleyen en önemli motiftir.
Ana hatları ile yukarıda belirtilen bu özellikler,
fabrika sanayinin, küçük sanatlar ve küçük sanayi
üretim biçiminden farklı olduğunu göstermektedir.
15 ve 16'ncı yüzyıllarda başlayıp 18'inci yüzyıla
kadar devam eden oluşumun sonucunda, Birinci Sanayi
Devrimi (1760-1840) denilen ve ilk defa İngiltere'de
görülen yeni sanayileşme hareketi doğmuştur. Bu
sanayinin, eski toplumların üretim sistemleri olan
sanatlar ve küçük sanayi üzerinde çok büyük olumsuz
etkileri olmuştur. Aslında modern anlamda
sanayileşme süreci, geleneksel toplum yapıları için
bir çeşit sosyal depremdir. Bu depremden hasar
görmeyen, değişikliğe uğramayan sosyal hayat alanı
kalmamıştır. Bu cümleden olarak, sanatlar ve küçük
sanayi faaliyet alam da büyük değişimler
yaşamıştır.
Küçük sanatlar ve küçük sanayide üretim daha ziyade
el emeğine ve becerisine dayanmaktadır ve üretimin
kalitesi ve miktarı da bu emeğin imkanları ile
sınırlıdır. Buna karşılık fabrikasyon tipi
üretiminde esas unsur makinedir. Makinenin üretim
kapasitesi insanlar tarafından istenildiği kadar
ayarlanabilmektedir.
İşte bir taraftan standart, yani tek tip ve çok
sayıda üretim, diğer taraftan ucuz ve kaliteli ürün
yapabilmekle, büyük sanayi bütün sektörlerde hakim
duruma gelmiştir. Fabrika sanayine oranla teknolojik
Üstünlüğe ve sermayeye sahip olmayan küçük sanatkar
ve sanayicinin büyük işletmelerle rekabetine imkan
kalmamıştır. Bunun sonucunda birçok küçük işletme ya
tamamen piyasadan çekilmek ya da faaliyet alanlarını
sınırlandırmak, mahalli ve kısmi kalmak durumuna
düşmüştür.
Fabrika üretim tarzı, mekan bakımından sınırlı bir
yerde birçok işgücünü çalıştırmak ve onlara geçim
sağlamak gibi bir üstünlüğe sahiptir. Ayrıca
gelişiminin ilk aşamalarında çok sayıda insan gücüne
ihtiyacı vardır. İşte bu ihtiyaç, ortaçağ
Avrupası'nda bir taraftan köylü-çiftçi nüfustan
sağlanırken diğer taraftan küçük sanatlar ve küçük
sanayi kesiminden karşılanmıştır. Üstelik bu ikinci
kaynak birincisine oranla daha üstün kalitede insan
gücüne sahipti. Bu insan gücü çıraklar ve
kalfalardır. Bunlar 14 ve 15'inci yüzyıllarda lonca
sisteminin yozlaşmaya başlaması ile sistem içinde
huzursuz ve tatmin edilemeyen unsurlar haline
gelmişlerdi. Ustalarla olan eski samimi, içten ve
duygusal mesleki ilişkileri bozulmuştu. Çıkar
çatışmaları işletme içindeki birliği çözmüştü.
Bu şartlarda gelişen fabrikalar, ihtiyaçları olan
insan gücünü sağlamak üzere, küçük işletmelerdeki
çözülmüş, sistemden kopmuş, soğumuş çırak ve kalfa
gibi yarı kalifiye ve kalifiye unsurları kendine
çekmeye başladı.
Eski kasaba ve şehirlerde esnaf ve sanatkarların
toplanıp faaliyet gösterdiği çarşılar, sokaklar ya
da mahalleler, yavaş yavaş azalmaya ve daralmaya,
yerlerini fabrikalar ve işçi mahallelerine bırakmaya
başlamıştır artık..
Avrupa'da bu gelişmeler olurken, Osmanlı Devleti
acaba ne durumdaydı ?
Sanayi Devrimine kadar bütün ülkelerin ekonomik
yapıları üç aşağı beş yukarı birbirine benzerdi;
çünkü hepsi de tarımdan elde edilen verime bağlı bir
sınırlılık içindeydiler. Hatta, XV ve XVI'nci
yüzyıllar ile XVII. Yüzyılın ilk yarısına kadar Batı
Avrupa ülkeleri henüz makineli üretim dönemine
giremediklerinden Osmanlı Sanayi batıya oranla daha
üstün sayılabilirdi. Ancak, ulaşım ve haberleşme
imkanlarının bugüne nispetle son derece kısıtlı,
ağır ve zor olduğu hesaba katılırsa üretilen ticari
emtianın, uzun mesafeleri hızla kat ederek yeni
katma değerler kazanması istisnai bir olaydı.
Osmanlılarda, çinicilik, dokumacılık ve gemi yapımı
çok ileri düzeylere ulaşmış, Türk çuhaları,
pamukluları, iplikleri, silahlan, deri ve cam
eşyaları, çinileri Avrupalı tacirlerin en çok
aradıkları ürünler olmuş, tersanelerde başta
Venedikliler olmak üzere çeşitli Avrupa ülkeleri
için büyük ve kuvvetli harp ve ticaret gemileri seri
halinde imal edilmiştir.
16'ncı yüzyıla kadar batı Avrupa ülkeleri doğunun
mallarını Osmanlı ülkesinden geçen ipek yolu
aracılığıyla edinmekte ve bu ticaretin transit
gelirleri imparatorlukta kalmaktaydı. Buna
fetihlerden ve deniz ticaretinden elde edilen
gelirler de eklenince, imparatorluk yüzyılın en
zengin ve en güçlü bir devleti haline gelmiştir.
Osmanlılar bu dönem içerisinde genel hatları
itibariyle üç esastan hareket eden bir iktisat
politikası izlemişlerdir.
İaşecilik prensibi (Provizyonizm) : Buna göre
iktisadi faaliyetin gayesi kardan ziyade insanların
ihtiyacını karşılamaktır. Üretilen mal ve hizmetler
bol, kaliteli ve ucuz olmalı, mal arzı en üst
düzeyde tutulmalıdır. Bu iktisadi faaliyete üretici
değil tüketici açısından bakan bir yaklaşımdır.
Gelenekçilik : Sosyal ve iktisadi ilişkilerde
zamanla oluşan dengeleri (üretim-istihdam) muhafaza
etmektir.
Fiskalizm : Hazine gelirlerini mümkün olduğu kadar
yüksek düzeylere çıkarmaktır.
Osmanlıların, modern kapitalist ilişkilere ters,
serbest piyasa sistemine aykırı böylesi bir tutucu
iktisat politikasını sürdürmeleri ve Ahilik
sistemine bağlılıklarını sıkı sıkıya muhafaza
etmeleri, Avrupa'nın gerisinde kalmalarının
nedenlerindendir. Avrupa'da gerçekleştirilen yeni
keşifler ve teknolojik ilerlemeler, 16'ncı yüzyıla
kadar ekonomik alanda eski çekim ve birikim
merkezlerinin alanlarını doğudan, özellikle Osmanlı
İmparatorluğu üzerinden batıya çekmiştir. Bir başka
anlatımla, doğunun malları ipek yoluyla İstanbul'dan
batıya pazarlanmak yerine, Ümit burnundan dolaşarak
(Ümit Burnunun keşfi : 1487) deniz yoluyla batı
Avrupa ülkelerinde doğrudan doğruya pazarlanma
imkanına kavuşmuştur. Böylece ticaretten elde edilen
gelirler de artık Osmanlı İmparatorluğunda
birikmemektedir.
Keşifler ve ticaret eski Avrupa küçük sanayinin
hızla imalat sanayine dönüşmesine yol açmış, Avrupa
bir yandan ham maddelerimize büyük bir müşteri
haline gelirken, öte yandan kitle üretimi yapmaya
başlayan yeni sanayi ile Osmanlı toplumunu büyük bir
tüketici pazarı haline getirmiştir.
Yabancı ülkelerle imzalanan ticari anlaşmalar
sonucunda, yabancılara çeşitli hukuki ve mali
ayrıcalıklar tanınması da Osmanlı sanayinin çöküşünü
hızlandıran etkenlerdendir.
Bu konuda Abdülbaki Gölpınarlı şunları yazmaktadır :
"Teknik ve yeni yaşama biçimi bir çok meslek
sahibinin işlerini bozmuş ve bir çok mesleklerde
ortadan kalkmaya başlamıştır: Meddahlar,
müneccimler, remmaller, cenaze peykleri, tutyacılar,
macuncular, aslancılar, ayıcılar, ok ve yay
yapanlar, zırhçılar, kum saatçıları, sorguçcular,
aynacılar, su yolcuları, arabacılar, sedef
işleyenler, kaşıkçılar, hakkak-lar, kalpakçılar,
mürekkepçiler, divitçiler, hilalciler..".
Böylece, yerli zenaat kolları bir yandan ham madde
kriziyle, öte yandan dış ticaret dengesindeki
bozukluk ve batıda ticaretin yapısında meydana
gelen köklü değişikliklerle temelinden
sarsılmıştır.
Osmanlı devleti işte böylesi bir ortamda, büyük
savaşların ve bazı ıslahat çabalarının içinde
18'inci yüzyıla girmiş, batı uygarlığı benimsenmek
istenmiş, Padişahlar ferdi yeteneklerine göre bazı
yenilik ve ıslahat denemelerinde bulunmuş, ancak
Osmanlı İmparatorluğunun, köklü ekonomik ve sosyal
yapısını değiştirebilme konusunda başarılı
olunamamıştır.
Buna rağmen, bu devrede imparatorluk dahilinde, Batı
ülkelerindekilere benzer sanayi kuruluşları da
gerçekleştirilmiştir.
Bunlardan önemli olanları şunlardır :
İzmit Fabrikası (Kuruluşu 1845), Çuha, askeri
elbiseler, istanbul'da Defterdar Feshane Fabrikası
(Kuruluşu 1835) Çuha, fes, battaniye, kravat.
Basmane Fabrikası. Fanila, kumaşlar.
Zeytinburnu Fabrikası (Kuruluşu 1855). Pamuklu,
emprime, pamuk, yün ve çorap.
Hereke Fabrikası (Kuruluşu 1845). Kadife, ipekli
kumaş. Seten. Beykoz Teçhizat-ı Askeriye Fabrikası
(Kuruluşu 1816). Askeri kunduralar, çizmeler,
palaskalar, fişeklikler.
Tophane Fabrikası. Tüfekler, tabancalar.
Beykoz încirköy Fabrikası. Porselen, cam fincan vs.
Bu kuruluşların çoğu, hem kötü yönetim, hem de
kapütülasyonlar nedeniyle kısa bir süre sonra
kapanmış ve ancak Bakırköy Bez Fabrikası, Feshane,
Hereke Mensucat, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası
gibi birkaç tesis ekonomik olmayan kuruluşlar
halinde Türkiye Cumhuriyeti'ne intikal etmiştir.
Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'ya
hammadde ve yiyecek maddeleri satan, oradan da
mamul madde alan bir ülke haline dönüşmüştür.
Yabancı sermaye Osmanlı İmparatorluğu'na 1845
yılında dış borç şeklinde, 1856 yılında da demiryolu
yatırımı şeklinde girmiştir. 1877 yılında kamu
borçlarının toplamı, faizleriyle birlikte milli
gelirin yarısından fazladır.
|