Ulus-Devletin Değişen işlevleri, Küreselleşme ve Ulus
Devlet
Globalleşme sürecini gerek olumlu gerekse olumsuz
değerlendirenlerin üzerinde durduğu ortak
nokta, ulus-devletin aşındırıldığı konusudur.
Burada sorulabilecek temel soru, "Ulus-devlet
aşınıyor ama nasıl ve hangi yönde?" olmalıdır.
Ulus-devletin aşındırıldığı konusu üzerinde duran
akademisyenler ulus-devletin aşağıya ve yukarıya
olmak üzere iki düzeyde aşındırıldığını belirtir:
Aşağıya doğru, yerel yönetimler önplana
çıkarılarak; yukarıya doğru, uluslararası resmi ve
gayri resmi örgüder aracılığıyla... Bu düzlemlerde
önplana çıkarılan kurum ve kuruluşlar da
ulus-devletin aşındırılma-sında etkin olarak
kullanılan araçlardır. Bu araçlar yardımıyla da
devletin birtakım işlevlerinde farklılaşmalar
olmaktadır. Eroğul, devletin zayıflatılmasında
birtakım stratejilerden bahseder. Bunlardan ilki
bölgesel oluşumlar yoluyla devletin doğrudan bu
örgütienmeler içerisinde eritilmesidir. ikincisi
devletin doğrudan parçalanmasıdır. Burada
globalleşme
önemli bir etkendir. Diğer yol ise devletin
egemenliğini50 parçalamaktır. Buna örnek
olarak IMF, Dünya Bankası gibi kurumların
politikaları gösterilebilir. Uluslararası konjonktür
de buna imkan tanımıştır. Egemenliği azaltmadaki
diğer faktör ise, yukarıda bahsedildiği şekliyle
yerelliğin önplana çıkarılmasıdır.
Ulus-Devletin Kaybettiği İşlevler
Ulus-devletin globalleşme sürecinde bazı işlevleri
değişmiştir. İşlevlerdeki bu değişim olumlu ve
olumsuz yaklaşımlar için de önemli bir farklılaşma
konusudur. Değişen işlevler bu iki yaklaşım
açısından farklı yorumlanmaktadır. Olumlular
ulus-devletin kaybettiği birtakım işlevlerden
hareketle, ulus-devletin ortadan kalktığını veya
kalkacağını ve bunun da olumlu bir gelişme olduğunu
belirtirken; olumsuz yaklaşımlar, işlevlerdeki bu
değişimlerden hareketle ulus-devletin ortadan
kalktığı sonucunun çıkarılamayacağını
belirtmektedir. Onlara göre, ulus-devletler
globalleşme sürecinde yeni birtakım işlevler
üstlenerek varlığını koruyacak ve global sistemin
temel aktörleri olma görevini sürdürecektir. Ayrıca
ulus-devletin ortadan kalkması en azından bazı
unsurlar için -çevre, yerel olma ve vasıfsız emek-
hiç de olumlu bir gelişme değildir. Ulus-devletin
ortadan kalması global ölçekte eşitsizliğin
kurumsallaşması anlamına gelmektedir.
Genel olarak olumsuz yaklaşımın bütün temsilcileri
u-lus-devletin ekonomik alandaki işlevlerinin büyük
bir bölümünü kaybettiğini belirtmektedir. Yitirilen
bu işlevler 1945 sonrasında Keynesçi iktisat
politikalarının benimsenmesi ile devletin ekonomik
alanda üsdendiği işlevdir. Bauman'a göre, sermayenin
değişmez bir yurdunun olmadığı ve finans akışının
büyük ölçüde hükümederin kontrollerini aştığı bir
dünyada, ekonomik politikanın kolu
kanadı kırılmıştır. Pierson'a göre, uluslararası
siyasi ekonomide son yıllarda görülen değişmelerin
iki önemli sonucu olmuştur. İlki, sermayenin
kazandığı uluslararası hareketliliğine uyum
sağlayamayan emek üzerinde pazarlık konumunu
güçlendirmesidir. İkincisi, müdahaleci devletin
otoritesinin ve pazarlık kapasitesinin zemininin
yok edilmesidir.
Bu durum ulus-devlederin ekonomik özerkliğine
kısıtlamalar getirmiş, ulusal ekonominin global
ekonomiye uyarlanmasını doğurmuştur. Tek tek
devletlerin kendi sınırlan içinde ve boyunca süren
ekonomik faaliyederi, düzenlemeleri gün geçtikçe
daha az mümkün olmaya başlamıştır. Devleder
sermayenin kendi ülkesinde yatinm yapmasını sağlamak
için cazip bir ortam yaratmak konusunda diğer
devlederle çetin bir rekabete girmiştir. Kendini iç
ve dış yatırımcılar için daha cazip kılmaya çalışan
devlet, işgücü piyasalarını, ulaşım yapısını, vergi
yapısını hatta eğitim müfredatını bu misafirlere
uygun hale getirmeye çalışmaktadır. McGrew, bu
değişimleri
ulus-devletin sonunun geldiğinin habercisi olarak
görmektedir. Bu çerçevede McGrew, ulus-devletin
otoritesini, özerkliğini, doğasını ve yeterliliğini
tehlikeye atan dört özgül tehdit tanımlamaktadır:
Devletin yeterliliğine tehdit: Devletin
vatandaşlarının çıkarlarının ve refahının
belirleyicisi kendi dışında güçler olmaya
başladığından, ulus-devlet kendi yurttaşlarının
kaderini giderek daha az belirleyebilir olmuştur.
Devletin biçimine tehdit: Yaşanan gelişmeler, ulus-devlederin
artan ölçüde uluslararasılaşmasına neden olmuştur.
Ulus-devleder, devlederarası politikaları
belirleyebilmek için uluslararası forumlar etrafında
konumlanmaya başlamıştır.
Devletin özerkliğine tehdit: Globalleşme, devlet
yöneticilerinin siyasi seçeneklerini keskin biçimde
kısıdamışür. Ekonominin kontrolünden çıkması ile
ulus-devleder politika üreten olmaktan çıkıp,
giderek daha çok hazır politikaları uygulayan haline
gelmiştir.
Devletin otoritesine tehdit: Globalleşmenin,
ulus-devletin yeterliliğini ve özerkliğinin
temellerini aşındırması, hükümetin etkinliğini
dolayısıyla da devletin meşruiyetinin ve
otoritesinin temellerinin aşınmasına neden
olmuştur.
Ancak Pierson, global piyasalara bu denli bağlı
oluşun ille de devletin faaliyederinin gerilemesi
anlamına gelmediğini, yatırımlar için elverişli
ortamın hazırlanmasında devletin belli alanlara
katılmasının gerektiğini belirtmiştir.
Global ekonomide yaşanan değişimin doğal sonucu o-larak
ulus-devletin kapasitesinin azaldığını ve bu azalışı
devletin ekonomiye müdahale yollarının değişmesinde
gören Cerny, bunun devlet yansımasını "refah
devletten rekabet devletine" dönüş olarak
nitelendirmekte ve gidişi şu şekilde özetlemektedir:
"Çağdaş dünyada, devlederin ve ekonomilerin
etkileşim yollarında kökten değişmeler olmuştur.
Özellikle uluslararasılaşan etkenler, üç değişimi
zorlamıştır:
1. Makro ekonomik müdahalecilikten mikro ekonomik
müdahaleciliğe bir kayma; bu durum paradoksal
olarak hem yasal sınırların dışına çıkarılmasında
hem de sanayi politikalarında kendini gösterir;
2. Bu müdahaleciliğin odağının kalkınmadan ve genel
görece üstünlüğü elinde tutma amaçlı bir dizi
"stratejik" veya "temel" ekonomik faaliyederin
sürdürülmesinden farklılaşmış ve hızla evrilen
ulus-lan piyasalardaki rekabetçi koşullara esnek
tepki vermeye yani "rekabet" üstünlüğünü sağlamaya
kayması;
3. Parti ve hükümet politikalarının odak
noktasının, ülke içindeki refahın genel maksimizas-yonundan
hem özel sektörde hem de kamu sektöründe girişimin,
yenilenmenin ve kârlılığın teşvikine
kayması."
Cerny'nin refah devletinden rekabet devletine geçiş
sürecinde devlet "minimal devlet" konumuna
indirgenmiştir.
Refah devleti II. Dünya Savaşı'ndan sonra
sanayileşmiş ve gelişmiş ülkelerde çalışan kesimler,
iş dünyası ya da işverenler ve devlet arasında
varılan bir uzlaşmaya ba'ğlı olarak ortaya
çıkmıştır. Bu durum devletin toplumsal rol ve
işlevini kapsandı bir şekilde değiştirirken, siyasal
rejim, hızlanmış ve demokratikleşme sürecine
girmiştir. 1970'lerden itibaren netleşen
kapitalizmin bunalımı, refah devletinin de bunalımı
olarak nitelendirilerek devletin ekonomik
faaliyetlerinden çekilmesi ve küçülmesi
politikaları uygulamaya konmuştur. Devletin
bunalımı, kamu tasarruflarının devletin üstlendiği
işlevleri yerine getirememesi olarak kendini
göstermiştir. Bu bağlamda refah devletinin bunalımı
mali temele dayanmaktadır. Refah devletinin çöküşü,
kaçınılmaz olarak kapitalizmin bir düzen olarak her
yönü ile yeniden yapılanması sorununu gündeme
getirmiştir. Bu yeniden yapılanma süreci içerisinde
devletin radikal bir şekilde küçülmesi ileri
sürülmektedir. Devletin küçülmesi özelleştirme,
pazarın koşulsuz egemenliği gibi değerleri önplana
çıkarmıştır. Kazgan, devletin ekonomik alandaki
değişen işlevlerini bu değişimde etkin olarak
kullanılan araçlarla bir bütünsellik içinde ele
almaktadır. Öncelikle de devletin ekonomik alanda
müdahale ve koruma işlevi ortadan kaldırılmıştır.
Bu amaç doğrultusunda özelleştirme stratejik bir
araç olarak genştkilmiştir. Keynesçi refah devleti
KİT'leri oluşturarak teknolojik önderlik
gerektiren maliyeti veren maliyeti ve rizikosu
yüksek alanlarda -özel teşebbüsün cesaret edemediği
alanlarda- ve aynı zamanda kân düşük alanlarda
yatırım yaparak özel girişimi özendirmeyi
amaçlamıştır. 1980 ve sonrasında benimsenen liberal
iktisadi politikalar ile KİT'lerin tasfiyesine
dayanan özelleştirme politikaları benimsendi.
Özelleştirme politikaları ilke olarak zarar eden
KİT'lerin daha verimli hale getirilmesi için özel
girişimciye devredilmesi olarak sunulmuştur.
Globalleşme süreciyle birlikte ulus-devletin bazı
işlevlerini kaybettiği görüşünü savunanlar, başta
ekonomik alan olmak üzere pek çok geleneksel aracın
ortadan kalkmasının ya da yapı değiştirmesinin,
ulus-devlet kadar veya ondan daha güçlü hükümetler
dışı örgütlerin ve çok uluslu şirketlerin öne
çıkmasının, toplum kesimlerinin devletten
beklentilerinin değişmesinin, teknoloji, iletişim
ve bilgi alanlarında ulaşılan ve önüne geçilmez bir
hal alan ilerlemelerin olmasının, devletin varlığı
nedeniyle büyük öneme sahip askeri savunma yönünün
asgari düzeye inmesinin ulus-devlet aleyhine
gelişmeler olduğunu savunmaktadır. Bacık'a göre,
kendi ülkesinde özelleştirme hareketleriyle
müdahale yeteneğini kaybeden devlet, uluslararası
alanda da hükümet dışı örgütlere, sivil
inisiyatiflere ve çok-uluslu şirketlere geri adım
atmıştır. The
Economist'e göre globalleşme sürecinde ulus-devletin
giderek etkinliğini yitirmesi üç önemli gelişmeye
bağlıdır:
Ekonomik olarak; mal ve hizmetlerin, iletişim ve
ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler nedeniyle ülke
sınırları dışında kolaylıkla ulaşılabilir hale
gelmesi, ulus-devletin kendi kendine yeterli olma
ilkesini geçersiz hale getirmesi,
Askeri olarak; kara harekâtları ile yapılan
savaşlara uçak ve füzelerin katılmasıyla ve
ulus-devletin kendi sınırları içinde, sınırlarını
korumaya .dayalı savunma anlayışının kendini güvende
hissedemeyecek bir noktaya gelmesi,
Bilgi teknolojisindeki gelişme sayesinde diğer
devletler ve uluslar hakkında hızlı ve geniş bilgi
edinme imkanlarıyla insanların birbirine yaklaşması,
ulus-devletlerin kendine özgü ideolojik
ayrıcalıklarını kaybetmesi anlamına gelmektedir.
Ulus-Devletin Koruduğu/Kazandığı İşlevler, ulus
Devlet Anlayışı
Bu yaklaşımın temsilcileri, yukarıda bahsedilen ve
ulus-devletin kaybettiği birtakım işlevleri olduğu
görüşünü kabul etmekle birlikte hâlâ birtakım
işlevlerini koruduğunu; aynı zamanda birtakım yeni
roller üstlendiğini belirtmektedir. (Ulus Devlet
Makale)
Ulus-devlet hâlâ meşru şiddet araçlarını kullanma
tekeline sahiptir. Bu işlev globalleşme sürecinde
önemli bir yere sahiptir. Çünkü globalleşme sürecine
karşı geliştirilebilecek tepkilerin denetim altında
tutulması için kullanılmasa bile, bu tepkilerin
caydırılmasında şiddet araçları ulus-devletin elinde
önemli bir ikna aracıdır. Bu işlevle bağlantılı
olarak ulus-devlederin günümüzde koruduğu diğer bir
işlev, ulusal güvenliği sağlama işlevidir. Bu
görevi yerine getirmesi için de devletin meşru
şiddet araçlarını kullanma tekeline sahip olması
gerekir.
Ulus-devletin ayrıca globalleşme sürecinde
değişikliğe uğrayan, sınırlı olarak koruduğu bir
diğer işlevi sınırların kontrolü işlevidir. Bu nüfus
ve vasıfsız emeğin denetimi ile ilgili bir işlevdir.
Sınırların kontrolü, bu yaklaşıma göre dünyadaki
eşitsizliğin sürdürülmesinde önemli bir işleve
sahiptir. Ulus-devletin bu bağlamda koruduğu diğer
bir işlevi ise temsil işlevidir. Ulus-devlet
meşruluğunu ve egemenliğini sınırları altında
tuttuğu nüfusu, temsil işlevinden alır. Ulus ötesi
firmalar, dünyayı dönüştürmek kapasitesine sahip
olsalar da globalleşmiş ekonomik sistemi büyük
krizlere düşürmeden sürdürebilecek bir regülasyon
sistemi geliştirmekte ve ona meşruiyet sağlamakta
yetersiz kalmaktadır. Böyle bir sisteme meşruiyet
sağlayabilecek uluslararası sistemin aktörleri
günümüzde ancak ulus-devletler olabilir.
Uluslararası yönetişim mekanizmalarının
meşruiyetini sağlayan temel kurumlar
ulus-devletlerdir.
Ulus-devlederin koruduğu diğer bir işlev ise
teknolojilerin gelişmesi için gerekli olan AR-GE
projelerine gerekli olan en büyük finansman
desteğini sağlamaktır. Ulus-devletin global ölçekte
en büyük finans gücüne sahip olması -merkez ülkeler
açısından bu geçerlidir- özellikle çok-uluslu
şirketlerin gelişmesini sağlayan teknolojik
yatırımlarda başat rol oynaması ve aynı zamanda
bunlara global ölçekte meşruiyet sağlaması işlevi
ulus-devletin globalleşme süreci ile ortadan
kalkmadığına dair olumsuz yaklaşımlar için temel
verilerdir.
Ulus-devlet günümüzde hâlâ büyük harcamalar
yapmakta, büyük vergiler toplamakta ve büyük
borçlar almaktadır. Aynı zamanda büyük bir
işverendir. Devlet sadece emek satın almaz, ayrıca
büyük sermaye projelerine fon sağlar, alt yapı
çalışmalarını üstlenir. Devletin üretim sürecinde
gerilemesi; aynı ölçüde tüketici olma, yani mal ve
hizmet alma sürecinde aynı ölçüde ilerlemesi
demektir. Daha çok tüketici olarak ekonomide
piyasaya girerek yine yer alır. Hatta savunma gibi
belli sektörlerde bazı özel şirketlerin tek
müşterisi devlettir. Dolayısıyla devletin ekonomi
üzerindeki müdahalesinde bir yok oluş değil, bir
farklılaşma ya da bir yeniden yapılanma söz
konusudur. Günümüzde pek çok gelişmiş devletin,
ekonomideki en büyük ve en belirleyici aktör rolü
devam etmektedir. Ulus-devletin vergi alması hâlâ
ulusaldır. Devlet, ya para politikasında olduğu gibi
doğrudan doğruya ekonomiyle, ekonomik aktör olarak
etkide bulunmakta ya da sağlık hizmeti şeklindeki
sosyal politikalarda olduğu gibi dolaylı olarak
ekonomik sürece etkide bulunmaktadır. Ulus-devlet
hem toprak sahibi, hem de sermaye sahipliği görevini
sürdürmektedir. Devlet, 20. yüzyılda her
ulus-devlette farklı derecelerde de olsa büyüyüp,
büyük bir işveren haline gelmistir. Ekonominin
devletin yasal müdahale alanından çıkması birdenbire
olmuş bir olay değildir. Geçtiğimiz son 20 yılın
devlet reformlarının başlıca amaçlarına
bakıldığında, bunlardan birinin piyasalara ve
rekabete daha fazla ağırlık vererek devletin yetki
alanını ve devlet elindeki tekeli kırmak olduğu
görülür.
Ulus-devletin globalleşme sürecinde iki temel
düzlemde, alttan ve üstten aşındırılmasına karşın
tam bu noktada yeni bir rol üstlenmektedir. Hirst ve
Thomson bu yeni rolü şu şekilde ifade etmiştir:
"Paradoksal bir şekilde dünya ekonomisi
uluslararasılaştığı ölçüde ulus-devlet ihtiyacı
ortaya çıkar fakat ulus-devletler geleneksel
görünümleri ile tek egemen güç olarak değil,
uluslararası yönetişim düzeyleri ve gelişmiş
dünyanın eklemlenmiş halkaları arasındaki
kaçınılmaz bir bağlantı mekanizması olarak belirir.
Devlederin, yukarı doğru uluslararası düzeye; aşağı
doğru ulus-alü ajanlara dağıtma pratikleri ve
politikaları yönetim sistemini birarada tutacak
eklem yerleridir. Ulus-devlet bu 'birleşme'
işleminin merkezidir."
Bahsedilen bu ulus-üstü ve ulusal örgütlenmelerin
bir güç odağı olarak belirmesinde neredeyse
ulus-devletin kendi egemenliğine rakip olarak
güçlenmesinde ve bunların global ölçekte meşruiyet
kazanmasında ulus-devlet merkezi bir rol oynar. Bu
örgütlenmelere ulus-devlet egemenliğinin bir kısmını
gönüllü olarak teslim edip zayıflar gibi
algılanırken; öte yandan globalleşme sürecinde
temel aktör olarak varolma çabasında bu
örgütlenmeleri kullanır. Bu yüzden bu örgütlenmeler
globalleşme sürecine bir tepki görünümü de
kazanmaktadır.
|