Klasikler ve Adam Smith Ulusların Zenginliği
Adam Smith Ekonomi
Bugünkü konumuz klasik ekol ile Adam Smith. Bundan
önce giriş niteliğinde bir konuşma yapacağım. Burada
ilgileneceğimiz şey biraz da politik iktisat.
İktisadın ilk hali aslında politik iktisat. Daha
sonra aritmetiğin girmesiyle birlikte başka bir
iktisat okuyoruz. Özellikle neo-klasik iktisat
okuduğumuz bu dönemde, iktisadı sadece aritmetikten
veya matematikten ibaret sanmamak lazım; çünkü
yaptığımız bir çok şeyin altında ister istemez
tercihler söz konusu. Bu anlamda normatif veya
pozitif iktisadın ayrımına baktığımızda, bilim;
1. Ne olması gerektiğiyle ilgilenir
2. Ne olup bittiğiyle ilgilenir.
İktisada sosyal bilimler içinde baktığımızda daha
çok ne olması gerektiğiyle ilgilenen bir bilim dalı
olarak karşımıza çıkıyor. Politik iktisada
baktığınızda öncelikle belirlenen a priori sistemi
var. Yani, kafada öncülerimiz var. Hatta biraz da
iktisadın bilim olup olmaması bu anlamda
tartışılır. Bu anlamda siyasal tercihlerin de işin
işine girdiğini düşünürsek, iktisat pozitif iktisat
olma niteliğine hep öykünse de normatif niteliği
karşımıza çıkıyor. Yani eninde sonunda işin içine
ideoloji giriyor. Bu anlamda baktığımızda, bilimsel
olma niteliği tartışılan bir dalla birlikteyiz. Ama
zaten başka da bir çaresi yok; çünkü eninde sonunda
bir ekonomi politikası uygulamaya girdiğiniz anda
işin içine siyaset de giriyor. Örneğin, enflasyonu
indirme politikası uyguladığınızda ister istemez
işin içine birtakım siyasal tercihler koyuyorsunuz.
Ne gibi? Kamu harcamalarını kısmak, para arzını
kısmak demek. Bunlar aslında sadece politika gibi
görünse de işin içinde bir siyasal tercih var.
Neden? Kamu harcamalarının kısılmasıyla gelir
dağılımıyla oynarsınız. Enflasyon keza öyle.
Enflasyonu destekleyen bir politika uy
gülüyorsanız, enflasyon belli bir gelir aktarımıdır;
sabit gelirlilerden, yatırım yapmayan kesimden
yatırım yapan kesime gelir aktarımıdır. Türkiye'de
de böyle olmadı mı? Uyguladığınız bir politikanın
sadece teknik olmasının olanağı yoktur.
Bu söyleşilerle aslında kapitalizmin tarihinde
gezineceğiz. Aslında bu biraz da insanlığın
serüveni. İktisadın heyecan verici tarafı da bu.
Baktığınız zaman kabilelerden gelen, feodalizme
devinen, imparatorluklara ve krallıklara dönüşen;
oradan ulus-devlete dönen ve son olarak da uluslar
üstü olarak, dünya küreselleşme denilen bir yere
doğru gidiyor. Dünya giderken kendi başına gitmiyor;
bizim siyasal tercihlerimizin sonucu olarak böylesi
bir sürece evriliyor. Doğal olarak geriye çevrilmesi
zor olan bir değişim. Ama bu gelişimde iktisat,
klasik iktisadın niteliğinde zamandan ve mekandan
kopuk bir bilim mi? Yoksa zamana ve mekana göre
değişen bir bilim mi? Zaman ve mekana göre değişen
bir bilimse, tarihsel süreci de etkileyen bir
bilimdir ki bu niteliği ile diğer ekollere de esin
kaynağı olmuştur.
Niye klasik iktisat ortaya çıkmış? Klasik okul
dediğimiz okul nasıl bir süreçte karşımıza çıkıyor?
18. yy. başlarına kadar olan dönemde kapital
birikmemiş durumda. Merkantilizmin ve
fizyokratların kapitalizm anlayışıyla klasiklerin
kapitalizm anlayışı birbirinden çok farklı.
Merkantilizm, ticari kapitalizmi oluşturma çabasında
olduğu için korumacılığa dayanan, elinde bulunan
değerli madenlerle ülkenin zenginliğini savunan,
biri kaybetmeden birinin kazanamayacağını öngören
bir sistem. Burada liberalizm yok. Devlet
müdahalesinin olduğu, ticari kapitali yaratmak için
devlet kontrolünün olduğu bir sistem. Bu aşamada
kapitalizmin gelişimi için gerekli otan liberalizm
henüz oluşmamış. Liberalizm aşamasına gelebilmesi
için, ticari kapitalin sanayi kapitalizmine
dönüşebilecek düzeye kadar gelişmesi gerekiyor.
Kapitalizmin gelişimi için liberalizm bir
gereklilik. 18. yy.'a geldiğimizde ticari kapital
yaratılmış, tarımdan gelen bir kapital var; bu
kapitalin sanayi devrimiyle birleşmesiyle, üretimin
çoklaşmasını görüyoruz ve bu üretimin pazar
istediğini görüyoruz. Bu haliyle kapitalizm veya
liberalizm merkantilizmin ölçülerindeki bir iktisadı
kaldıramamaktadır. Önünde herhangi bir engel
istemiyor. Dinle de hesaplaşmasını yapmıştır,
bireyin özgürlüğünü kısıtlayan her şeye karşı,
devleti o anlamda sorgulayan bir sisteme doğru
gidiyor. Bu etik anlamda bir şey değil; "İnsanlar
özgürleşsin, daha iyi bir dünyada yaşasın"dan
ziyade sermayenin önünü açmak. Çünkü özgürlüğe sekte
vurulduğu an, sermaye pazara gidemiyor. Bu yeni
pazar arayışlarına baktığımızda, liberalizm bir
gereklilik. Bu klasik okulla başlıyor. Klasik okul,
kapitalizmin geldiği noktada bir dönüşüm çabası
içinde. O dönemde insan oğlunun getirdiği çok büyük
yenilikler var. Birincisi Rönesans var; aydınlanma
hareketi insanın özgürleşmesini sağlamaya niyetli.
Sonra savaşlar azalmış, önemli buluşlarla birlikte
nüfus artışı sağlanmış durumda. Bunu da
birleştirdiğimizde bireyin özgürlüğünü referans alan
bir dünyaya doğru gidiyor. İngiltere'de başlayan
sanayi devrimi pazarlara daha fazla gereksinim
duyan bir yapıyı, bu ise iaisser faire'
liberalizmini gerektiriyor. Bu, hem bireyin
özgürlüğüyle beslenen bir süreç, hem kapitalin
kendini daha fazlalaştırması için gerekli bir
sistem. Böyle bir ortamda klasik okul başlıyor.
Klasik okula, pozitif iktisadın ilk bilim
niteliğinde olmasını sağlayan bir okul denir. Bu
anlamda belki doğru; çünkü ilk defa makro - mikro
üzerine kafa yorulmuş, gelir dağılımı, üretim
üzerine kafa yorulmuş bir okuldur. Tek bir lider
etrafında toplanan bir okul değildir. İçinde çok
sayıda iktisatçının bulunduğu bir okul ve sadece
kendi okullarını değil, kendinden sonraki okulları
da besleyen bir okuldur. Dolayısıyla klasik okul her
daim konuşulacaktır.
Liberalizm, düşe kalka da olsa bir şekilde kendine yeni okullar
yaratarak meşruiyetini korumaya çalışıyor. Bunu
yaparken farklı düşünceleri de içeren bir okul.
Mesela J. S. Mili klasik okulun önemli bir ismidir,
ama hayatının sonlarına doğru sosyalist düşünceye
gönül vermiştir. Ricardo ve Malthus'a baktığınızda,
bunlar kötümser iktisatçılardandır, liberalizmin o
anlamda yürümeyeceğini, devletin de müdahale etmesi
gerektiğini savunan iktisatçılardandır. İyimserlere
baktığımızda Adam Smith'i başta görüyoruz. Onlar bu
sistemin herhangi bir şekilde sekteye
uğramayacağını, bu sistemin devam edeceğini savunan
iktisatçılardır. Dolayısıyla liberalizmin içerisinde
çok sayıda düşünürü göreceğiz. Birleştikleri temel
konu liberalizmin gerçekten sistemlerin en iyisi
olduğu ve dolayısıyla krizlere rağmen bir şekilde
ayakta tutulmaya çalışılması gerektiğine inanan
iktisatçılardır.
Aslında klasik okulla başlayan bir liberalizm kapitalizm
anlayışında, reel kapitalizme rastlamıyoruz.
Dünyada reel kapitalizmin veya reel liberalizmin
uygulandığı bir ülke yoktur. Çünkü eninde sonunda
müdahale oluyor. Dünyada da bunun örneklerini çok
görmekteyiz. Amerika'da, Japonya'da ve birçok yerde
faizlere, dış ticarete vb. müdahale oluyor.
Buradaki tartışma da bu: Devlet müdahalesi mi
krizlerin nedeni, yoksa krizler sonucunda
kapitalizmi ayakta tutabilmek için mi devlet
müdahalesine ihtiyaç var? Liberal iktisatçılar
arasında da bu iki ayrımı savunan kişiler var.
Klasik okula kapitalin önünü açabilmek için ihtiyaç duyulmuştur.
Ticari kapitalini sanayi kapitaline çevirebilmek
için, aydınlanma çağının özgürlüğüyle bunun
yapılması gerekiyordu.
Adam Smith'e iktisadın babası denir; aslında bu
liberal iktisatçıların yorumudur. Klasik okulun
kurulmasında çok önemli bir payı vardır. İçinde
bulunduğu dönem itibarı ile aydınlanma çağından çok
etkileniyor ve bunları iktisada yorumlamak
konusunda kafa yormaya başlıyor. Bu arada Nevvton
fiziği iktisatta önemli bir devrim yaratıyor.
Nevvton'un evren ile ilgili düşüncelerinde
kendiliğinden işleyen bir ev-ren-dünya ilişkisi
varsa, iktisadi hayatta da kendiliğinden işleyen bir
sistem niye olmasın? Acaba insan aklıyla
oluşturulan politikalar, evrenin denge mekanizmasını
bozar nitelikte mi? Çünkü eğer fizik böyle
işliyorsa, iktisadi olaylar da aslında bundan kopya
çekebilir. İktisadi sistemler de dünyanın evrenle
uyumuyla ilgili bir kopya çekebilir, iktisadi
sistemi oturtturabilir miyiz ilkesinden yola
çıkıyor. Bir kısmı bu. İkinci kısmı da aydınlanma
çağı ile gelen dünyada özgürlük var. Bu özgürlüğü
Adam Smith çok kullanıyor. İnsanın özgür olması, onu
engelleyecek hiçbir şeyin olmaması. Bu nedenle
prototip bir insan yaratması gerekiyor. Bu insan tek
boyutlu olmasından dolayı ileride çok eleştirildi.
Bu insan, homo economicus; rasyonel, asla hata
yapmayan, hata yaptığında sistemi bozabilecek,
sistemin yürüyebilmesi için insanın doğasına dönen
ve hata yapmayan bir yapıya dönüşecektir. Bu bireyi
yaratmadaki amaç, kurulan sistemi bireyin elinden
almaktır. O başka bir yerde, insan başka bir
tarafta. İnsan o sisteme müdahale ederse bozacaktır.
Dolayısıyla insanın müdahalesini öngörmeyen, tek
boyutlu insan tipi çıkıyor. Toplum da uyumlu bir
sistemle çalışacaktır; dışarıdan başka bir
müdahalenin olmaması başka türlü açıklanamaz. Bilim
olması için belli varsayımların olması gerekir. Ama
bizim buradaki düşünce sistemimizin oluşmasında
gerçek dünya ile ne kadar örtüştüğü önemlidir. Zaten
tarihçi okullar bu konuda oldukça eleştiride
bulunuyorlar. Çünkü böyle tek boyutlu bir insan
alırsak, tek boyutlu bir toplum alırsak, o zaman
şöyle bir şey diyoruz: Ekonomi zaman ve mekandan
bağımsız bir bilim midir? Yoksa zaman ve mekana göre
değişen belli şartlar içerisinde belli dönemlerde
zaman ve mekana bağlı olan bir bilgiler topluluğu
mudur? Tümdengelimsel bir yaklaşımla olayı tek
boyuttan çıkartıyoruz. Bir insan ve toplum tipi
çiziyoruz ve bunu değişmez kabul ediyoruz. O zaman
fizik ve kimya ile aynı düzlemde okutturuyoruz. Ama
iktisat böyle bir bilim midir? İlk tepki buradan
geliyor. Sosyal olaylarla bunun böyle olmadığını
görüyoruz. Toplumlar değişir, bunun altında bir
altyapı vardır, bu altyapı ekonomik ilişkilerdir,
üretim ilişkilerimiz üst yapıyı etkiler. Üst yapı
denen din, hukuk sosyal ilişkilerimizi, insan-insan
ilişkilerimizi etkiler. Böyle olduğunda prototip
yanlış bir tipleme. Ama kapitalizmin böyle bir
varsayımı yapması kaçınılmazdı. Diğer varsayımı
yaptığı andan itibaren otomatik denge mekanizmasını
bozacaktır. İnsanoğluna baktığınızda da hiç de öyle
rasyonel bir yaratık değil. Klasik okulun bu anlamda
Adam Smith'in çizdiği insan tiplemesinde robot
tiplemesine çok yakın bir şey var. Birey her zaman
ho-mo economicus davranıyor, hiç de şüphe edilmiyor.
Şüphe edilirse otomatik denge mekanizmasından da
şüphe edilecektir. Bu varsayımın önemi gerçekten
büyük. Adam Smith ilk önemli yapıtını Fransa
gezisinden etkilenerek 1776 yılında kısa adı
"Ulusların Zenginliği" olan, asıl adı "Ulusların
Zenginliğinin Niteliği ve Nedenleri Hakkında
Araştırma" olan beş kitaplık bir seride topluyor.
İlginçtir, Ricardo bu kitabı 23 yıl sonra okuyor.
Kitapta çok orijinal fikir olmadığını, çok yeni
fikir olmadığını görürüz. Ama bir tartışma ortamı
yarattığını da gözden kaçırmamalıyız. Bu anlamda
baktığınızda aydınlanma çağının en büyük düşmanının
kilise hakimiyeti olduğunu görüyoruz. Aydınlanma
çağını kendine referans alan bir Adam Smith
görüyoruz, aynı zamanda iktisadi olayları
düzenlemede insan aklının tek başına toplumsal
düzeni sağlamak için yetmediğini savunsa da, Adam
Smith bunlardan etkilenmesine rağmen, insan aklının
toplumsal düzenle uyumu sağlamaya yeterli olmadığını
söyleyecek bir iktisatçı olmuştur. Görünmez eli
insan aklının yerine koymuştur. İnsan, ne kadar
rasyonel olsa da, ekonomi politikaları uygulamamalı,
bu olayların dışında kalmalıdır. Bir tarafta doğal
düzeni anlatan bir ekonomi sistemi olmalı, bu
görünmez el yardımıyla işlenmeli. Görünmez el
kavramı Adam Smith'in bulduğu bir kavram değildir,
fizyokratlardan gelen bir kavramdır. Fizyokratlar
toprağın bir hediye olduğunu söylerler. Görünmez el
Smith'in insanın aklıyla oluşturulacak politikalara
güvenmediğini ortaya koymuştur. İnsanın şu veya bu
şekilde ekonomiye müdahalesini önlemeye yönelik
politikalar geliştirmiştir. Bu anlamda evrimci
rasyonalist dediğimiz veya anti-rasyonalist
dediğimiz, yani insan aklıyla oluşturulabilecek
ekonomi politikalarının gidişatı bozacağını,
ekonomide uygulanmaya konulan politikaların
yanlışlığını savunur. Bu iş görünmez el veya
otomatik denge mekanizması ile gidecektir. Bunun
karşısında bir de kurucu rasyonalizm dediğimiz, yani
insan aklına güvenen, uygulayacağı politikaların
doğruluğunu savunan bir görüş vardır.
Adam Smith nasıl bir toplum özlüyor? Kişisel çıkan ön plana koyan
ve kişisel çıkarın peşinde koşan insanların
oluşturduğu toplumun toplumsal çıkarı sağlayacağı,
böylelikle bu sistemle herkesin bu işten
faydalanacağı bir sistem öngörüyor. Buna birçok
düşünür tepki gösteriyor; mesela Mandel. Aslında
Hollandalı bir doktor olmasına rağmen bu sistemde
şöyle bir tezatlık buluyor: Kişisel çıkar denen şey
günahtır. İnsanların kar peşinde, kişisel çıkar
peşinde koşmaları aslında günahtır. Toplumsal çıkar
denilen şey, insan ancak kişisel çıkarlarından
fedakarlık ettiği ölçüde toplumsal çıkara ulaşır.
Yani bir tarafta günah, bir tarafta toplumsal çıkar
var. Ama Mandel'in özelliği şu: gerçekten kişisel
çıkar, yani günahla toplumun zenginleşeceğini kabul
etmiş bir iktisatçıdır. Ama burada bir çelişki
vardır: bir tarafta günah, öbür tarafta bir fazilet.
Toplumun yararına olan bir şeyin birbiriyle
örtüşmeyeceği, ama buna rağmen günah işleyerek
insanların ülkelerini zenginleştireceği ilkesine
gelmiştir. Bazı durumlarda kişisel çıkarla toplum
çıkarı çatışabilir. Bunun örneği büyük Londra
yangınıdır. Burada tuğlacılar, inşaatçılar, camcılar
çıkar sağlamışlardır.
İkinci kitabı olan "Ahlaki Duygular Teorisi" nde insanın neden
kişisel çıkarlar peşinde koşarak toplumun çıkarını
maksimize edeceğini açıklamaya çalışmıştır. Aslında
çok ulvi olmayan kişisel çıkar peşinde koşmanın,
tatmin olmaz bir kar güdüsünün toplum açısından son
derece yararlı olduğunu şu örnekle açıklamıştır:
Bizim akşam yemeğimizin önümüze gelmesinin nedeni
ekmek yapıcısının, manavın, kasabın bizi
düşünmesinden dolayı değil, sırf onların kendi
bencilliğini düşünmesinden dolayıdır. Onların
bencilliğiyle bizim çıkarımız örtüşür. Onların
bencilliği olmasa biz akşam yemeğini bulamayacağız.
Doğal olarak böyle bir insan tiplemesiyle
karşılaştığımız bir klasik iktisat var; Adam
Smith'in prototipi var. Bu insan tiplemesinde
sihirli soru şuydu: zaman ve mekandan kopuk mu,
zaman ve mekanı içeren bir sistem mi? Değişime
yatkın bir ekonomi mi konuşuyoruz, değişimden
etkilenmeyecek bir ekonomi mi konuşuyoruz?
Doğal düzenin olması gerektiğine inanan bir Adam Smith var.
Fizyokratlarda da bir doğal düzen var, ama
aralarında çok önemli bir fark var. Fizyokratlardaki
doğal düzen fikri, akılla bulunabilecek bir doğal
düzen. Adam Smith'deki doğal düzen fikrine
baktığımızda, bir gerçeklik vardır, insan
müdahalesine rağmen olabilecek bir sistem. Smith'in
iktisat teorisi üç ayak üstüne basıyor:
1. Doğal düzen fikri ve oluşturulacak görünmez el.
2. Doğal özgürlük fikri.
3. Devlet yetersizliğini ön plana çıkaran analitik bir gözlem.
Toplum yaşamı ile doğadaki yaşam birbirinden neden
ayrı olsun ki? Doğada mükemmel bir organizasyon
varsa, bunu insan kendi toplumsal yaşamına da
uyarlayabilir. Aslında uygulayacağımız sistem bize
dikte ettiriliyor. Burada John Locke özgürlükler
konusunda çok önemli, ki Adam Smith de
etkilenmiştir. John Locke da iki tür özgürlükten
bahsediyor:
1. Doğal Hak. İnsanın doğuşundan gelen ve devredilemez haklar var.
2. Elde Edilmiş Haklar.
Doğal olarak bir özgürlüğümüz vardır, bir de devletin
sınırlandırmasıyla elde edilmiş haklarımız vardır.
Onun için siyasal liberalizm neden ekonomik
liberalizmle olmazsa olmaz ikiz kardeştir? Liberal
iktisat düşe kalka yürüse de, görünmez el yardımıyla
gidemeyeceği ortada. Belki de siyasal liberalizmde
gösterdiği başarıdan ötürü. Belki hala da insanlığın
alternativize edemediği bir sistem. Ekonomik
liberalizm tarafının aslında tartışılacak bir
sistem olduğunu, yaşadığımız olaylardan dolayı
görüyoruz.
Liberalizm Magna Carta'ya kadar uzanan bir sistem. İnsanoğlu daha o
zamanlarda iktisadi özgürlüğünü aramaya başlamış,
klasik iktisatla başlamamıştır. Hobbes'i görüyoruz,
Locke'yi görüyoruz, Kant'ı görüyoruz. Kant
felsefesinin içerdiği bir sistemi görüyoruz. Onun
için insanlık serüveni içerisinde liberalizm olması
gereken, kaçınılmaz bir süreç. İnsanlığın tarihi
sermayenin tarihinden çok da uzak bir tarih
değildir. Sermayenin ve üretim ilişkilerinin tarihi
insanlık tarihini belirliyor savı aslında düşünmeye
değer bir sav.Klasik okulun temel ilkelerine
baktığınızda şunlar üzerinde duruyor:
1. Bireycilik ön planda.
2. Rasyonaliteyi sağlayan ekonomik insan.
3. Özgürlük tanımı.
4. Laisser faire anlayışı söz konusu.
5. Bunları oluşturacak bir piyasa ekonomisi olmak zorunda.
6. Sınırlı-sorumlu devlet anlayışı.
Buradan bakıldığında ikiye ayrılmış bir liberal düzen söz konusu:
1. Ekonomik liberal düzen
2. Siyasal liberal düzen
Ekonomik liberalin koşullarına bakıldığında;
a) Özel mülkiyet
b) Rekabet
c) Miras. İnsanı çalışma güdüsünden alıkoyan hiçbir şey bu sistemde
yoktur.
d) Serbest girişim
e) Fiyat mekanizması
f) Temel ekonomik hak ve özgürlükler Siyasal
liberalizm tarafına baktığımızda;
a) Hukukun üstünlüğü
b) Sınırlı ve sorumlu devlet
c) Temel siyasal hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması
lazım.
Siyasal liberalizm, rekabetin önünü açmak için, kapitalin önünü
açmak için gereklidir. Bu nedenle iki özgürlüğün
bir arada gittiğini görüyoruz. Klasik okulun
tanımına baktığınızda bu anlamda bir sistemi
içerdiğini görüyoruz. Klasik okul başlangıçta bize
şunu söylüyor:
1. Say kanununa dayanacak
2. Fiyat esnekliği kesin olacak
3. Tam rekabet şartları geçerli olmak zorunda
4. Serbest piyasa
Bunlardan biri aksasa bu liberalizm aksayacaktır. Gerçek hayata
bakınca ne Say Kanunu geçerli, ne tam rekabet
şartları geçerli, ne fiyatların esnekliği söz
konusu. Bunlar arasında, bir tek miktar teorisi
biraz geçerlidir, ki o da tam olarak görülemez.
Fakat o zamanda bunların geçerliliğini sağlayıcı
şartlar mevcut. Burada klasik okulun açıklaması
gereken bir durum vardır. Üretim nasıl olacaktır,
üretim oluşurken bu üretimi yapan kişiler kimler
olacak, üretim faktörleri kimler, bu üretim
faktörlerinden hangisi değeri yaratıyor, değer
yaratıldıktan sonra da bölüşüm nasıl olacak? Klasik
iktisat bu üretim ve bölüşüm aşamasına baktığında
artığı anyor. Buradaki artık, tarımdan gelen feodal
bir artık. Tanımı, içeriği, büyüklüğü ve paylaşımı
söz konusu. Klasik okulda değer teorisine
bakıldığında değeri ikiye ayıran bir Adam Smith
görüyoruz: Kullanım Değeri ve Değişim Değeri.
Kullanım değeri üzerinde fazla durulmuyor; daha çok
mübadele değeri üzerinde duruluyor. Kullanım
değerinin faydayla ölçülebileceğini, dışsal bir
değer olduğu, mübadele değeri onun aranmasıyla ve
değişim değerini belirlediğini söyleyen bir Adam
Smith var. Bunu da elmas-su örneğiyle açıklıyor.
O zaman değeri yaratan nedir? Değeri yaratanı Adam
Smith iki aşamada incelemiştir: îlkel aşama ve
toplumların özel mülkiyete geçtiği aşama. Burada
emek-de-ğer teorisinin ilk tohumlarını görüyoruz.
Bir malın değeri, içerdiği emek ile ölçülür. Ama bu
ilkel bir toplum aşamasında geçerli bir durumdur.
Özel mülkiyete geçtiği andan itibaren emek-değer
teorisi olarak bırakması mümkün değildir; çünkü
eşyanın tabiatına aykırı. Üretim özel sektöre
geçtiği andan itibaren gene belirleyici olan
emektir; ama işin içinde başka üretim faktörleri de
vardır. Üç adet üretim faktörü vardır: toprak,
işgücü ve müteşebbis. Emek-değer teorisinde karın
meşrulaştırılma-sına yönelik bir çaba görmeye
başlıyoruz. Değeri yaratan emekse, emeğin dışındaki
faktörler neden pay alsınlar? Bunun sorgulaması
Klasik okul dışında yapılmıştır. Klasik okul, kârı,
Senior'un imsak teorisi ile meşrulaştırmaya
çalışmıştır. Emek önemlidir, ama kar da bugünün
tüketiminden vazgeçmenin bir bedeli olmalıdır.
Müteşebbis bugünkü tüketiminden vazgeçmesinin
sonucunda bir armağan almalıdır. Ama işçinin kol
gücü ile, emeği ile işgücünün bugünkü tüketimden
vazgeçmesini eşit saymak uygun olmayacağından ötürü
karın meşrulaştırılmasını bir türlü açamadığı için
neo-klasik okulun gelişini hazırlayacaktır.
Adam Smith'in emek-değer teorisine baktığımızda bu tip bir emek
görüyoruz. Emeği ayırıyor: verimli ve verimsiz emek.
Verimli emeği, direkt olarak üretime katkı sağlayan
emek olarak almaktadır. Verimsiz emeği ise, GSMH'ya
direkt olarak katkısı olmayan kişiler olarak
tanımlar. Ricardo'nun emek konusundaki
yaklaşımlarına baktığımızda, dolaylı ve dolaysız
emek ayrımına gitmiştir. Dolaylı emek o anda
görülmez, şu anki üretimde geçmişten payı vardır.
Karın meşrulaştırılması ise, Marshall'ın alternatif
maliyet kavramı ile yönünü bulmaya çalışmıştır.
Kısaca şöyle özetlenebilir: Her seçim bir kayıptır.
Alternatif maliyetin de bir ödülü olmalıdır. Bu
ödül, kaybı telafi etmelidir ki homo economicus
olasınız.
Klasiklerin para anlayışına da kısaca değineyim. Klasiklerde para
peçedir. O peçe kalkarsa mallar mallarla
değiştirilir. Dikotomik analiz vardır, yani reel
kesimle para kesimi birbirinden ayrılmıştır.
Birbirlerini etkilemezler. Spekülasyon nedeni ile
para talebi yoktur, sadece mübadele ve güvence
nedeni ile vardır. Ekonomi tam istihdamdadır. Tam
istihdamda sadece mübadele nedeni ile para talep
edilir. Bunun dışında alıkonulmuş bir para olmadığı
için, bu para ekonomiye aktığı için, bütün üretim
güçleri çalışıyor demektir ve ekonomi tam
istihdamdadır. Parayı küçümsemektedirler. Malların
mallarla mübadelesini önemsediklerini görüyoruz.
Neden Adam Smith ve yandaşları iyimser? Çünkü ekonomide artan
verimin, azalan maliyetin ortaya çıkacağını
düşünüyorlar. Ricardo, tarımdaki azalan getirinin,
sanayideki artan verimi de mas edeceğini ve uzun
dönemde tüm ekonominin azalan getiriye tabi
olacağını savunduğu için kötümser iktisatçı.
Bölüşüm teorisinde şunu görüyoruz: Ücretler karın önünü açabilecek
bir teori mi? Yani a priorisi şu: Kar maksimize
edilmeli. Dolayısıyla ben kiminle paylaşacağım bu
miktarı? Ücretler ve rantla. O zaman bunları bir
şekilde en aza indireyim ki karın önü açılsın.
Paylaşımda birinin büyümesi diğerinin küçülmesini
getirecek. Karın önünü açabilmek için ücretler
nasıl en alt seviyede tutulmalıdır? Ücretleri en az
seviyede tutacağım ve bunun sebebi olarak kendimi
göstermeyeceğim. Klasik okulda ücretler geçimlik
seviyededir. Altındaki seviyede yaşayamayıp
ölecektir. Üstündeki seviyede ise, nüfus artmaya
başlamaktadır. Bir yerde denge ücrete varılıyor.
Burada karın önüne çok daha ciddi bir paylaşım aracı
çıkıyor: rant. Toprak arttırıla-mayan bir üretim
faktörü olduğu için, nüfus artışıyla daha az verimli
topraklara gidiliyor. Fiyat, o az verimli toprağa
göre belirlendiği andan itibaren rant başlıyor. Bu
nedenle karın rant ile büyük bir çatışması vardır.
Bu rantın önü kesilmeli. Ücretlerle bir sorunum
yok, ama rant devamlı artıyor. Bu nedenle devlet
müdahale etmeli. Devlet gümrük vergilerini
kaldırmalı, gıda ürünlerinin fiyatları düşük
kalmalı, tarım kesimi vergilendirilmeli.
SORU: Adam Smith'in iktisat anlayışında
Newton'un doğal fizik kanunlarından bahsettik, genel
dengeden bahsettik; ama fizik değişti, şimdi kuantum
fiziği var.
Maddelerin kendi içinde çok hızlı hareketleri var, atom parçaları
var. Buna göre iktisadı nasıl yorumlayabiliriz?
CEVAP:
Adam Smith'in döneminde kuantum fiziği yok. Günümüzde ise farklı
bir yaklaşım var. Dünya ile evreni açıklayan farklı
bir yaklaşım olduğu için de doğal olarak genel
denge teorilerinin de sorgulanmaya başladığını
görüyoruz. Bu konuda spesifik bilgilere sahip
değilim, ama bu konuda size kaynak verebilirim:
Necip Çakır'in doktora tezi bu konudadır.
Doğal düzenle toplumsal düzenler arasında bir paralellik
kurabileceksek toplumsal düzenlerin algılanışı da
değişecektir. Ama bu sadece fizik konusunda değil;
hem tarihçi okulların, hem Marksist iktisadın zaten
bu sava karşı duruşları var. İktisat bu kadar
insandan uzak bir bilim dalı değil. İktisat otomatik
denge mekanizmaları ile oluşan bir bilim dalı değil.
İktisat bizden kopuk bir şey değil. İnsan otomatik
olarak değişmemektedir. İnsanı değiştiren onun
üretim ilişkileridir.
SORU:
Ben bir de homo economicus hakkında bir şey soracaktım. Homo eco-nomicusun
kararlarında rasyonel olmadığını söyledik. Bireyden
bireye değiştiğini söyledik. İstatistikte rasyonel
analizde şu vardır: Birimler aynı değildir, farklı
birimler vardır. Ortalaması alınır. Bu ortalama
birimlerin hepsini teslim eder. Bir ortalama
vardır; birimlerin hiçbiri ortalamada değildir, ama
hepsi dağılmıştır. O ortalama hepsini temsil eder,
hepsini gösterir. Rasyonel karar ortalama olarak
alınabilir, rasyonel karar budur. Modele katmak
için böyle bir şey kurulamaz mı?
CEVAP:
Bu söylediğiniz Adam Smith'in insan tiplemesine uymayan bir şey.
Çünkü her insanın tek tek bir toplumu oluşturduğu
düşünülürse hepsinin aynı şekilde hareket etmesi
gerekiyor ki toplum çıkarı maksimize edilsin. Bu bir
ortalama değil. Ama amaç toplumsal refahı maksimize
etmek. Böyle dediğimiz andan itibaren içlerinden
biri farklı davranırsa toplumsal refah maksimize
edilmeyecek demektir. Fayda maksimizasyonunu
düşünün, fayda maksimizasyonunun sağlanması için ne
gerekiyordu? Marjinal faydaların fiyatlara oranının
eşit olması gerekiyordu. Birinin faydası diğerinin
faydasından az ise, toplam-faydayı hesapladığımızda
maksimize etmemişiz demektir. Aralarından bir birey
fayda açısından yanlış davranırsa, rasyo-naliteye
ters davranırsa toplum faydası maksimizeden uzak
düşer. O zaman da sistem temelinden yanlış bir
şekilde gider.
SORU:
(Neo-klasik iktisattan neo-liberal hale dönüşmüş iktisada kadar
geçen süreç içerisinde çok büyük bunalımlar yaşamış
bir iktisat teorisi. Geleceğe yönelik bir
projeksiyon yaparsak şu anki neo-liberal iktisadın
yaşadığı durum tarihte daha önce yaşanmış bir durum
muydu; yoksa şu an en büyük bunalımını mı yaşıyor?
CEVAP:
Bu soruya şöyle cevap vermek lazım. Klasik okul
tarafından bakıyorsak böyle bir öngörü yok ki böyle
bir kriz olsun. Bunu öngörenler kriz teorisyenle-ri.
Mesela Marksist kriz teorileri. Onlara baktığınızda
onlann öngörüleri bu dünyayı daha mantıklı
açıklıyor. Kendi içinden bunlar öngörülen krizler
değil. Bu krizler öngörülse bile bir şekilde
sebepleri aranıyor. Dolayısıyla bu krizler baştan
öngörülmeyecek krizler. O zaman eşyanın tabiatına
aykırı davranırlardı. Kurduğum sistemin 2000 yılında
krizler üretecek bir sistem olmaması gerekiyor ki bu
sistemi öveyim. Bu sitemin karşısında duranları
biraz dinlemek lazım. Karşısında duranlarla
kapitalizmin geldiği yer arasında tutarlılık olması
lazım. Bu sistem krizleri öngören bir sistem değil,
ama kapitalist düşünürler arasında kapitalizmin
krizlere gebe olabileceğini söyleyenler var. Onlar
da bu sistemi alternativize etmek için bunu
söylemiyorlar. Bu sisteme müdahale etmesi gerekir,
kendi haline bırakılırsa bu tip krizler
yaşayabilir. Eğer bu öngörüyse, böyle bir öngörü
var. Ama müdahaleyle bu iş olacaktır, veya neo-klasik
iktisat gibi baktığınızda, neo-klasikler
konjonktürün olacağını, ama geçici bir süre için
olacağını bu kendi mekanizması ile gene
toplayacaktır. Kimileri krizlerin yaşanacağını ama
kendi kendini toparlayacağını, kimileri ise bu
krizlerin kendi kendini toparlayamayacağım öne
sürüyor. Liberal iktisatçılar arasında da bunu
öngörmüşler var. Ama sistemin içselliğine yönelik
bir itirazı yok. Bununla sitemin kendini yıkacağını
söyleyen bir kriz teorisi yok tabii. Kriz
teorilerini anti-kapitalist açıdan bakanlarda aramak
lazım.
SORU: Şöyle bir tartışmadan bahsettiniz: İktisat bir bilim mi,
değil mi? İktisadın bir bilim olmadığını iddia
edenler bunu neye dayanarak söylüyorlar?
CEVAP: Burada bilimi tanımlamakta yarar var. Bilim;
belli gözlemlere dayanarak, sonuçta bir hipotezin
oluşturulduğu ve bu hipotezin zaman ve mekandan
bağımsız evrensel bir niteliğinin olması gereken
bir uğraş. Sosyal bilimler, ki içinde iktisat var,
bilim olma niteliğini tartışmaya çıkartıyor. Neden?
Zaman ve mekana bağlı değişen bir şeyse o zaman her
yerde aynı sonucu vermeyebilir. Onun için, tıp bile
pozitif bir bilim değildir. Bütün herkesi içine
alan bir doğru yoksa, o zaman bu pozitif bilim
midir, değil midir? Normatif yönü var mıdır? Ayrıca
sosyal bilimlerin insanın içinde olan ideolojik
kısmı var. Bu ideolojik kısmını bilime yansıtıyor.
Bilim daha çok nedir? Gözleneni, hayatı ve dünyayı
gözleyerek bundan çıkarımlarda bulunmaktır. Ama ben
bu gözlemi yaparken aklımda "ben bunu bulacağım"
diyerek masaya oturursam, bunu ister istemez
koyduğum varsayımlarla buraya doğru yönlendiririm.
Sonunda bu şeye aşık da olabilirim. Halbuki hiçbir
zaman hayatla örtüşüp örtüşme-diği test edilmez. O
varsayımları koyduğunuzda o sonucun çıkacağı kesin.
O nedenle iktisatın ideolojik kısmı çok olduğu için
şüphe edilebilir. Adam Smith'e baktığımızda koyduğu
varsayımların birçoğunun hayatla örtüşmediği ortaya
çıkıyor. İşin içine sosyolojik şeyler giriyor. O
zaman "insan davranışlarını belirleyen şey nedir"
diye baktığımızda varsayımlar zaman ve mekandan
kopuk olmuyor. Zamana, mekana, bazı dönemlere göre
farklılıklar gösteriliyor. Üretim ilişkilerimiz
nasılsa insan-insan ilişkilerimiz o anlamda
değişiyor. Bu nedenle bilim olup olmama niteliği
tartışılıyor. Pek de önemli değil aslında. Her
uğraşta illa "pozitif bilim olacak" diye bir şey
yok. Bunun içsel nedenlerinden ötürü ideolojiden
ayıramıyoruz, zaten mümkün de değil. İdeolojiden
armdıramadığınız andan itibaren, insanın kendi
kişisel önyargıları girdiği andan itibaren
tartışılır. Mutlak doğrular değildir.
Doç. Dr. Burak Atamtürk
|